Dünyanın küçüldüğünden bahsediliyor. ‘Global bir köy’e[1]
dönüştüğünden. Sınırlar kalkıyor deniyor.
Uluslararası toplantılar yapılıyor. G8’ler, G20’ler, toplanıyor,
dağılıyor. Kararlar alınıyor, bildiriler yayınlanıyor, tüm dünya adına. Bir şeyler
sürekli küreselleşiyor. Isınmanın,
yoksulluğun, bilginin, terörün, sermayenin, ekonomik pazarların, kürselliğinden,
kürselleştiğinden bahsediliyor. Yaygın kanı, küreselleşmeyi olumlu ve zorunlu
görüyor. Küreselleşmenin anlaşılmamış bir kavram oluşu da aynı yaygınlıkta. Kavramlar,
birileri tarafından, istedikleri içerik ve şekille tedavüle sokuluyor. Bir
bakıyoruz ki gazeteler, haber bültenleri, reklamlar yeni bir kavramı piyasaya
sürmüşler. Daha, ‘bu nedir’, ‘ne demektir’ demeye kalmadan bakıyoruz ki o
kavram herkesin dilinde. Küreselleşme de aynen bu şekilde yer buluyor
hayatımızda. Oysa birilerinin işine yarıyorken, birilerinin hayatını berbat
ediyor.
Yeni Sömürgecilik mi, Çokkültürlülük mü?
İnsanoğlu toplumlaştığından, doğal olarak da devletleştiğinden bu yana
sürekli bir yayılma hali
göstermiştir. Tarih boyunca gücü elinde bulunduran devletler, benimsedikleri
bir ideal uğruna sınırlar aşıp hâkimiyet alanlarını genişletmişlerdir. ‘Tüm
dünyayı ele geçirme’, ‘Tüm dünyaya yayılma’ fikri öteden beri insan zihnini
meşgul etmiştir. İskender’in ideali
buydu, Cengiz Han’ın da. İslam da bunu hedeflemiştir. Müslümanlar,
İslam’ın devletleşmesinden, Osmanlı’ya kadar, iniş çıkışlarla da olsa tüm
dünyaya hâkim olmaya çalışmışlardır.
Peki, bugün batı hayat tarzının,
değerlerinin, ürünlerinin tüm dünyayı kuşatması, bir yayılma/kolonyalizm
hareketi midir, yoksa insanlık tarihinin doğal bir süreci midir? ‘Küreselleşme’
bahsinde her iki görüşü de savunanlar var. Bir de ‘Neyin kürselleştiği, küreselleşeceği?’ sorusu bu konuya kafa
yoranların cevabını aradığı bir sorulardır.
Genel bir tanımlamayla ‘dünya sistemine uyma, eklemlenme’[2]
diye tarif edebiliriz küreselleşmeyi. Peki, hangi alanlarda bir uyum isteniyor bizden? Hangi rolle eklemleniyoruz
sisteme? Dünya sistemini kuranlar,
işletenler kimler? Küreselleşmenin mağdurları mı olacağız yoksa aktif oyuncuları
mı? Eğer aktif olacaksak biz neyi kürselleştireceğiz? Bu sorular da bizim
cevaplamamız gereken sorulara dâhildir.
Mevcut dünya düzenin kökleri,
Aydınlanma Avrupa’sındadır.
Kilise-Krallık ikilisine karşı geliştirilen muhalefetin öncüleri,
şehirlerde gittikçe güç kazanan ve önleri kesilmek istenen üretici zenginlerdi.
Sol ifadeyle söylersek burjuvalardı. İşte onlar, devrimi gerçekleştirip, iktidarı Kilise-Krallık ikilisinden aldıklarından
beri bir daha kimseye vermediler. Her ne kadar batılı yönetimler o zamandan
beri ‘halk iktidarları’[demokrasi]
olarak anılsa da durum hiçbir zaman öyle olmamıştır. Her zaman son sözü
söyleyenler sermaye sahipleri olmuştur,
halk değil. Hal böyle olunca devlet yayılmacılığının öncelikli ilkesi
sermayenin çıkarları olmaktadır. İlk dönemlerde doğrudan işgal ve hammadde
sömürüsü şeklinde gerçekleşen batı yayılmacılığı, sonraları fiili işgal yerine iktisadi imtiyazlar elde etme, pazar bulma gibi daha dolaylı ve görünmez yöntemlere başvurur
olmuştur. Bu tarz bir yayılmanın başlangıcı olarak 20. asrın son çeyreği işaret
edilmektedir. Ve küreselleşme modernizmin bir evresi olarak görülmektedir.[3]
Dünya kapitalizmi merkez ülkelerinin 16. yüzyıldan beri
çevre ülkelere yönelik politikalarının esas amacı ucuz ham madde kaynaklarını kontrol altında tutmak, ucuz iş gücünü
kullanmak ve pazarları kontrol etmek olagelmişti. İki kutuplu dünyanın sona
ermesiyle merkez ülkele devletleri, dünyada
kendi şirketlerinin ticaret ve yatırım faaliyetleri önündeki tüm engelleri ve
pürüzleri kaldırmak için çabalarını yoğunlaştırdı. Çevre ülkelere millî sanayileşme çabalarından
vazgeçmelerini, serbest piyasacı politikaları benimsemelerini telkin
ettiler. Çevre ülkelerde, merkez ülkelerin sermayedarları ve devletleri ile
ittifakı iktidarlarının önemli bir dayanağı olarak gören yerli hâkim sınıflar,
merkez ülkelerin bu yeni iktisat politikası telkinlerini benimsedi.[4]
Burada ‘millîlik iyi bir şeydir’ demiyoruz. Küreselleşmenin başladığı ve hız
kazandığı devirlerde ulus devletler ve devlet denetimindeki iktisatlar vardı.
Yani küreselleşmenin o sırada aşması gereken ilk engel şu veya bu şekilde
millîliği savunan siyasetler ve destekçileriydi.
Küreselleşme, kapitalizmin birebir özne rolünde olduğu bir durumdur. Temelinde
Avrupa merkezli hayat anlayışını taşır. Avrupa merkezli insan ve evren
anlayışının ekonomik, sosyal, toplumsal ve politik anlamda tek belirleyici
olması demektir.[5]
‘Küreselleşme sürecinin oluşturduğu yeni durumun temelinde, işletmelerin dünyanın bütün bölgelerinde
hiçbir kısıtlamaya maruz kalmadan tek bir pazar gibi faaliyet gösterebilmesi
çabası yatmaktadır. Dünya geneli tek bir pazar gibi faaliyet gösterebilmek
için ülke yönetimlerinin ülke
gümrüklerini daha geçirgen bir yapıya dönüştürmeleri arzu edilir. Bu
çerçevede gelişmiş ülkeler tarafından yönlendirilen Dünya Ticaret Örgütü gibi kimi kurumların oluşturduğu uluslararası
ticaretteki yeni düzenlemeler empoze edilmektedir. Bu sürece paralel olarak
ülke sınırları daha geçirgen hale gelmekte ve uluslararası ticaretteki
serbestlik düzeyi artmaktadır. 1950
yılında 380 milyar dolar olan dünya ticaret hacmi 1997 yılında 5,86 trilyon
dolara çıkmıştır. Dünya ticaretindeki bu kadar hızlı artışın sebeplerinden
biri gümrük tarifelerindeki düşüştür. Ancak
hemen ifade etmek gerekir ki, uluslar arası ticarette sağlanan serbestliğin pek
çoğunun gelişmiş ülkelere ait işletmelerin ticaret kapasitelerini artırmaya
dönük olduğu da bir gerçektir. Çünkü gelişmiş ülkeler kendi sınırlarını
ticari faaliyetler için yeteri kadar geçirgen hale getirmemişlerdir.’[6]
Yani bir Amerikalı şirketin Türkiye veya başka bir ‘az gelişmiş ülkede’
yatırımı yapabilmesi için şartlar kolaylaştırılır, gümrük vergileri düşürülür
ama tersine bir durum Amerika için söz konusu olmaz. Yani bir Türk işadamı
gidip ABD’de benzer kolaylıklarla yatırım yapamaz. Bu durum sermayesi
ülkelerden daha büyük şirketleri oluşturdu. Ve böyle bir güce sahip şirketler
devletleri çok kolay bir şekilde zapturapt altına alabildiler.
Örneğin ‘7 Kız kardeş' olarak adlandırılan BP, Shell,
Mobil, Chevron, Exxon, Gulf ve Texaco Amerikan ve İngiliz şirketleri, dünya petrolünün yüzde 70'ini kontrol
etmektedir. Gerçekte petrolü üreten ülkeler çoğunlukla Müslümanların yaşadığı
ülkeler olmasına rağmen bir İngiliz
şirketi olan Shell tek başına OPEC ülkelerinin petrolden elde ettikleri
gelirden daha fazlasını elde etmektedir. Vahşi kapitalizm bugün onlarca ülkenin
toplam bütçesinden daha fazla sermayeye sahip şirketler üretmiştir. Daha
geçenlerde Forbes dergisinin yayınladığı dünyanın en büyük iki bin şirketi
listesinde sadece ilk ona giren şirketlerin toplam sermayesi 2 trilyon doları geçmektedir. Bu
listenin 4. Sırasında yer alan ABD
tandanslı ExxonMobil şirketinin piyasa değeri 407,2 milyar dolardır. Bu
rakam 175 milyona yaklaşan nüfusu ile Pakistan’ın milli gelirine nerede ise
denk bir rakamdır. Yine bu listenin 6. sırasında yer alan Çin tandanslı PetroChina şirketi 320,8 milyar dolarlık piyasa
değeri ile tek başına, nüfusu 120 milyonun üzerinde olan Bangladeş’in milli
gelirine neredeyse denktir. Bu örnekleri çoğaltmamız mümkündür. IMF 2009 GSMH Raporundaki değerlendirmeye
göre 200’ü aşkın ülke içinde ilk 25’e giren Gelişmiş Ülkeler dünya GSMH’nın
%84’ünü, ABD ise tek başına %25’ini elinde bulundurmaktadır. Dünya Gayrı Safi
Milli Hâsılasının %15 gibi küçük bir dilimini ise geri kalan 6 milyar insan
arasında paylaşılmaktadır.[7]
Küreselleşmeyi gayet vurucu bir şekilde ifade eden birkaç
örnek verelim isterseniz:
2009 yılının ortalarında Türkiye’de bir ‘mayınlı arazilerin
temizlenmesi’ meselesi vardı. O sıralar bu iş İsrailli bir firmaya verilmek
üzereydi ve bu durum büyük tepki toplamıştı. Gelen tepkilere karşı Başbakan
kendini şöyle savunuyordu:
‘Şimdi ülkemizde küresel
sermaye yatırım yapmak istiyor, bakıyorsunuz birileri çıkıyor ’O, Yahudi
sermayesidir, olmaz.’ Yahu arkadaş gelip benim ülkemde yatırım yapacak. 500
milyon dolarlık, 1 milyar dolarlık yatırım yapacak. Yahu işsizlik diyorsun,
işte buyur bak adam yatırım yapacak. Yatırım yapınca burada kim çalışacak?
Burada İzak çalışmayacak, Hasan çalışacak, Ahmet, Mehmet çalışacak. İşte buyur
bak işsizliği aşıyoruz, istemez misin? Bakıyorsunuz bir başka yatırım
yapılacak: ’İstemeyiz!’ Niye efendim? ’O bizim milletimizden değil. Siz bunu
peşkeş çekiyorsunuz, çünkü George! Ya kardeşim bırak George olsun, gelsin
yatırım yapsın. Buraya fabrikayı kurduğu zaman buradan gitse fabrikayı alıp da
mı gidecek. Adam burada çalışacak kimi yanında istihdam edecek Ahmet, Mehmet,
Fatma, Ayşe’yi. Onlara istihdam sağlayacak ve pazarı hazır burada. Ürettiğini
de o pazara satacak. Biz ihracata dayalı bir ekonominin mensuplarıyız.
Dolayısıyla ihracatta da bir sıkıntımız büyük ölçüde olmayacak. Bırak gelsin.
'Hayır olmaz. Orada bir bit yeniği var niye buraya geliyor'. Dünyada herkes
yalvarıyor 'benim ülkeme gelsin' diye, bırak gelsin arkadaş. Bu bağnaz
zihniyetle aydınlık yarınların Türkiyesine yürünmez. Ama biz bunları
dinleyemeyiz. Biz kendimize inanıyoruz, güveniyoruz. Türkiye büyük düşünüyor ve
bunları aşarak yarınlara yürüyeceğiz’[8]
Aynı başbakan ‘paranın dini, imanı milleti, vatanı olmaz’[9] diyerek bize farkında
olmadan küreselleşmenin özet bir tanımını da yapmıştı. Sermayenin ve
kapitalizmin önünde durma tehlikesi olan her şeyin sıfırlanması, hiç edilmesi,
kıymetsizleştirmesi. Velev ki bu din olsun! Durum değişmeyecektir. Bu tam
anlamıyla küreselci, batıcı, Amerikancı zihniyetin bir zihniyetin yansımasıydı.
Evvelinde Özal benzer savunularla serbest piyasaya, liberal ekonomiye
kapılarını açıyordu Türkiye’nin. Yabancı sermaye savunucularının halkı
damarından yakaladığı noktaysa: İşsizlik. Bu davranışlarıyla siyasiler,
batılıların bize yönelik ‘az gelişmiş ülke’ nitelemesini ispatlamaya çalışır
gibidirler.
Tabi burada şunu belirtmeliyiz ki küreselleşen sadece sermaye değildir.
İlk akla gelen ve baskın olan iktisadî küreselleşme olmasına rağmen yaşanan bir
‘hayat tarzı, kültür, hadarat ihracı’dır. Batının öngördüğü insanın klonlanmış
gibi çoğalmasıdır. Türk, Kürt, Rus, Arap, Fars… Kim olursanız olun bir batılı
gibi inanıp, yaşayıp, tüketmelisiniz. Onlar gibi sevinmeli, onlar gibi
üzülmeli, onlar gibi yemeli, içmelisiniz. Küreselleşme bunu sağlıyor. Fakat biz
sizi değiştirmeye, dönüştürmeye, sömürmeye geldik demek yerine kimi iktisadî çıkarları
gereği zaman yerli cuntaları destekliyor kimi zaman da hem iktisadî hem de
ideolojik çıkarları gereği insan hakları ve özgürlükleri. Bu ikilik dünya
siyasetinin ve ele geçirilmek istenen ülkenin durumuna göre belirlenmektedir. Mesela
kimi Uzak Doğu ve Afrika ülkelerinde cuntalar desteklenirken Orta Asya, Doğu
Avrupa gibi Rusya tesirinde olan bölgelereyse demokratik kavramlarla nüfuz
etmeye çalışmaktadırlar. Demin de belirttiğimiz üzere iki kutuplu dünyanın
bitmesi ile Sovyetlerin nüfuz alanı olan yerlere batı bloğu göz dikti. Yakın
bir zamanda Ukrayna ve Gürcistan’da yaşanan ‘renkli’ devrimler ‘demokratik
kavramların’ başarısıydı. Yani küreselleşmenin. İkna edilemeyen, uşaklar
devşirilemeyen ülkelereyse silah zoruyla girilebilir. I. Ve II. Körfez Savaşı,
Somali Çıkarması gibi örnekler hafızalarda henüz tazeliğini korumaktadır.
Kültürel küreselleşme yani batılı hayat tarzının yaygınlaşması,
televizyon, sinema, sosyal ağ[facebook, yoube], olimpiyatlar ve
uluslar arası müsabakalar, festivaller, ödül törenleri gibi birçok unsurla
ilerlemektedir. Biz yeni başlayan bir süreci değil devam eden bir süreci ele
alıyoruz. Çok çeşitli ayaklara sahip bir kuşatmadan bahsediyoruz.
Tanımıza dönecek olursak ‘dünya sistemine uyma, eklemlenme’ demiştik. Sistemi kuranlar ortada:
Kapitalist kâfirler. Sitem ortada: IMF, Dünya Bankası, BM, NATO gibi çok
çeşitli dallara hitap eden nice kurum. Eklemlenme tarzımız ortada: Her anlamda
tüketici ve tüketilen, üretse ürettiğinden yararlanamayan! İşte küreselleşmenin
fotoğrafı bu. Burada şunu sormak lazım: Müslümanlar tersinden ve hayırlı bir
‘küreselleşme’ gerçekleştiremez mi? Sorun sınırların şeffaflaşması değil, kimin
lehine kimin aleyhine şeffaflaştığıdır. Sorun bir hayat tarzının yaygınlık
kazanması da değildir. Sorun, insan düşmanı batı hadaratının dünyayı
kuşatmasıdır. Eğer Müslümanlar akidelerine hayatın her alanında yürürlük
kazandırırlarsa tersinden bir ve hayırlı bir kürselleşme gerçekleştirebilirler.
O günleri görmenin duasıyla…
[1] Bu kavramlaştırmayı ilk kullanan Marshall McLuhan’dır. Kay: ‘Roland Robertson,
Küreselleşme ve Kültür’, Ali Balcı.
[2]
TDK, Büyük Türkçe Sözlük, Mehmet Doğan, Büyük Türkçe Sözlük, ‘Küreselleşme’
mad.
[3]
Paradigma Felsefe Sözlüğü, Ahmet Cevizci, ‘Küreselleşme’ mad.
[4]
Türkiye’de Küreselleşmeye Tepkiler Üzerine, Cem Somel, Praksis Dergisi, Sayı:7, Sayfa: 35-36.
[5]
Küreselleşme Yaklaşımları, Mehmet Kaya.
[6]
Küreselleşme Süreci ve Çokuluslu İşletmelerin Küreselleşme Sürecine Etkisi,
Hasan Tağraf.
[7] Bing Bang ve Mülkiyet Krizi,
Abdurrahim Şen.
[8]
Hurriyet Gaz., 23.05.09
[9]
Hurriyet Gaz., 10.03.11