4 Mayıs 2013 Cumartesi

Kavramlar: Küreselleşme




Dünyanın küçüldüğünden bahsediliyor. ‘Global bir köy’e[1] dönüştüğünden. Sınırlar kalkıyor deniyor.  Uluslararası toplantılar yapılıyor. G8’ler, G20’ler, toplanıyor, dağılıyor. Kararlar alınıyor, bildiriler yayınlanıyor, tüm dünya adına. Bir şeyler sürekli küreselleşiyor. Isınmanın, yoksulluğun, bilginin, terörün, sermayenin, ekonomik pazarların, kürselliğinden, kürselleştiğinden bahsediliyor. Yaygın kanı, küreselleşmeyi olumlu ve zorunlu görüyor. Küreselleşmenin anlaşılmamış bir kavram oluşu da aynı yaygınlıkta. Kavramlar, birileri tarafından, istedikleri içerik ve şekille tedavüle sokuluyor. Bir bakıyoruz ki gazeteler, haber bültenleri, reklamlar yeni bir kavramı piyasaya sürmüşler. Daha, ‘bu nedir’, ‘ne demektir’ demeye kalmadan bakıyoruz ki o kavram herkesin dilinde. Küreselleşme de aynen bu şekilde yer buluyor hayatımızda. Oysa birilerinin işine yarıyorken, birilerinin hayatını berbat ediyor.

Yeni Sömürgecilik mi, Çokkültürlülük mü?

İnsanoğlu toplumlaştığından, doğal olarak da devletleştiğinden bu yana sürekli bir yayılma hali göstermiştir. Tarih boyunca gücü elinde bulunduran devletler, benimsedikleri bir ideal uğruna sınırlar aşıp hâkimiyet alanlarını genişletmişlerdir. ‘Tüm dünyayı ele geçirme’, ‘Tüm dünyaya yayılma’ fikri öteden beri insan zihnini meşgul etmiştir. İskender’in ideali buydu, Cengiz Han’ın da. İslam da bunu hedeflemiştir. Müslümanlar, İslam’ın devletleşmesinden, Osmanlı’ya kadar, iniş çıkışlarla da olsa tüm dünyaya hâkim olmaya çalışmışlardır.

Peki, bugün batı hayat tarzının, değerlerinin, ürünlerinin tüm dünyayı kuşatması, bir yayılma/kolonyalizm hareketi midir, yoksa insanlık tarihinin doğal bir süreci midir? ‘Küreselleşme’ bahsinde her iki görüşü de savunanlar var. Bir de ‘Neyin kürselleştiği, küreselleşeceği?’ sorusu bu konuya kafa yoranların cevabını aradığı bir sorulardır.

Genel bir tanımlamayla ‘dün­ya sistemine uyma, eklemlenme’[2] diye tarif edebiliriz küreselleşmeyi. Peki, hangi alanlarda bir uyum isteniyor bizden? Hangi rolle eklemleniyoruz sisteme? Dünya sistemini kuranlar, işletenler kimler? Küreselleşmenin mağdurları mı olacağız yoksa aktif oyuncuları mı? Eğer aktif olacaksak biz neyi kürselleştireceğiz? Bu sorular da bizim cevaplamamız gereken sorulara dâhildir.

Mevcut dünya düzenin kökleri, Aydınlanma Avrupa’sındadır.  Kilise-Krallık ikilisine karşı geliştirilen muhalefetin öncüleri, şehirlerde gittikçe güç kazanan ve önleri kesilmek istenen üretici zenginlerdi. Sol ifadeyle söylersek burjuvalardı. İşte onlar, devrimi gerçekleştirip, iktidarı Kilise-Krallık ikilisinden aldıklarından beri bir daha kimseye vermediler. Her ne kadar batılı yönetimler o zamandan beri ‘halk iktidarları’[demokrasi] olarak anılsa da durum hiçbir zaman öyle olmamıştır. Her zaman son sözü söyleyenler sermaye sahipleri olmuştur, halk değil. Hal böyle olunca devlet yayılmacılığının öncelikli ilkesi sermayenin çıkarları olmaktadır. İlk dönemlerde doğrudan işgal ve hammadde sömürüsü şeklinde gerçekleşen batı yayılmacılığı, sonraları fiili işgal yerine iktisadi imtiyazlar elde etme, pazar bulma gibi daha dolaylı ve görünmez yöntemlere başvurur olmuştur. Bu tarz bir yayılmanın başlangıcı olarak 20. asrın son çeyreği işaret edilmektedir. Ve küreselleşme modernizmin bir evresi olarak görülmektedir.[3]

Dünya kapitalizmi merkez ülkelerinin 16. yüzyıldan beri çevre ülkelere yönelik politikalarının esas amacı ucuz ham madde kaynaklarını kontrol altında tutmak, ucuz iş gücünü kullanmak ve pazarları kontrol etmek olagelmişti. İki kutuplu dünyanın sona ermesiyle merkez ülkele devletleri, dünyada kendi şirketlerinin ticaret ve yatırım faaliyetleri önündeki tüm engelleri ve pürüzleri kaldırmak için çabalarını yoğunlaştırdı. Çevre ülkelere millî sanayileşme çabalarından vazgeçmelerini, serbest piyasacı politikaları benimsemelerini telkin ettiler. Çevre ülkelerde, merkez ülkelerin sermayedarları ve devletleri ile ittifakı iktidarlarının önemli bir dayanağı olarak gören yerli hâkim sınıflar, merkez ülkelerin bu yeni iktisat politikası telkinlerini benimsedi.[4] Burada ‘millîlik iyi bir şeydir’ demiyoruz. Küreselleşmenin başladığı ve hız kazandığı devirlerde ulus devletler ve devlet denetimindeki iktisatlar vardı. Yani küreselleşmenin o sırada aşması gereken ilk engel şu veya bu şekilde millîliği savunan siyasetler ve destekçileriydi.

Küreselleşme, kapitalizmin birebir özne rolünde olduğu bir durumdur. Temelinde Avrupa merkezli hayat anlayışını taşır. Avrupa merkezli insan ve evren anlayışının ekonomik, sosyal, toplumsal ve politik anlamda tek belirleyici olması demektir.[5]

‘Küreselleşme sürecinin oluşturduğu yeni durumun temelinde, işletmelerin dünyanın bütün bölgelerinde hiçbir kısıtlamaya maruz kalmadan tek bir pazar gibi faaliyet gösterebilmesi çabası yatmaktadır. Dünya geneli tek bir pazar gibi faaliyet gösterebilmek için ülke yönetimlerinin ülke gümrüklerini daha geçirgen bir yapıya dönüştürmeleri arzu edilir. Bu çerçevede gelişmiş ülkeler tarafından yönlendirilen Dünya Ticaret Örgütü gibi kimi kurumların oluşturduğu uluslararası ticaretteki yeni düzenlemeler empoze edilmektedir. Bu sürece paralel olarak ülke sınırları daha geçirgen hale gelmekte ve uluslararası ticaretteki serbestlik düzeyi artmaktadır. 1950 yılında 380 milyar dolar olan dünya ticaret hacmi 1997 yılında 5,86 trilyon dolara çıkmıştır. Dünya ticaretindeki bu kadar hızlı artışın sebeplerinden biri gümrük tarifelerindeki düşüştür. Ancak hemen ifade etmek gerekir ki, uluslar arası ticarette sağlanan serbestliğin pek çoğunun gelişmiş ülkelere ait işletmelerin ticaret kapasitelerini artırmaya dönük olduğu da bir gerçektir. Çünkü gelişmiş ülkeler kendi sınırlarını ticari faaliyetler için yeteri kadar geçirgen hale getirmemişlerdir.’[6] Yani bir Amerikalı şirketin Türkiye veya başka bir ‘az gelişmiş ülkede’ yatırımı yapabilmesi için şartlar kolaylaştırılır, gümrük vergileri düşürülür ama tersine bir durum Amerika için söz konusu olmaz. Yani bir Türk işadamı gidip ABD’de benzer kolaylıklarla yatırım yapamaz. Bu durum sermayesi ülkelerden daha büyük şirketleri oluşturdu. Ve böyle bir güce sahip şirketler devletleri çok kolay bir şekilde zapturapt altına alabildiler.

Örneğin ‘7 Kız kardeş' olarak adlandırılan BP, Shell, Mobil, Chevron, Exxon, Gulf ve Texaco Amerikan ve İngiliz şirketleri, dünya petrolünün yüzde 70'ini kontrol etmektedir. Gerçekte petrolü üreten ülkeler çoğunlukla Müslümanların yaşadığı ülkeler olmasına rağmen bir İngiliz şirketi olan Shell tek başına OPEC ülkelerinin petrolden elde ettikleri gelirden daha fazlasını elde etmektedir. Vahşi kapitalizm bugün onlarca ülkenin toplam bütçesinden daha fazla sermayeye sahip şirketler üretmiştir. Daha geçenlerde Forbes dergisinin yayınladığı dünyanın en büyük iki bin şirketi listesinde sadece ilk ona giren şirketlerin toplam sermayesi 2 trilyon doları geçmektedir. Bu listenin 4. Sırasında yer alan ABD tandanslı ExxonMobil şirketinin piyasa değeri 407,2 milyar dolardır. Bu rakam 175 milyona yaklaşan nüfusu ile Pakistan’ın milli gelirine nerede ise denk bir rakamdır. Yine bu listenin 6. sırasında yer alan Çin tandanslı PetroChina şirketi 320,8 milyar dolarlık piyasa değeri ile tek başına, nüfusu 120 milyonun üzerinde olan Bangladeş’in milli gelirine neredeyse denktir. Bu örnekleri çoğaltmamız mümkündür.  IMF 2009 GSMH Raporundaki değerlendirmeye göre 200’ü aşkın ülke içinde ilk 25’e giren Gelişmiş Ülkeler dünya GSMH’nın %84’ünü, ABD ise tek başına %25’ini elinde bulundurmaktadır. Dünya Gayrı Safi Milli Hâsılasının %15 gibi küçük bir dilimini ise geri kalan 6 milyar insan arasında paylaşılmaktadır.[7]

Küreselleşmeyi gayet vurucu bir şekilde ifade eden birkaç örnek verelim isterseniz:

2009 yılının ortalarında Türkiye’de bir ‘mayınlı arazilerin temizlenmesi’ meselesi vardı. O sıralar bu iş İsrailli bir firmaya verilmek üzereydi ve bu durum büyük tepki toplamıştı. Gelen tepkilere karşı Başbakan kendini şöyle savunuyordu:

‘Şimdi ülkemizde küresel sermaye yatırım yapmak istiyor, bakıyorsunuz birileri çıkıyor ’O, Yahudi sermayesidir, olmaz.’ Yahu arkadaş gelip benim ülkemde yatırım yapacak. 500 milyon dolarlık, 1 milyar dolarlık yatırım yapacak. Yahu işsizlik diyorsun, işte buyur bak adam yatırım yapacak. Yatırım yapınca burada kim çalışacak? Burada İzak çalışmayacak, Hasan çalışacak, Ahmet, Mehmet çalışacak. İşte buyur bak işsizliği aşıyoruz, istemez misin? Bakıyorsunuz bir başka yatırım yapılacak: ’İstemeyiz!’ Niye efendim? ’O bizim milletimizden değil. Siz bunu peşkeş çekiyorsunuz, çünkü George! Ya kardeşim bırak George olsun, gelsin yatırım yapsın. Buraya fabrikayı kurduğu zaman buradan gitse fabrikayı alıp da mı gidecek. Adam burada çalışacak kimi yanında istihdam edecek Ahmet, Mehmet, Fatma, Ayşe’yi. Onlara istihdam sağlayacak ve pazarı hazır burada. Ürettiğini de o pazara satacak. Biz ihracata dayalı bir ekonominin mensuplarıyız. Dolayısıyla ihracatta da bir sıkıntımız büyük ölçüde olmayacak. Bırak gelsin. 'Hayır olmaz. Orada bir bit yeniği var niye buraya geliyor'. Dünyada herkes yalvarıyor 'benim ülkeme gelsin' diye, bırak gelsin arkadaş. Bu bağnaz zihniyetle aydınlık yarınların Türkiyesine yürünmez. Ama biz bunları dinleyemeyiz. Biz kendimize inanıyoruz, güveniyoruz. Türkiye büyük düşünüyor ve bunları aşarak yarınlara yürüyeceğiz’[8]

Aynı başbakan ‘paranın dini, imanı milleti, vatanı olmaz’[9] diyerek bize farkında olmadan küreselleşmenin özet bir tanımını da yapmıştı. Sermayenin ve kapitalizmin önünde durma tehlikesi olan her şeyin sıfırlanması, hiç edilmesi, kıymetsizleştirmesi. Velev ki bu din olsun! Durum değişmeyecektir. Bu tam anlamıyla küreselci, batıcı, Amerikancı zihniyetin bir zihniyetin yansımasıydı. Evvelinde Özal benzer savunularla serbest piyasaya, liberal ekonomiye kapılarını açıyordu Türkiye’nin. Yabancı sermaye savunucularının halkı damarından yakaladığı noktaysa: İşsizlik. Bu davranışlarıyla siyasiler, batılıların bize yönelik ‘az gelişmiş ülke’ nitelemesini ispatlamaya çalışır gibidirler.

Tabi burada şunu belirtmeliyiz ki küreselleşen sadece sermaye değildir. İlk akla gelen ve baskın olan iktisadî küreselleşme olmasına rağmen yaşanan bir ‘hayat tarzı, kültür, hadarat ihracı’dır. Batının öngördüğü insanın klonlanmış gibi çoğalmasıdır. Türk, Kürt, Rus, Arap, Fars… Kim olursanız olun bir batılı gibi inanıp, yaşayıp, tüketmelisiniz. Onlar gibi sevinmeli, onlar gibi üzülmeli, onlar gibi yemeli, içmelisiniz. Küreselleşme bunu sağlıyor. Fakat biz sizi değiştirmeye, dönüştürmeye, sömürmeye geldik demek yerine kimi iktisadî çıkarları gereği zaman yerli cuntaları destekliyor kimi zaman da hem iktisadî hem de ideolojik çıkarları gereği insan hakları ve özgürlükleri. Bu ikilik dünya siyasetinin ve ele geçirilmek istenen ülkenin durumuna göre belirlenmektedir. Mesela kimi Uzak Doğu ve Afrika ülkelerinde cuntalar desteklenirken Orta Asya, Doğu Avrupa gibi Rusya tesirinde olan bölgelereyse demokratik kavramlarla nüfuz etmeye çalışmaktadırlar. Demin de belirttiğimiz üzere iki kutuplu dünyanın bitmesi ile Sovyetlerin nüfuz alanı olan yerlere batı bloğu göz dikti. Yakın bir zamanda Ukrayna ve Gürcistan’da yaşanan ‘renkli’ devrimler ‘demokratik kavramların’ başarısıydı. Yani küreselleşmenin. İkna edilemeyen, uşaklar devşirilemeyen ülkelereyse silah zoruyla girilebilir. I. Ve II. Körfez Savaşı, Somali Çıkarması gibi örnekler hafızalarda henüz tazeliğini korumaktadır.

Kültürel küreselleşme yani batılı hayat tarzının yaygınlaşması, televizyon, sinema, sosyal ağ[facebook, yoube], olimpiyatlar ve uluslar arası müsabakalar, festivaller, ödül törenleri gibi birçok unsurla ilerlemektedir. Biz yeni başlayan bir süreci değil devam eden bir süreci ele alıyoruz. Çok çeşitli ayaklara sahip bir kuşatmadan bahsediyoruz.

Tanımıza dönecek olursak ‘dün­ya sistemine uyma, eklemlenme’ demiştik. Sistemi kuranlar ortada: Kapitalist kâfirler. Sitem ortada: IMF, Dünya Bankası, BM, NATO gibi çok çeşitli dallara hitap eden nice kurum. Eklemlenme tarzımız ortada: Her anlamda tüketici ve tüketilen, üretse ürettiğinden yararlanamayan! İşte küreselleşmenin fotoğrafı bu. Burada şunu sormak lazım: Müslümanlar tersinden ve hayırlı bir ‘küreselleşme’ gerçekleştiremez mi? Sorun sınırların şeffaflaşması değil, kimin lehine kimin aleyhine şeffaflaştığıdır. Sorun bir hayat tarzının yaygınlık kazanması da değildir. Sorun, insan düşmanı batı hadaratının dünyayı kuşatmasıdır. Eğer Müslümanlar akidelerine hayatın her alanında yürürlük kazandırırlarsa tersinden bir ve hayırlı bir kürselleşme gerçekleştirebilirler. O günleri görmenin duasıyla…


[1] Bu kavramlaştırmayı ilk kullanan Marshall McLuhan’dır. Kay: Roland Robertson,     Küreselleşme ve Kültür’, Ali Balcı.
[2] TDK, Büyük Türkçe Sözlük, Mehmet Doğan, Büyük Türkçe Sözlük, ‘Küreselleşme’ mad.
[3] Paradigma Felsefe Sözlüğü, Ahmet Cevizci, ‘Küreselleşme’ mad.
[4] Türkiye’de Küreselleşmeye Tepkiler Üzerine, Cem Somel, Praksis Dergisi, Sayı:7, Sayfa: 35-36.
[5] Küreselleşme Yaklaşımları, Mehmet Kaya.
[6] Küreselleşme Süreci ve Çokuluslu İşletmelerin Küreselleşme Sürecine Etkisi, Hasan Tağraf.
[7] Bing Bang ve Mülkiyet Krizi, Abdurrahim Şen. 
[8] Hurriyet Gaz., 23.05.09
[9] Hurriyet Gaz., 10.03.11