22 Ocak 2016 Cuma

Korku/Vüs'at O. Bener

Evim kasabanın mezarlığına yakın. Birkaç ziyaretten sonra hoşuma gitti. Bol servili, çiçeksiz, sade. Ukala taşlar var, ama çoğu adsız. Benim öyle acayip zevklerim yoktur. Burada rahatça içiyorum. Ölülerin duymadığına, kınamadığına eminim. Ne yaptığım onları ilgilendirmez. Sonra düşünüyorum da! En iyisi, düşündüklerimi yüksek sesle söyleyebiliyorum.
Eskiden böyle değildim. Mezarlık korkuturdu. İnsan ölmekten değil, ölümden korkarmış. Daha doğrusu unutulmaktan. Yok olup gitmek kötü şey. Bu kasabada unutmaya da unutulmaya da alıştım; artık umursamıyorum.
Bir gün Halis Usta’nın meyhanesinde konuşuyorduk. Halis Usta Rumelili’dir. Dağlarda az dolaşmamış. Coştu mu, o hırıltılı sesine bakmadan, yanık Üsküp türküleri söyler.
— Beyim, dedi. Neden içilir bilir misin? Kimi derdini, kimi keyfini bahane eder, laftır o, bakma sen. Ben sana söyleyeyim mi, korkudan içilir.
Sonra da bir ağız dolusu güldü. Ben de güldüm.
Halis Usta ne demek istemişti bilemem, ama ben daha ortalık kararmadan meyhanedeyimdir. Üç dört kadeh yorgunluğumu alır. Sonra sıkılırım. Çaresi yoktur artık, ya adamakıllı içersin, ya sıvışırsın. “Soğukkuyu” serindir. Yaz günleri kasabalı buraya taşınır. Bir yanında sel yatağı, öte yanında demir köprü. Söğüt ağaçları, kırık bacaklı tahta masalar, demir sandalyeler.
Hoparlörün çığlığından kimse birbirinin dediğini anlamaz. Buna gerek de yoktur. Boş gözlerle bakınılır. Köprüde “kasabın kızı” göründü mü, “ormancı”nın bostan safası anılır. Zavallıları arkadan kötülerler, ama anlatırken ağızları keyifle gerilir, bakışları koyulaşır. Memur aileleri olabildiğince dikkati çekmeyecek bir köşeye sığınırlar. Kocaları sinirli ortaçağ şövalyesi tavırlarıyla, üzerlerine dikilecek gözleri sindirmeye çalışırlar.
Meyhane dönüşü çevre bir daha hoş görünür. Yeldirmeli kadınların tanıdık yüzleri anlamsız olmaktan çıkar. Yavan soğuk su, boğazımdan tatlı, gevşek bir akışla mideme iner. Hoparlörün kulak paralayıcı sesi yumuşar. Üstelik duyulacağına aldırmadan plaktaki “Cemile”yle birlikte ben de söylerim. Çoğu zaman yalnızımdır. Arada Rahmi de gelirdi. Tek dostum. Asi kıvırcık saçlı, ufak tefek bir genç. Toparlak, esmer yüzünde Halep çıbanı tozlu cam kırığı gibi parlar, sıkıntısı gözlerinde tortulaşırdı.
O gün gelmeye söz vermişti.
Ben kibrit çöplerinden kule yapmaya çabalarken, önemli bir işi varmış gibi hızlı hızlı, sağına soluna bakmadan geldi.
— Merhaba. Biçimsiz yer seçmişsin birader. Bu pis derenin nesini...
— Merhaba.
Alnını uğuşturarak oturdu. Saçlarını karıştırıp duruyor.
— Kepazeye çevirdi herif saçlarımı...
Ağzıma geniş bir gülümseme yayılmıştı herhalde. Yüzünü buruşturdu:
— İşi hep kolayından alırsın. Of be, hâlâ sıcak.
— Soğuk su iç.
— Kurşun gibi oturuyor adamın midesine. -Biraz durdu.-Kurşun gibi azizim. Bu memleket, hey Allahım, şu insanlar... Allah belasını versin.
Aptalca sırıtmıştım. Yük kaldıran birini seyrediyormuşum gibi. Ter döküşüne böylesine ilgisiz, böyle umursamaz bir bakışım olmalıydı.
— Yeşilliye bak, dedim. Yeni bu.
— ...Müzik yok. Oku, bıkarsın. Sineması ahırdan beter...
Yeşilli bize bakıyordu. Dürttüm oralı olmadı. Hâlâ söyleniyor:
...Sekiz saat otursak, kimse gelip bir şey sormaz. Hayvan herif, berbat etti saçlarımı...
— Güzel değil mi?
— Ne?
Sesimi yükseltip açıkladım: — Şu, gri elbiselinin yanında oturan papatya saçlı.
Dikkatle süzdü.
— Kimbilir ne beyinsizin biridir. Dudakları çarpılmıştı.
— Kafasından sana ne. Klemanso ne demiş? Clemenceau muydu?
— Bırak canım şu herifi. -Seslendi.- Hey garson! Patlıyoruz sıcaktan birader. Bir gazoz getir. İçimden, “Cemo - Cemile” diyordum. Bana ne Clemenceau’dan. Dünya güzel. Parkta bugün bir yeşilli var. Gözleri belki kahverengidir, ama mavi. Saçları belki keçe gibidir ya, yaprağın hışırtısındaki hafiflik var dalgalanışında.
Tiyatroya -tiyatroya!- gidebilirdim. Yarıda bırakır, sinemaya da gidebilirdim. Geçen yıl gördüğümüz Arap kızı, dolgun göğsü, tulum kollarıyla gene verem döşeğinde olurdu. Palabıyıklı babası pişmanlık gözyaşları döker. Fakir delikanlı, altın dolu torbayı zalim babanın suratına “al!” diye fırlatır, sonra kırklık sevgilisinin ardından kaz boynunu daha da gererek göz kırpmadan kendini Nil’in koynuna atardı. Çevremde kolları bilezik yüklü, çarşaf benzeri siyah urbalar giyinmiş kadınlar hıçkırıklarını tutamaz. Sarhoş olduğum için, gülersem ayıplanacağımdan korkmazdım. Dönüşte bir düğün evinin kapısı açık olurdu belki. Harmandalı oynarken yıkılırmışım ne çıkar? Nasipsiz sanatçı çingene kemancıyla iki laf atardık...
Rahmi’nin gazozu gelmişti. Bile bile sordum:
— Tiyatroya gelir misin? Yeni birkaç güzel kadın var.
Acır gibi yüzüme baktı:
— Anlamıyorum seni birader. Dünyanın en budala herifiyle iki saat tavla atarsın. Bu mendebur yerde burnunu havaya diker, oturur durursun. Ne zevki var bunun? Kahrolup gidiyoruz işte...
Egzotik, derdi Rahmi. Uzak, sıcak iklimleri düşler, şiir yazar. Şiirlerinde hep yosun gözlü, papatya saçlı birine seslenirdi. Pembecik zarflı mektuplar bekler, Baudelaire’in ateşli, orta malı dizeleri dilinden düşmez. “Yeşilli, Süleyman Bey’in yeğeniymiş. Annesiyle bir aylığına misafir gelmişler. Benden okunacak bir şey istiyorlar, kızın canı sıkılıyormuş da. Senin kitaplardan göndersek?” dediğim zaman, vermut kadehinin şurup rengine bakıp:
“Senegal’li bir kadının meme uçları bu renktedir!” demişti.
Eskiden böyle değildim. Bu korku içime yeni girdi. Ne mezar taşlarından, ne de unutulmaktan korkuyorum. Değil. İçimde anlatılmaz bir ürperti var sade.
Bugün, gene taşlı yoldan girip, büyük servinin dibindeki yerime oturdum. Yassı tümseğin ortası bir kadın karnı gibi yumuşak. Gök yıldızlı, dalların uğultusu hafif. Rahmi’yle buraya hiç gelmemiştik. O karanlığı sevmezdi.
Başkalarıyla konuşurken dediklerime gülümsemek sıkıntılı. Ağzın çorak. İyisi mi diyorum, çek bir yudum daha. Sonra ahbapça ağaçlara sesleniyorum, gülen yok. Bir de, kötü kötü düşünüyorum.
“Başlangıç belli, son da. Ne diye haykırırız? Nereden geldik, nereye... Ananın karnından çıktın, toprağa gireceksin, basit.”
Güldüm. Başım ağrısız. Ay birazdan çıkar, ama sevdiğim yanımda olamazdı. Sevdiğim! Olsaydı, herhalde parka giderdik. Ona, aya bak, demek zorunda kalırdım.
İki servi arasındaki bulut adama benzedi. Biraz daha sarhoş olsaydım, biçiminin ruhumu andırdığını düşünürdüm.
“Başını almış, geziyor!”
Dizime bir çekirge sıçradı. Pek kalabalık değiliz.
Bu korku yeni girdi içime...
Solucanı ortasından bölersin, iki parça kendi yoluna gider. Kişi, Zeus’dan güçlü, ama solucandan zayıf. Tek kalmaya yargılı. Mezarlara bile teker teker giriliyor.
“Tuhaf.” Ark susuz, çarpık evler uykuluydu. Kalabalık içinde ağlamaklı olurum. O gün eve dönerken iyiydim. Yeni Bahçe’deydik.
Bekçiden sigaramı yakarken baktım, kapının önüne gölgesi düşmüş. Yaklaşınca seslendi:
— Neredesin birader! Bir saattir buradayım.
Ben “dostum” derim, Rahmi “birader”i sever.
— Hava almaya çıkmıştım.
Yüzü sıcak, soluması garipti. Ekledim:
— Sende garip bir hal var, gir hele içeriye.
— Canım sıkıldı. Evde biraz içtim, aklıma sen geldin.
— İyi ettin.
Girdik.
— Dikkat et, basamağın biri çöktü, düşersin. Arkamdan gel, sağdan. Pencereden ışık giriyordu. Elektriği yakmadık. Şimdi serviler daha sessiz. Halis Usta’nın meyhanesinde sarhoşların iyi saati çalmıştır. Selami bile espri yapmaya kalkar.
Düşünüyorum da, ben asıl orada korkuyormuşum gibi geliyor. Orada balonumu bağlayan ince ipin tehlikede olduğunu sezinsiyorum. Burada... Rakım soğuk değil. Sigarayı bırakmamaya da karar verdim. Zavallı anam beni bu halde görse ne yapar? Önemsemiyorum. Sanki düşünen ben değilim.
Düşünmüşsün, düşünmemişsin ne olacak? Bir tuhaflık vardı o gün Rahmi’nin üstünde. Yeni elbisesini giymişti. Hamama da gitmiş. Durdu durdu:
— Ne tavsiye edersin kurtulmak için? dedi.
Sıkıntıyla sordum:
— Neden?
O, şaşacağıma göre hesaplanmış, alaycı bir gülümsemeyle sigarasından nefeslendi, hafifçe:
— Papatyadan! dedi.
Papatya saçlı sevgilisi. Kim derdi ki! Kitap listesinde Dostoyevski’hin işaretlendiğini gördüğümüz gün, dostumun kuşkuculuğu bir anda erimişti, ama ben bu sonucu kestirmemiş değildim. Parktaki Yeşilli’nin, bu mistik, saralı yazarı sevebileceğine akıl erdiremiyordum doğrusu.
Pembecik zarflı mektupları düşündüm.
— Onu öptüm, biliyor musun. Soğuk geldi. Sen böyle misin?
Güldüm. Öyleyim. Soğuk, sıcak. Ne olacaktı yani, pek mi önemli.
— Dikkat etmedim, dedim.
O anda baktım, gözleri yosun gibiydi. — Kızıyorum, dedi, küfretti. İlk kez aldandığı belliydi. Güzel, sıcak halbuki. İlk gördüğümüz gün... Biliyorsun değil mi? Düşün ki Dostoyevski’yi istemişti. Ama bugün.
“Acemi. İlk öpülen kız hep böyle olur.”
— Çok tuhaf oldum. Ama bunu bekliyormuşum gibi içimde bir his de vardı. Tatsız. Üşüdüğümü sandım. Sanki elimi boş bir küpe daldırmışım gibi. Boşluk hissini bilir misin?
— Güldürme. Mesele o kadar önemli değil. Yahut arzuladığın ölçüde önemli.
— Şu halde? İntihar et. Kolaydır.
Pencereden uzun uzun dışarıya baktı. Serviler hoşuna gitmiş olmalıydı. Başını salladı.
— Düşünmedim değil. Hakkın var. Sebep bulmak güç olacak yalnız. Arkamdan aptal densin istemem. Ne demeli bırakacağım mektuba? Halis Usta’nın sözü geldi aklıma. Gülerek: “Korku” denebilir, dedim. Yüzüme baktı.
—İyi.
Boşalan kadehini doldurdu. — Sağlığına!
Bir yudum aldı. Ağzının kenarında kararlı bir çizgi belirmişti. O anda belki de gerçekten korkuyordu. — Tabancan var mı?
— Yok.
— Kimden bulabilirim?
Alaycı bir tavırla:
— Selami’nin var, dedim.
— Peki, haydi Allahaısmarladık.
Yeni elbisesini giymişti. Hamama da gitmiş.
— Güle güle. Dikkat et, merdivenin basamağı kırıktır.
Gitti.
“Mesele basit. İpleri kopan balonu kim tutabilir?” Birkaç gündür onun tümseğine oturup içiyorum. Yakınacak hali yok, ama gene yalnız.
Bu korku, ertesi gün Halis Usta’nın meyhanesinde içerken doğdu içime. Yoksa, ölülerin duymadığına, kınamadığına eminim.