22 Ocak 2016 Cuma

Korku/Vüs'at O. Bener

Evim kasabanın mezarlığına yakın. Birkaç ziyaretten sonra hoşuma gitti. Bol servili, çiçeksiz, sade. Ukala taşlar var, ama çoğu adsız. Benim öyle acayip zevklerim yoktur. Burada rahatça içiyorum. Ölülerin duymadığına, kınamadığına eminim. Ne yaptığım onları ilgilendirmez. Sonra düşünüyorum da! En iyisi, düşündüklerimi yüksek sesle söyleyebiliyorum.
Eskiden böyle değildim. Mezarlık korkuturdu. İnsan ölmekten değil, ölümden korkarmış. Daha doğrusu unutulmaktan. Yok olup gitmek kötü şey. Bu kasabada unutmaya da unutulmaya da alıştım; artık umursamıyorum.
Bir gün Halis Usta’nın meyhanesinde konuşuyorduk. Halis Usta Rumelili’dir. Dağlarda az dolaşmamış. Coştu mu, o hırıltılı sesine bakmadan, yanık Üsküp türküleri söyler.
— Beyim, dedi. Neden içilir bilir misin? Kimi derdini, kimi keyfini bahane eder, laftır o, bakma sen. Ben sana söyleyeyim mi, korkudan içilir.
Sonra da bir ağız dolusu güldü. Ben de güldüm.
Halis Usta ne demek istemişti bilemem, ama ben daha ortalık kararmadan meyhanedeyimdir. Üç dört kadeh yorgunluğumu alır. Sonra sıkılırım. Çaresi yoktur artık, ya adamakıllı içersin, ya sıvışırsın. “Soğukkuyu” serindir. Yaz günleri kasabalı buraya taşınır. Bir yanında sel yatağı, öte yanında demir köprü. Söğüt ağaçları, kırık bacaklı tahta masalar, demir sandalyeler.
Hoparlörün çığlığından kimse birbirinin dediğini anlamaz. Buna gerek de yoktur. Boş gözlerle bakınılır. Köprüde “kasabın kızı” göründü mü, “ormancı”nın bostan safası anılır. Zavallıları arkadan kötülerler, ama anlatırken ağızları keyifle gerilir, bakışları koyulaşır. Memur aileleri olabildiğince dikkati çekmeyecek bir köşeye sığınırlar. Kocaları sinirli ortaçağ şövalyesi tavırlarıyla, üzerlerine dikilecek gözleri sindirmeye çalışırlar.
Meyhane dönüşü çevre bir daha hoş görünür. Yeldirmeli kadınların tanıdık yüzleri anlamsız olmaktan çıkar. Yavan soğuk su, boğazımdan tatlı, gevşek bir akışla mideme iner. Hoparlörün kulak paralayıcı sesi yumuşar. Üstelik duyulacağına aldırmadan plaktaki “Cemile”yle birlikte ben de söylerim. Çoğu zaman yalnızımdır. Arada Rahmi de gelirdi. Tek dostum. Asi kıvırcık saçlı, ufak tefek bir genç. Toparlak, esmer yüzünde Halep çıbanı tozlu cam kırığı gibi parlar, sıkıntısı gözlerinde tortulaşırdı.
O gün gelmeye söz vermişti.
Ben kibrit çöplerinden kule yapmaya çabalarken, önemli bir işi varmış gibi hızlı hızlı, sağına soluna bakmadan geldi.
— Merhaba. Biçimsiz yer seçmişsin birader. Bu pis derenin nesini...
— Merhaba.
Alnını uğuşturarak oturdu. Saçlarını karıştırıp duruyor.
— Kepazeye çevirdi herif saçlarımı...
Ağzıma geniş bir gülümseme yayılmıştı herhalde. Yüzünü buruşturdu:
— İşi hep kolayından alırsın. Of be, hâlâ sıcak.
— Soğuk su iç.
— Kurşun gibi oturuyor adamın midesine. -Biraz durdu.-Kurşun gibi azizim. Bu memleket, hey Allahım, şu insanlar... Allah belasını versin.
Aptalca sırıtmıştım. Yük kaldıran birini seyrediyormuşum gibi. Ter döküşüne böylesine ilgisiz, böyle umursamaz bir bakışım olmalıydı.
— Yeşilliye bak, dedim. Yeni bu.
— ...Müzik yok. Oku, bıkarsın. Sineması ahırdan beter...
Yeşilli bize bakıyordu. Dürttüm oralı olmadı. Hâlâ söyleniyor:
...Sekiz saat otursak, kimse gelip bir şey sormaz. Hayvan herif, berbat etti saçlarımı...
— Güzel değil mi?
— Ne?
Sesimi yükseltip açıkladım: — Şu, gri elbiselinin yanında oturan papatya saçlı.
Dikkatle süzdü.
— Kimbilir ne beyinsizin biridir. Dudakları çarpılmıştı.
— Kafasından sana ne. Klemanso ne demiş? Clemenceau muydu?
— Bırak canım şu herifi. -Seslendi.- Hey garson! Patlıyoruz sıcaktan birader. Bir gazoz getir. İçimden, “Cemo - Cemile” diyordum. Bana ne Clemenceau’dan. Dünya güzel. Parkta bugün bir yeşilli var. Gözleri belki kahverengidir, ama mavi. Saçları belki keçe gibidir ya, yaprağın hışırtısındaki hafiflik var dalgalanışında.
Tiyatroya -tiyatroya!- gidebilirdim. Yarıda bırakır, sinemaya da gidebilirdim. Geçen yıl gördüğümüz Arap kızı, dolgun göğsü, tulum kollarıyla gene verem döşeğinde olurdu. Palabıyıklı babası pişmanlık gözyaşları döker. Fakir delikanlı, altın dolu torbayı zalim babanın suratına “al!” diye fırlatır, sonra kırklık sevgilisinin ardından kaz boynunu daha da gererek göz kırpmadan kendini Nil’in koynuna atardı. Çevremde kolları bilezik yüklü, çarşaf benzeri siyah urbalar giyinmiş kadınlar hıçkırıklarını tutamaz. Sarhoş olduğum için, gülersem ayıplanacağımdan korkmazdım. Dönüşte bir düğün evinin kapısı açık olurdu belki. Harmandalı oynarken yıkılırmışım ne çıkar? Nasipsiz sanatçı çingene kemancıyla iki laf atardık...
Rahmi’nin gazozu gelmişti. Bile bile sordum:
— Tiyatroya gelir misin? Yeni birkaç güzel kadın var.
Acır gibi yüzüme baktı:
— Anlamıyorum seni birader. Dünyanın en budala herifiyle iki saat tavla atarsın. Bu mendebur yerde burnunu havaya diker, oturur durursun. Ne zevki var bunun? Kahrolup gidiyoruz işte...
Egzotik, derdi Rahmi. Uzak, sıcak iklimleri düşler, şiir yazar. Şiirlerinde hep yosun gözlü, papatya saçlı birine seslenirdi. Pembecik zarflı mektuplar bekler, Baudelaire’in ateşli, orta malı dizeleri dilinden düşmez. “Yeşilli, Süleyman Bey’in yeğeniymiş. Annesiyle bir aylığına misafir gelmişler. Benden okunacak bir şey istiyorlar, kızın canı sıkılıyormuş da. Senin kitaplardan göndersek?” dediğim zaman, vermut kadehinin şurup rengine bakıp:
“Senegal’li bir kadının meme uçları bu renktedir!” demişti.
Eskiden böyle değildim. Bu korku içime yeni girdi. Ne mezar taşlarından, ne de unutulmaktan korkuyorum. Değil. İçimde anlatılmaz bir ürperti var sade.
Bugün, gene taşlı yoldan girip, büyük servinin dibindeki yerime oturdum. Yassı tümseğin ortası bir kadın karnı gibi yumuşak. Gök yıldızlı, dalların uğultusu hafif. Rahmi’yle buraya hiç gelmemiştik. O karanlığı sevmezdi.
Başkalarıyla konuşurken dediklerime gülümsemek sıkıntılı. Ağzın çorak. İyisi mi diyorum, çek bir yudum daha. Sonra ahbapça ağaçlara sesleniyorum, gülen yok. Bir de, kötü kötü düşünüyorum.
“Başlangıç belli, son da. Ne diye haykırırız? Nereden geldik, nereye... Ananın karnından çıktın, toprağa gireceksin, basit.”
Güldüm. Başım ağrısız. Ay birazdan çıkar, ama sevdiğim yanımda olamazdı. Sevdiğim! Olsaydı, herhalde parka giderdik. Ona, aya bak, demek zorunda kalırdım.
İki servi arasındaki bulut adama benzedi. Biraz daha sarhoş olsaydım, biçiminin ruhumu andırdığını düşünürdüm.
“Başını almış, geziyor!”
Dizime bir çekirge sıçradı. Pek kalabalık değiliz.
Bu korku yeni girdi içime...
Solucanı ortasından bölersin, iki parça kendi yoluna gider. Kişi, Zeus’dan güçlü, ama solucandan zayıf. Tek kalmaya yargılı. Mezarlara bile teker teker giriliyor.
“Tuhaf.” Ark susuz, çarpık evler uykuluydu. Kalabalık içinde ağlamaklı olurum. O gün eve dönerken iyiydim. Yeni Bahçe’deydik.
Bekçiden sigaramı yakarken baktım, kapının önüne gölgesi düşmüş. Yaklaşınca seslendi:
— Neredesin birader! Bir saattir buradayım.
Ben “dostum” derim, Rahmi “birader”i sever.
— Hava almaya çıkmıştım.
Yüzü sıcak, soluması garipti. Ekledim:
— Sende garip bir hal var, gir hele içeriye.
— Canım sıkıldı. Evde biraz içtim, aklıma sen geldin.
— İyi ettin.
Girdik.
— Dikkat et, basamağın biri çöktü, düşersin. Arkamdan gel, sağdan. Pencereden ışık giriyordu. Elektriği yakmadık. Şimdi serviler daha sessiz. Halis Usta’nın meyhanesinde sarhoşların iyi saati çalmıştır. Selami bile espri yapmaya kalkar.
Düşünüyorum da, ben asıl orada korkuyormuşum gibi geliyor. Orada balonumu bağlayan ince ipin tehlikede olduğunu sezinsiyorum. Burada... Rakım soğuk değil. Sigarayı bırakmamaya da karar verdim. Zavallı anam beni bu halde görse ne yapar? Önemsemiyorum. Sanki düşünen ben değilim.
Düşünmüşsün, düşünmemişsin ne olacak? Bir tuhaflık vardı o gün Rahmi’nin üstünde. Yeni elbisesini giymişti. Hamama da gitmiş. Durdu durdu:
— Ne tavsiye edersin kurtulmak için? dedi.
Sıkıntıyla sordum:
— Neden?
O, şaşacağıma göre hesaplanmış, alaycı bir gülümsemeyle sigarasından nefeslendi, hafifçe:
— Papatyadan! dedi.
Papatya saçlı sevgilisi. Kim derdi ki! Kitap listesinde Dostoyevski’hin işaretlendiğini gördüğümüz gün, dostumun kuşkuculuğu bir anda erimişti, ama ben bu sonucu kestirmemiş değildim. Parktaki Yeşilli’nin, bu mistik, saralı yazarı sevebileceğine akıl erdiremiyordum doğrusu.
Pembecik zarflı mektupları düşündüm.
— Onu öptüm, biliyor musun. Soğuk geldi. Sen böyle misin?
Güldüm. Öyleyim. Soğuk, sıcak. Ne olacaktı yani, pek mi önemli.
— Dikkat etmedim, dedim.
O anda baktım, gözleri yosun gibiydi. — Kızıyorum, dedi, küfretti. İlk kez aldandığı belliydi. Güzel, sıcak halbuki. İlk gördüğümüz gün... Biliyorsun değil mi? Düşün ki Dostoyevski’yi istemişti. Ama bugün.
“Acemi. İlk öpülen kız hep böyle olur.”
— Çok tuhaf oldum. Ama bunu bekliyormuşum gibi içimde bir his de vardı. Tatsız. Üşüdüğümü sandım. Sanki elimi boş bir küpe daldırmışım gibi. Boşluk hissini bilir misin?
— Güldürme. Mesele o kadar önemli değil. Yahut arzuladığın ölçüde önemli.
— Şu halde? İntihar et. Kolaydır.
Pencereden uzun uzun dışarıya baktı. Serviler hoşuna gitmiş olmalıydı. Başını salladı.
— Düşünmedim değil. Hakkın var. Sebep bulmak güç olacak yalnız. Arkamdan aptal densin istemem. Ne demeli bırakacağım mektuba? Halis Usta’nın sözü geldi aklıma. Gülerek: “Korku” denebilir, dedim. Yüzüme baktı.
—İyi.
Boşalan kadehini doldurdu. — Sağlığına!
Bir yudum aldı. Ağzının kenarında kararlı bir çizgi belirmişti. O anda belki de gerçekten korkuyordu. — Tabancan var mı?
— Yok.
— Kimden bulabilirim?
Alaycı bir tavırla:
— Selami’nin var, dedim.
— Peki, haydi Allahaısmarladık.
Yeni elbisesini giymişti. Hamama da gitmiş.
— Güle güle. Dikkat et, merdivenin basamağı kırıktır.
Gitti.
“Mesele basit. İpleri kopan balonu kim tutabilir?” Birkaç gündür onun tümseğine oturup içiyorum. Yakınacak hali yok, ama gene yalnız.
Bu korku, ertesi gün Halis Usta’nın meyhanesinde içerken doğdu içime. Yoksa, ölülerin duymadığına, kınamadığına eminim.

21 Ocak 2016 Perşembe

KEMAL TAHİR'İN TASARLADIĞI FİKİR KAVGASI - II

Yazının ikinci bölümüne ayrı başlık koymuş: Meseleler Biraz göz gezdirince, bu Meselelerin, Kemal Tahir'in fikir sorunları olduğu kolayca fark ediliyor: ve apaçık görülüyor ki Kemal, bu güne kadar tek başına ürettiği ve yürüttüğü fikirlerin kavgasını -bundan böyle yüklenecek bir dergi, bir kadro istiyor... Aslında bu dergi gayreti, Kemal'in yeni bir fikir kadrosu oluşturma gayretinden başka bir şey değil... Şimdi, Derginin, nelerin yanında, nelerin karşısında olacağını gözden geçirelim: 
I)  Dış güçlerce boğuşma... Dış güçlerin, içteki yerli ve yabancı örgütlerin ve ajanlarının, Devleti, Hükümeti ve diğer resmi, özel kuruluşları denetlemesi, sevk ve idaresi- uzak yakın- etkilemesi önüne kesinlikle geçilmeden, -yani, Türk Türk'e, daha doğrusu Yerli Yerliye kalmadıkça - hiç bir köklü tedbirin alınamayacağı, alınacak tedbirlerin ise müsbet sonuç vermeyeceği.)
 II)  İçte, bütün tabu'larla, tabulaştırmaya yeltenen iç ve dış kandırmacılarla boğuşma... Bu boğuşma, sürekli olmalı, hiç bir gündelik çıkar içirı savsaklamamalı...
 III) Eski değerleri ve yeni değer kılığına sokulmak istenen aldatmaları, saptırmacaları açıklamak, yeniden inceleyip kaynaklarına ışık tutmak. Başlangıçlarından günümüze kadar gösterdikleri çeşitli, ibret alınacak değişiklikleri aydınlatmak...
 IV) Tarihimizle ilintimizi kesmemizin nedeni? Bunun, kimin işine yaradığı, ilerde yarayacağı, (Bir toplumun yolu, geleceğinde değil, tarihinde kesilir) ... Bir toplumu tarihsiz bırakmak, onu, modern silahlarla silahlıyor görünerek, kesinlikle silahsız bırakmak demektir. Tarihten yararlanmak, toplumların var olmak şartlarından biridir. Tarih, bir toplum için aleyhe işliyor görünüyorsa, tarihten yararlanmak dış düşman ajanların eline geçmiş, tersine çevrilmiş demektir. Tarihi, tekerrür'den ibaret saymak yobazlıktır. Bu yobazlığın hiç bir çıkış yolu olmadığı için, esasta önemli bir zararı da dokunmaz. Bunun gerçek zararı, ancak, bunu izleyen alıklar içindir. Bunu göstererek yeni kuşkuları tarihten uzak tutmak, dış düşmanların oyununa gelmektir. V) Osmanlı değerlerinin üzerinde durmak meselesi...
 VI) Üç büyük yanılgının aydınlanması: 
a) Doğu'da durgun toplum,
b) Genel Kölelik,
c) Despotluk yanılgıları...

VII) Osmanlı İmparatorluğu'nun Batı bilim ve fikir hayatındaki yeri... Neden Osmanlı etrafında gayet kalın bir "unutturma duvarı" çekilmiştir? Bu duvar, bugün bile - mümkün olduğu kadar - kalınlaştırılmak istenmektedir...
 VIII) Yakın tarihimizin tersine çevrilmiş gerçekleri...
IX) Tarihten kopuşumuzu, ona tekrar dönmeyi önlemek için tutulan yollara bakarak, Dil, Harf Devrimi denilen bilgisizlikler, dünya fikir ve edebiyat değerini dilimize çevirirken, tarihimizdeki yazılı değerlerin bilgisizce, düşüncesizce, insafsızca $Örmezden gelinişi...
X) Osmanlı - Türk ilintileri. Bu ilintiye verilen yanıltıcı anlam. Türklerin Osmanlı despotluğundan kurtulmaları, ya da kurtarılmaları aldatmacası... (Başka bir Osmanlı Milleti varmış gibi...)
XI) Gerek Balkanlarda, gerek Ortadoğu’da, Milli Kurtuluş ve Bağımsızlık hareketi gibi görülen davranışların, aslında birer parçalayıcı Emperyalist planının uygulanmasından başka bir şey olmadığı gerçeği.
XII) Osmanlı edebiyatı, şiir (Divan, tekke, halk) düzyazı (nesir), musiki, yazı, tezhip, resim, mimarlık üzerindeki aldatmacaların foyasını meydana çıkarmak. ..
XIII) Osmanlıda Halk hareketleriyle Devlet ilintisine yeni bir açıdan bakılması gereği. (Bilhassa tekkeler, aleviler, aşiretler meselesi.)
XIV) İmparatorluğun tasfiyesi işinin yeniden gözden geçirilmesi...
XV) Batılaşma'nın saraydan geliş nedenleri? Buna karşı, Osmanlılığı sırtında taşıyan halkların haklı reaksiyonları. 
XVI) Öğretmen ve öğrenci meselesi. (Yüksek okul öğrencisi) Politika yapmak ve gerçekleri görebilmek için:
 a) Gündelik gazeteler izlemenin, taraf tutmanın yetmediğini, her zaman eski kalıplarla yetinen, yazılarının yüzde onundan artığını dış olaylardan alan dergilerin kolaya kaçma -tembellik yöntemi- beslemekten başka bir işe yaramadığını anlatmak, öğretilen ve kabul edilen fikirlerin yaşamada ve mesleğini yapmakta kolaylaştırıcı mı, yoksa zorlaştırıcı mı olduğunu gözden uzak tutmamayı hatırlatmak.
b) Gazete fıkracılarıyle, ölülerini gezdiren tükenmiş yazarların değerince önem vermeyi, bunların çoğu zaman hiç bilmediklerini, bilir gibi yazdıklarını, bildiklerini de - yaşama şartları derbeder olduğu için - doğru yazmadıklarını, genellikle, en büyük gazetelerin ikinci sayfa allameliklerinin kat'iyyen kolay sanılmaması gerektiğini, böylece basılmış yazının aldatma etkisine karşı savunmaya geçmelerini. c) Meslek arkadaşları arasında, meselelerimizi gerçekten tarihsel oluşları içinde araştıranlarla, gündelik gazetelerin temelsiz palavralarında kalanların madrabazlıklarını iyi ayırt etmelerini, böylelerini, bir tek yoldan layık oldukları yere koyabileceklerini, bu yolun da artık "gerçekten okuyorlar mı, yoksa kitapları şöyle bir süzüp ya da kulaktan duyduklarıyle okumuş görünerek mi bir çeşit fikir dolandırıcılığına, bilgeçlik numarası yapmaya mı kalkıyorlar? .. " Bunu erkenden ayırt etmeli, laflarına, latife değerinden fazla önem verilmemesini sağlamalı, okunma güçlerini yitirmiş fosiller için, okuma güçlerini, gerekli zamanlarını boş yere harcamamalarını anlatmalı...
d) Böylelerinin hayatlarında zamparalığın, kâğıt oyunlarının, içkinin yerine bakarak, okuduklarını ileri sürdükleri kitaplardan ayrıntılar üzerinde sorular sorup sınava çekerek zararlarını aza indirmenin mümkün olduğunu.
e) Hayatını yakından tanımadıkları adamların, başların dan geçmiş gibi anlattıkları olayları örnek göstererek gündelik sonuçlar göstermelerine papuç bırakmamak gerektiğini öğretmeli.
f) Hepsinden önce, okuttukları derslerin kitaplarında Türk insanının dünya görüşünü yaşamakta başarılı olmasını, milli meselelere değil, yabancı ideolojilerle ilgilenmesini sağlamak için, bilir bilmez sokuşturulmuş fikirleri, görüşleri, propagandaları, büyük ve açık yanlışları hemen tespit edip açıklamaları gerektiğini aralıksız hatırlatmalı.
g) Devletçe basılacak tek kitap sistemine gidilmesinin aralıksız istenmesi lüzumunu savunmalarını, aralıksız söylemeli.

 Yazıyı okuyup bitirince, başımı Kemal'e kaldırdım,
 - Tamam -dedim-, Böyle bir Dergiye ben de varım! Bize ne hizmet düşüyorsa koşuluruz...
 - Ne koşulması, arkadaş! ... Ben seni zaten Dergi'nin Kurucularından sayıyorum.  Gülüştük, bir süre sonra Dergi üzerinde daha derli -toplu konuşmaya başladık. Kısaca şöyle özetleyebilirim:
 "- Ben yıllar yılı, buraya yazdığım fikirlerin kavgasını veriyorum zaten... Bu kavgayı, tek başıma sürdürmekten yorulduğumu söyleyemem ama, tek kürekle bu fikirlerin çok ağır ilerlediğinin farkına vardığımı senden saklamayacağım. Eğer bu düşüncelere inanıyorsak, niye evin içinde konuşulsun... Güneşin altına çıkması gerek! ... Osmanlı Tarihimiz için, Yakın Tarihimiz için, Batı hesaplaşması, Dış güçler ve yanılgılarımız için söylediklerimin hepsi, yalnız benim bulup çıkardığım fikirler değil. .. Bunların arasında bize unutturulmuş fikirler de var. Unutturanların nasıl bir hesabı olduğu, bu fikirler günışığına çıktıktan sonra belli olacak! Bu fikirlerin güneş altına dökülmesinin yolu bir Dergi çıkarmaktır."
 "Birtakım işgaller, boykotlar, sındırmalar, öldürmeler var! Birtakım partilerde fikirleşme çabaları, birtakım partilerde, eski fikirleri, eski pabuçlar gibi boyayıp, cilalayıp göze hoş gösterme gayretleri var! ... Toplumun hamuru değişiyor, ya da değiştirilmeğe çalışılıyor. Ben bu olayların karşısında günü gününe tavır alıyorum. Ama yeter mi bu? .. Benim aldığım tavrı senin gibi bir iki dostumdan başka kim biliyor? Bizim, bu milletin okumuşu olarak bir görevimiz var. Doğru bildiklerimizi sıcağı sıcağına söylemek.. Bunu Romanımla yapamam ben .. "Devlet Ana"yı okuyanlardan bazıları geliyor, "aman ne iyi oldu, yazdın da Osmanlı'nın kuruluş günlerini senden öğrendik .."  diyorlar. Sonra ekliyorlar: "Bir de günümüzü anlatan bir roman yazsan da olayların karşısında şaşırmaktan kurtulsak. "Elbette böyle düşünenler Roman okuyucusu bile olamazlar.: Ama günlük olaylar içinde toplumun ne kadar sıkışık olduğunu iyice ortaya koymuyorlar mı? ... İşte bunlara da düşüncelerimizi söylemek için Dergi gerek! ..."  "Biz, tarihi çalınmış bir milletiz. Hiç kimse hırsızların yakasına yapışmıyor. Biz yapışacağız; "Gel bakalım arkadaş, diyeceğiz, beni anamdan, babamdan etmenin hesabını ver bir! ... Kimin uşağı olduğunu söyle ki, senin gibi bir pislikle elimi kirletmeyeyim, efendini geçireyim avucuma... Bunu söylemek, bu hesaplaşmayı yapmak da bize düşüyor. Ağzımızın tıkacı sökülüp atılsın, dilimizin mührü kaldırılsın, bizi değµeğe takılmış karagöz gibi oynatmaya hevesli düşmanların yığdıkları rezil sis şöyle bir dağılsın da Türk Türke kalalım, yahu! Şu bugünkü ortama bak! ... Partilerden kişilere kadar -bıçakla bölünmüş gibi-ikiye ayrık... Biri, ötekini kesinlikle anlamıyor! Hiç Türk Türke kalsak, birbirimizi anlamaz mıyız?.. Demek bizi yalnız bırakmayanlar var! .... İşte onların yüzlerindeki maskeleri de günü gününe çekip yere çalmak için, Dergiye gereksinmemiz var!... Bugün bizim için dergi, bir zaman her derdin devası olan Asprin gibi bir şey! .. Alacaksın şıp diye sancı kesilecek! Hiç değilse, kendi karnımızın ağrısı diner ya! .. Ona bak sen!”




16 Ocak 2016 Cumartesi

KEMAL TAHİR'İN OLAYLARA BAKIŞI - 28 Haziran 1960



Bugün Kemal Tahir bendeydi. Orhan Apaydın, Zihni Kanmaz, Sabahattin Selek bir araya geldik. Kemal 'in cümbüşlü üslubu içinde saatlerin nasıl geçtiğinin farkında bile değiliz. Dahası, günlük yaşantımızın farkında olmadığımızı ortaya çıktı. Kemal, bir aydır gözümüzün önünde olup biten olayları -kendi açısından- değerlendirince, hepimizi bir kuşkudur sardı. Gerçekten insanoğlu,”O mahiler ki derya içredir, deryayı bilmezler" denildiği gibi, çevresini ve çevresinde olup bitenleri gereği gibi kavrayamıyormuş! Kemal Tahir bugün, 27 Mayıs ve Milli Birlik Komitesi üzerinde hepimizi şaşırtan bir konuşma yaptı. Kemal, bizi şaşırtan düşüncelere ulaşmak için taze haber kaynakları bulmuş değildi. Elindeki bilgi, hepimizin elinde olan bilgi idi. Fakat bizden çok farklı bir değerlendirme yapıyor. Hemen her sohbetimizden kendisinden yeni bir şeyler öğrendiğimi biliyordum. Fakat bunları bir yere yazmayı şimdiye kadar hiç düşünmedim. Kemal Tahir, sıradan adam değil.  Önemli adam!. İster onun fikir çizgisini belirlemeğe yarasın, ister ondan neler öğrendiğimi hatırlamama yardım etsin, önemli bulduğum konuşmaları bundan böyle yazacağım ve saklayacağım. İçtenlikle bu karara vardığım için, yatmadan önce bunları çabuk çabuk karalıyorum. Gerçi Kemal'in sohbetlerini yazmak kolay bir iş değil; çok renkli konuşuyor! En güç anlaşılır fikirleri, kolayca döküveriyor sözcüklere. Hele, fikirlerin sizi yorduğunu fark edince, orta anadolu türkçesine vurup konuyu bir hafıfletmesi var ki, anlatılacak gibi değil! Kendi kendime düşündüm, konuşmalarını özgün yanlarıyla özetleyeceğim. Elverdiğince, kendi sözcüklerini aklımda tutmaya çalışacağım ki notlarda biraz da sohbetin rüzgarı bulunsun.

Kemal Tahir bıyık altından zehir gibi gülüyordu: "-Gördünüz mü arkadaşlar gazeteleri? Gayri gözümüz aydın; gayri Türkeş albayımızın sayesinde canımızı gölgeye attık. Bundan böyle şaşırma yok artık! Albayımızın yeni kuracağı dernekten Demokrasi ilkelerini öylesine ezbere alacağız ki, yeniyetme medrese uleması kaç parda! ”Adalet" dediler mi,”dürüstlük" dediler mi,”demokrasi" dediler mi ağzımızdan ballar, şerbetler akacak! Türkeş albayımız bizi adam etmeğe karar vermiş canım! 


Bir kaç gündür gazeteler ve radyolar, Türkeş'in denetimindeki Başbakanlık Dairesi, adalet, dürüstlük ve demokrasi ilkelerini ayakta tutmak, özgür düşünce ve bilimin ışığı altında Türk halkının manevi ve ruhi dünyasını sağlam temellere oturtmak amacıyla bir plan hazırlanmasını, Milli Eğitim, Maliye ve İçişleri Bakanlıklarına görev verdiğini duyuruyorlardı. Bu plan gereğince bir dernek kurulacak. Devlet tarafından finanse edilecek bu dernek, Edirne'den Kars'a bütün ülkede şubeler açacak ve burada aydını, genci, yaşlısı, kadını, erkeğiyle bütün vatandaşları eğitecek. Bu eğitim sona erdikten sonra seçimler yapılıp yeni parlamento kurulacakmış. Kemal, bu habere deyinmek istiyordu.”Kişiyi nasıl bilirsin" hesabı, kim gelse koşuyoruz peşisıra; bu adam,”Kötüye karşı çıktı, iyidir her hal" diye.  Kimdir, nedir, neyin nesidir, arayıp sorduğumuz yok. Şu Milll Birlik Komitesi, söz temsili, bir sabah paldır küldür geldi:”Nato'ya bağlıyız, Sento'ya bağlıyız, kimseyle kavgalı değiliz, aranızda kapıştınız, biz ayıracağız." dedi. Öylesine inandık ki, parmak şıklatıp oynamaya durduk sokaklarda Vaz geçtim, kimdir, nedir, neyin nesidir diye araştırmayı, bari adamın _sözüne baksak ya!.  'Sento'ya bağlıyım, Nato'ya bağlıyım' diyor, sonra biz, sonra Marksist Kemal Tahir, gelenlerden bir şey umuyor!.  Akıl göğe çekilmiş olmalı hiç kuşkusuz, yoksa bu rezilliğe düşmeyecek insanoğlu.” Yahu, biz kaç uykumuzdan kimin sesiyle uyandık 27 Mayıs'ta?. Türkeş albayımızın sesiyle değil mi? Eee. Kim bu Türkeş albay?. İsmet Paşa'nın tabutluklarda tırnağını söktüğü Turancılarımızdan biri!.  Şu devrilen Demokrat Parti'yi ne ile suçluyoruz? Faşistlikle! Kimmiş bu faşist, Demokrat Parti'yi geceyarısı deviren? Faşisti de geçip Ergenokon türküleri çağıran Alpaslan Türkeş! Bizde hiç şuncacık akıl olsa, bu yaş tahtaya basar mıydık? Ben haftasına aydım aymasına ya, ama aymaz olaydıın diyesim geliyor Kimin kulağına çıtlattıysam, bel bel yüzüme baktı da,”Ne söylüyor bu adam?" dercesine gözlerini belertti; sonra yanımdan savuşup; gitti.”Al işte aôkadaş, senin özgürlük melaikesi dediğin Türkeş albayın!  Her kasabaya okul açacak da bize adamlık öğretecek, demokrasi, adalet, dürüstlük dersi verecek; biz, ya bunları Türkeş albayın istediği biçimde öğreneceğiz, ya da öğrenene kadar özgürlük melaikesi albay başımızda bağdaş kurup oturacak! İyi mi? Beğendiniz mi şimdi olanları?”

“Hiç düşünmüyoruz: bu Türkeş albay 27 Mayıs sabahı radyolarda hangi türküyü çağırıyordu?.”Nato'ya bağlıyız, Sento'ya bağlıyız." Yahu bizde akıl gibi bir akıl mı var?  Nato'ya bağlısın, Sento'ya bağlısın da, senin gibi hem Nato'ya, hem Sento'ya bağlı, üstelik de silahla değil, seçimle gelmiş bir iktidarı niye tepeliyorsun bakalım? deyip yakasına sarılmıyoruz! Bırak, sarılmak şurada kalsın, ardısıra geziniyoruz ki, Allah beterinden esirgesin! 


Kemal Tahir'le birlikte, üç buçuk saat hep aynı konuyu konuştuk. Değişik açılardan yapılmış eleştiriler hep Kemal Tahir'den geldi. Kemal'e göre,”Alpaslan Türkeş, kendi başına böyle bir kararı veremez." Besbelli ki, Komitede böyle düşünenler var. Böyle düşünmeyenler olduğunu da İsmet'in ve Sabahattin'in sınıf arkadaşı olan komite üyelerinden biliyoruz.”Öyleyse, bölündü komite demektir" diye yorumunu ta mamladı.”Komite bölünmüşse, Alpaslan albay belki planını yürütemez. Ama biz buna bağlanacak değiliz. Devletin arkaladığı resmi derneklerle eğitime koşulmak, aslında bahane Gitmek istemiyorlar!.  Bir yandan, partilerin ocak-bucaklarını kapatıyorlar, bir yandan köylere kadar,-uzanan devlete dayalı kendi ocak-bucaklarını açmaya hevesleniyorlar. Kimseye yutturamazlar bunu. -Böyle bir işe koşulmak da kimseye kalmamış.  Milli Birlik Komitesi bu işe bulaşırsa üfürükle dağılır gider alimallah İsmet Paşa'nın sabrını tüketmesinler!”Kemal Tahir'in çözümü güç yanlarından biri de, İsmet Paşa tutkusudur. İsmet Paşa'nın Başbakanlığı sırasında 17 yıl ceza giymiş, bunun on üç yılını Çorum, Malatya, Çankırı, Kırşehir damlarında yatmış olduğu halde, - başkaları gibi- ne devlete küsmüş, ne İsmet Paşa'ya öfkelenmişti. Tersine İsmet Paşa'nın yaman bir devlet adamı olduğuna inanırdı. Önemli bir olay oldu mu Kemal Tahir hemen sorardı:”İsmet Paşa ne diyor bakalım?" Onun söylediğinde Kemal Tahir'e göre, daima bir devlet kerameti vardı! Damarına basmak için yüklendim: - Hani senin İsmet Paşan, Kemal?  Sabrı ne zaman tükenecek ki?.  Adamlar hükümeti ve Meclis çoğunluğunu Harbiye’ye kaptırıyorlar, İsmet Paşa susuyor! Tabutluklardan çıkan Türkeş” önce okutup imtihan edeceğim, sonra seçimler olacak" diyor, İsmet Paşa yine susuyor!. Ne zaman sabrı tükenecek bu mübarek Paşa'nın?  Mısır'ın Sfenksi dile gelecek, İsmet Paşa gelmeyecek!  Kemal Tahir tasarladığım gibi hemen Paşa'yı arkaladı:”- Dur hele!. Sana ne göründü de böyle konuşuyorsun bakalım? Bu sıra İsmet Paşa'nın susması mı önemli, yoksa konuşması mı? Konuştu mu, Paşa'nın ne düşündüğünü, olayı nasıl yorumladığını şıp diye anlarsın.  Ya susarsa?. arkadaş. ya susarsa n'aparsın?. Başlamaz mı karnın ağrımaya? ”Bu devlet tilkisi neyin peşinde bakalım,” diye dönenmez misin?  İsmet Paşa neyi bilir, neyi bilmez, tartışılır ama, lafın sırasını bilir!  Neden vazgeçer, neden vazgeçmez bilmem ama, devlet'ten vazgeçmediğini adım gibi bilirim. (Sonra bana döndü) Sen İsmet Paşa'nın ardı sıra ne arıyorsun hele!? Menderes'in ebcedini bitamam aklına sindirdin de İsmet Paşa'dan "Kurt Kur"anı" hatmine mi çökeceksin…” 
Kemal Tahir'in sözleri, hepimizin kahkahalarıyla noktalandı.

İsmet Bozdağ’ın Notu: Kemal Tahir'in o günlerde yaptığı bu konuşmalar, belki kırk yılsonra bugün doğal görülecektir. Bu fikirleri, 27 Mayıs'ın ikinci haftasında söylemeğe başlayan Kemal Tahir'in, ne türlü etkilerden kolayca sıyrıldığını anlatabilmek için, 27 Mayıs'ı yapanların içinde yaşamış yazar Bedii Faik'in 1967 yılında yayınladığı anılarındaki şu cümleleri, ”İhtilalciler Arasında Bir Gazeteci" adlı kitabının 36'ıncı sayfasından aktarıyorum: ”Onlar söyledikçe, gönderdikçe (yani 27 Mayısçılar) biz yazıyor, biz yazdıkça da onlar söylüyorlardı. Bugün ihtimal:”İnanmasaydınız!" demek, çok kimseye kolay gelir. O günleri anlayabilmek için, sadece yaşamış olmak yetmez; onlardan öncesini de bizler gibi yaşamış olmalı." Bu sözlere karşı şunu söylemekle yetineceğim: Kemal Tahir: ”o günlerin öncesi"ni de sayın yazar gibi tedirgin yaşamış, hazırlanmış valizi kapının yanında, tutuklanıp cezaevine götürülmesini haftalarca beklemişti…