21 Şubat 2014 Cuma

Paranın 'Kadın' Üzerinden İlerleyen Saltanatı Üstüne 3 Haber

Balık için bedenini satan kadınlar: Kenya




Kenya'nın batısındaki Victoria Gölü'nün kıyılarında, yoksul kadın pazarcılar geçimlerini sağladıkları balıkları temin edebilmek için, balıkçılarla cinsel ilişkiye girmek zorunda kalıyor.


Kenya'daki bu tehlikeli ve yerleşik uygulamayı ortadan kaldırmak için bazı girişimler var. Azar azar da olsa, bu ticarete karışanların sayısı azalıyor.

Ancak 'seks karşılığında balık' ticaretinin tamamiyle yol edilmesi için, toplumun içinde cinsiyete bakışın ve kafa yapısının değiştirilmesi gerek.



Almanya, Avrupa'nın genelevi mi oluyor:

Resepsiyonda kırmızı-beyaz bornozlar içinde adamlar dolaşıyor. Barda sigara dumanları arasında yüksek topuklu ayakkabılar giyen kadınlar oturuyor. Müşterilerle sohbet edip kahkaha atıyorlar.

6 milyon euroya mal olan Paradise 2008'de açılmış. İçinde bir restoran, sinema, spa ve her gün yüzlerce erkek müşteriyi ağırlayan 31 özel oda var.Burası Paradise; (Cennet) Almanya Stuttgart'ta bir genelev. Avrupa'nın en büyüklerinden biri ve yasal.

Almanya seks işçiliğini 2002'de yasallaştırmıştı.

Şimdi bu sektörün yılda 16 milyar Euro'luk bir büyüklüğe ulaştığı belirtiliyor.

Seks işçiliğini diğer mesleklerin statüsüne koymaktaki amaç, bu işi yapan kadınları aracılardan kurtarmaktı.

Almanya'da seks işçileri sigortalı olarak çalışıyor, devletin sağlık sigortası sisteminden yararlanabiliyor.

Berlin'de çalıştığı genelevden iki yıl önce Stuttgart'a gelen 22 yaşındaki Hannah, "Kendinizi güvende hissediyorsunuz. Sokakta, birlikte olduğunuz adamla ne olacağını bilmeden çalışmak gibi değil" diyor.

Ancak Almanya'da bazı kesimler, hükümetin bu sektöre ilişkin liberal yaklaşımın başarısız olduğunu, seks işçiliğini yasallaştırmanın Almanya'yı "Avrupa'nın genelevine dönüştürmekte olduğunu" söylüyor.

Son 20 yıl içinde Almanya'da seks işçilerinin sayısı ikiye katlanarak 400,000'e çıktı.
'Mega genelevler'

Şimdi piyasada "mega genelev"lerin hâkimiyeti var. Bu genelevler, daha çok Almanya'ya otobüslerle gelen turistlere hizmet veriyor.


Buralarda çalışan kadınların çoğu Romanya ve Bulgaristan gibi Doğu Avrupa vatandaşları.

Emma dergisinin editörü, feminist yazar Alice Schwarzer, Almanya'daki seks işçiliği yasalarının İsveç'teki gibi olması için kampanya yürütüyor.

İsveç'te "seks hizmetleri" için para ödemek yasak, para almak yasak değil. Yani para ödeyen erkek cezalandırılıyor, kadın ceza almıyor.

Avrupa, giderek bu modele kayıyor. Aralarında Fransa'nın da bulunduğu yedi ülkede İsveç'teki yasaların örnek alınması planlanıyor.

İngiltere'de seks ticareti konusunda bir parlamento komisyonu tarafından başlatılan araştırmanın sonuçlarının gelecek ay yayımlanması bekleniyor. Komisyonun İsveç modelini önermesi bekleniyor.

Halihazırda İngiltere'de seks için para ödemek de, almak da teknik olarak yasal. Ama seks için aracılık yapmak, genelev çalıştırmak ve seks işçilerinin sokaklarda müşteri araması yasak.

Ancak Avrupa'nın herhangi bir yerinde yasaların sıkılaştırılması, insanları diğer ülkelere yöneltiyor.

Almanya'da Fransa sınırı yakınlarındaki genelev sahipleri, seks işçiliğiyle ilgili yeni yasaların yürürlüğe girmesinden sonra Fransa'dan müşteri akını yaşanmasını bekliyor.

Stuttgart'taki Paradise genelevi, bir zincirin parçası.

Orta Avrupa ülkelerinde dört genelevi daha olan şirket, Saarbrucken kentinde, sınırın birkaç yüz metre yakınlarında yeni bir genelev açmaya hazırlanıyor.


Şirketin pazarlama müdürü Michael Beretin, "Fransız yasalarında yapılacak değişiklikle, seks için para ödeyen erkekler cezalandırılacak. Bu bize piyango çıkması gibi bir şey. Fransız müşterilerin sayısı artacak. Bu yüzden yerimiz harika" diyor.


Saati 80 dolara profesyonel kucaklama: ABD


Seks için para ödemek ya da para karşılığı cinsel ilişkiye girmek yeni değil; hatta buna dünyanın en eski mesleği deniyor.

Peki ama kucaklaşmak, ya da birine sarılmak için para ödeyen olur mu?

New York'ta Ali C. adlı bir kadın, saati 80 dolara kucaklaşma, sarılma hizmet veren bir şirket kurdu.

Ali C. verdiği hizmetin kucaklaşmadan öteye gitmeyen bir iş olduğunu önemle vurguluyor.

18 Şubat 2014 Salı

oyy


Dostluk nedir?/İbrahimTenekeci



Ömer Nasuhi Bilmen'in Büyük İslam İlmihali'ni okurken, şu hadis-i şerifle karşılaştım: 'Eski dostluğu devam ettirmek, imandandır.'

'Dostlukta kıdem esastır' nasihati gereğince, hemen üç kadim dostumu aradım ve Peygamber Efendimizin bu mübarek sözünü onlarla paylaştım: Ahmet Murat, İbrahim Paşalı ve Tarık Tufan.

İnancıma göre, dostluk, bir nasip meselesidir ve insanın dışında gelişir. Şununla dost olayım deyip olamazsınız. Dostluk, Lütfi Bergen'in o güzel ifadesiyle söylersek, yürürken belirginleşen bir şeydir. Bir de hatırlatma: 'Katlandığımız değil, razı olduğumuz insanlar dostlarımızdır.'

'Önce refik, sonra tarik' denilerek, yola çıkacağımız insanları dikkatli ve rikkatli seçmemiz tembihlenir. İlk olarak şunu söyleyelim: 'İnsanı, yol değil, yol arkadaşları yorar.' Yola çıkacağımız insanları yüzde yüz isabetle seçme şansımız ise maalesef yoktur. Çünkü bu seçimi veya elemeyi, esas itibariyle yapacak olan bizler değilizdir; yoldur, yolculuktur. Yanımızdakinin dostumuz olup olmadığı, yolculuk esnasında ortaya çıkar. Özellikle siyasette ve ticarette, hatta edebiyatta, bu yürüyüşlerin büyük bir kısmı hüsranla sonuçlanır. Tanıdığımızı sandığımız insanları tanıyamamış olmanın üzüntüsü ve şaşkınlığı, bizi, yolculuktan daha fazla yorar. Tam da burada, Mustafa Kutlu'nun şu sorusu önemlidir: 'Kırk yıl birlikte olmuş olsak bile, bir insanı ne kadar tanıyabiliriz?' (Ezel Erverdi Kitabı, Sayfa 99)

Hep söylüyoruz, yine söyleyelim: Rakamlar maddiyatı, harfler ise maneviyatı temsil eder. Dolayısıyla, rakamlar (ve hesaplar) üzerinden sahici bir dostluk oluşmaz, sadece ortaklık kurulur. Taraflar, ancak bir harfin (anlamın) ucundan tutarlarsa, dost olabilir veya kalabilirler. Rakam ile harfi toplamaya kalkışırsanız eğer, bu işlem, sizi Nurettin Topçu'nun şu sözüne götürür: 'Menfaat yaşamak, ahlak ise yaşatmak ister. Bir arada barınamazlar.'

Madem sahici dostluklar harfler ve anlamlar vasıtasıyla kuruluyor, o halde, edebiyatçılar arasındaki bu çekişme de nedir? Böyle sorabilirsiniz.

Ne kadar ulvi amaçlarla yazarsak yazalım, sonunda, iş gelip benlik meselesine dayanıyor. Edebiyat dünyasında beş-altı senelik birlikteliklerin bile uzun sayılması, bundandır.

Peki, birçok insanın 'hesap uzmanı'na yahut 'madde bağımlısı'na dönüştüğü bir devirde, çevremizdeki insanların dost olup olmadığını nereden anlayacağız? Galiba, serinlik veriyor mu, vermiyor mu, ona bakmak gerekiyor. Said Yavuz'un da dediği gibi: Yüzler vardır, ruhun susamasını dindirir.

Yıllar önce, 'dost, her zaman taze olandır' diye yazmıştım. Bu tazeliği, ancak şöyle izah edebiliriz: 'Eski, hiç eskimeyendir.'

Kadim bir dostluğun oluşabilmesi için zorluklara, yokluklara ve imtihanlara ihtiyaç vardır. Bütün bunlardan alnının akıyla çıkan münasebete ise 'sınanmış dostluk' diyoruz. Şöyle anlatalım: Asıl marifet, bahar aylarında veya yaz mevsiminde değil, kışın açabilmektir. Yani iyi gün dostu olmak kolaydır, en mühimi, kötü gün dostu olabilmektir.

Toparlayalım: Siyasi ikbal ve buna benzer dünyevi şeyler için 'kırk yıllık dostların' birbirini yok saydığı günlerden geçiyoruz. Hesap yapmaktan iş yapmaya veya dostluk kurmaya vakit bulamayanların sayısı da her geçen gün artıyor. Bazı dost bildiklerimiz ise kırıcı, kıyıcı ve ifşa edici. Oysa dostluk, açmayı değil, kapatmayı gerektirir. Sözgelimi dostunun sırrını herkesten saklamak, ayıplarını örtmek, sözüne müdahale etmemek, iyiliğini istemek, onun hüznüyle mahzun olmak; bütün bunlar, 'dostluğun adapları' arasındadır. (Marifetname'den) Çünkü dostluk ve kardeşlik, öldükten sonra da devam eden kıymetlerimizden biridir. 'Ahiret kardeşliği' diye boşuna denilmiyor.

http://yenisafak.com.tr/yazarlar/Ibrahim_Tenekeci/dostluk-nedir/50325

Erdoğan’ın toksik suçlamalarını anlamak/ÜMİTCİZRE



Geçtiğimiz ay, Erdoğan hükümetinin temellerini sarsan en ciddi kriz olarak gündeme gelen devasa yolsuzluk skandalına kabineden 3 bakan ve yakın çevrelerindeki bürokratların isimleri karıştı. Erdoğan’ın, bir dönem askere karşı bir iktidar alanı olarak gördüğü polisi, rüşvet soruşturmasını “izinsiz” yürüttüğü gerekçesiyle radikal bir biçimde tasfiye ederek bir karşı saldırıya dönüşen tepkisi, siyaset anlayışının doğasına ve esasına dair çok şey söylüyordu.
Tepkinin en anlamlı kısmı, Başbakan’ın aralarına eski kuvvet komutanları ile genelkurmay başkanının da dâhil olduğu ve hükümetine karşı darbe planlamaktan suçlu bulunan yüzlerce subayın yeniden yargılanmasından yana olduğunu belirtmesi idi. Bir başka önemli tepkisi kurmaylarından, adeta yaraya tuz basarcasına, rüşvet soruşturmasıyla ilgili hukuki süreçleri yürütmenin kontrolü altında tutmak amacıyla iktidarın hakim ve savcı atamaları üzerindeki yetkisini genişletecek bir yasa tasarısı hazırlamalarını istemesiydi. Açıktır ki bu tepki, hükümetin kuvvetler ‘ayrılığı’ yerine ‘birliği’ tercihini doğrulayan bir hamle olarak önemli.
Erdoğan’ın bu çıkışının arka planında, AKP hükümetinin, ülke içinde muazzam bir etkiye sahip ve AKP’yi 2002’den beri her seçimde desteklemiş olan sürgündeki Müslüman lider Fethullah Gülen’in hareketi ile girdiği şiddetli ve kilitlenmiş bir mücadele var. Gülen hareketinin, orduda darbe planlayanların yargılanmasını kolaylaştırdığı düşünülmekte. Bu davaların, müdahaleci hırslarıyla kötü bir şöhrete sahip Türk ordusunun siyasal arzularını tamamıyla erozyona uğrattığı söylenemez. Ancak TSK’nın siyasal rolüne önemli oranda sınırlama getirdiği kabul edilmeli. Erdoğan’ın darbe planı yargılamalarını gözden geçirmek yönündeki en son hamlesi, Erdoğan’ın askere yönelik siyasetinde devasa bir ters dönüş yaparak Gülen hareketine karşı askeriye ile de facto bir ittifak kurması biçiminde yorumlanmakta.
Görünüşe bakılırsa Gülenistler, hükümetin İsrail’e yönelik şahin siyaseti, AB reformlarını geciktirmesi, Kürt hareketi ile uzlaşma arayışına girişmesi ve Gülenist dershane ağını kapatma planlarından ötürü Erdoğan ile bir anlaşmazlık içinde. Hareketin, polis teşkilatı ile birlikte yargının bir bölümünü Gülenci bir koloni haline getirdiği ve rüşvet incelemesini bu iki organın yardımıyla organize ettiği biliniyor. Ancak, taraflar arasındaki kavganın ideolojik olduğunu söylemek mümkün olmadığı gibi İslami anlayış ve bakış açılarındaki farklılıktan ya da İslam’ın toplumdaki rolüne dair uyuşmazlıklardan kaynaklandığını iddia etmek de doğru değil. Aslına bakılırsa Gülen’e bağlı olanların gerçek amaç ve saikleri, içerde ve küresel ölçekteki devasa siyasi ve ekonomik ağlarını himaye etmek için AKP yönetimi içinde daha avantajlı pozisyonlar kapmak olmuştur. Bunu sağlama bağlamak için yürüttükleri şiddetli bir mücadeleden söz ediyoruz.
AKP hakikati ve mitleri
Erdoğan’ın Gülen ile “karşılıklı suçlama” paketinin siyaseti geriye çeken anti-demokratik doğası, AKP’nin siyaseten riskli reformları teşvik ederken yakaladığı göz kamaştırıcı başarısının gizlediği bir şeye ışık tutuyor. AKP yönetiminin ilk başta, asker ve yargının başını çektiği Kemalist iktidar odaklarını yeniden şekillendirerek seçilmiş siviller için bir güven duygusu tesis ettiği; ve gıpta edilecek oranlarda ekonomik büyüme ve istikrar temin ederek ülkeyi bölgesel ve küresel ölçekte etkili bir aktör haline getirdiği doğru. Hükümetin, daha demokratik bir anayasa, etnik olarak Türk olmayan kimlikler ile gayrimüslim azınlıkların kültürel hakları ve başörtülü kadınlar için daha normal bir kamusal yaşam sağlama üzerine kamusal ve açık bir tartışma ortamının doğmasına önayak olduğu da doğru.
Lakin AKP hükümetinin 2010 referandumu ile 2011 seçimlerinin ardından giderek artan bir güçlenme hissiyle “U dönüşü” yaptığı ileri sürülmekte. Hâlbuki şu tespiti yapmak daha doğru olur: AKP en başından beri, demokratik söylemiyle eşzamanlı olarak militarist ve çoğulculuk karşıtı temaları kaynaştıran bir üniter devlet söylemini de benimseyegeldi. Partinin hem sevimli ve cezbedici hem de karanlık ve gayri-demokratik retorikleri bütünleştiren “çok-söylemli” bir yapıyla ve zihniyetle farklı kitlelere aynı anda farklı hitap metinleri kullandığını söylemek isabetli olur. Bununla birlikte, bu nitelendirmeyi yaparken partinin, sözümona “İslamcı gizli gündeminin” bir parçası olarak çok-parçalı bir söyleminin zaten hep var olduğu şeklindeki Kemalist iddiaları yinelememek gerekir.
Dolayısıyla iki kritik tespitten söz edebiliriz: Her şeyden önce, AKP’nin Gülene tepki olarak uyguladığı suçlama paketinin açığa çıkardığı kutuplaştırıcı ve demokrasiden uzak retorik, bir zamanlar daha ılımlı, orta yolcu ve popüler bir hükümetin “normalinden” sapması değildir. Aynı varoluşun ayrılmaz bir parçasıdır. İkinci olarak, Erdoğan’ın AKP’sinin tedirgin edici siyasal niteliklerinin kökleri “İslamcılığa” değil, rejimin bağımsızlıktan bu yana on yıllar boyunca yerleştirdiği bazı temel, yapısal ve kültürel “kuruluş kusurlarına” ve köklü gayri-demokratik alışkanlara ve geleneklere dayanmaktadır. Dolayısıyla, Erdoğan hükümeti, Türkiye’nin Kemalist ya da anti Kemalist, merkez sol ya da merkez sağ, orta yolcu ya da radikal çizgide olan aktörlerinin hiçbirisinden çok farklı bir siyaset anlayışına sahip değil.
Erdoğan’ın Gülenistlere karşı suçlama paketinin içerdiği karanlık söylem, rejimin, toplumdaki çeşitlilikleri ve farklılıkları “ahlaki” olduğu kadar “yasal” olarak da kabul etmeyi reddedegelen antidemokratik DNA’sını işaret ediyor. Bu DNA, resmi ve gayriresmî öğreti ve toplumsallaşma örüntüleri aracılığıyla hayatın her seviyesine, neredeyse bütün bireysel zihinlere ve siyasi platformlara derinden yollar açarak ulaşmış ve kodlanmış durumda. Ülkede muhalif duruşta olan taraflar arasında çok az sayıda buluşma noktası ve mutabakat arama mekanizmasına izin veren bir siyasi gelenek ile bir araya gelince sonuç şu oluyor: temsil ettikleri görüş/vizyon ne olursa olsun tüm siyasi aktörler bir “ak-kara” demagojisinin içerisine sıkışarak, otoriteryen duruşlarını, belirgin bir fikirden yoksun olma anlamında ideolojik yoksulluklarını ve gerçeklikten kopuşlarını kamufle eden bir çeşit “pragmatizm”i benimsiyorlar.
AKP’nin de bu durumdan bir farkı yok. Hükümetin medyaya saldırması; herhangi bir muhalefete karşı mutlak tahammülsüzlüğü; Aralık 2011’de Kürt bölgesindeki Uludere’de silahlı kuvvetlerin 34 sivili bombalayarak öldürmesi konusunda sorumluluk kabul etmeyi reddetmesi; Haziran 2013’teki Gezi Parkı protestolarında, polisin şiddetin en kötü aşırılıklarını sergilemesine izin vererek tek bir polis memurunu bile şimdiye kadar “tasfiye etmemesi;” ister öğrenci, ister Kürt aktivist olsun, sürekli olarak muhalif grupların gözaltına alınmaları ve tutuklanmaları ve Başbakan’ın silahlı kuvvetler ve üst komutayla ilgili konularda övücü ve kaçamak söylemleri. Bunların hepsi benim kuşağım için çok bildik klasik birer siyasetçi söylemi ve davranışı. Herhangi bir kopuşun veya bir sapkınlığın göstergeleri olmaktan çok, bizatihi Cumhuriyet’in iktidar kavramından kaynaklanmaktadır.  
Anksiyete siyaseti
Bununla birlikte, adil olmak gerekirse, AKP’nin, devletçilik karşıtı reformlarının gerçekten daha önce hiç tanıklık etmediğimiz özgün nitelikleri var.
Ordunun siyasi gücünün azaltılmasını ele alalım: Cumhuriyetçi koşullandırmanın bir sonucu olarak, parti yönetimi, askeriyenin rolünü ve görevlerini yeniden şekillendirmeyi subaylara bırakarak ve onlarla itiş-kakışsız rahat bir birlikte bir varoluşu sürdürmeyi gerçekten tercih ederdi. Ancak rahatını bozarak bir şeyler yapmaya mecbur edildi. 
Üstelik liderlik, Türk Silahlı Kuvvetleri üzerinde sivil üstünlüğünü bir miktar tesis etmek için eşi benzeri görülmemiş bir adım attı. Bunu demokratik sivil yönetime kendisini tamamen adadığından değil, laik düzenin (ordu, yargı ve sonrasında Cumhurbaşkanı Sezer) Erdoğan yönetimine kibirle ve aşağılamayla tavır alması ve partinin varlığını sona erdirmekle tehdit edip amansızca saldırması karşısında mecbur bırakıldığından yaptı. Laik düzenin anksiyetesinin (endişe diyelim) gerekçesi, AKP’nin, subayların koruduğu laik devleti İslamileştirmeye çalışan bir hükümet olmasıydı. 
AB’ye uyum sağlayan reformlar, AKP’nin “hayatta kalma” politikası ya da kendi endişeleriyle başa çıkma stratejisiydi. Bu süreçte, ülkenin sanki büyülü bir el değmişçesine demokratikleştiği “mit”i yaratıldı. Bu noktada dikkatli olmalıyız: benzeri görülmemiş “demokratik” atılımların altında bu partinin imzası olduğunu yadsımıyoruz. Bununla birlikte, parti tutarlı bir “demokratikleşme” projesine sistematik ve entelektüel bir taahhütte bulunmamıştır. En fazla, sadece seçilmiş sivillerin geleneksel güçsüzlüklerini alt etmek için sistematik bir mantık içermeyen reformlar ortaya çıktı ve böylece hükümetin, muhafazakâr seçmen kitlesine artan dini ve kişisel özgürlüklerinden faydalanması için bir rahatlama alanı açmasına izin verildi. 
AKP’nin iktidara yükselişi karşısında laik düzenin aktörlerini “endişeli modernler” olarak adlandıran entelektüeller, “endişeli modernlerin” tepkilerinin AKP tarafı üzerindeki etkileri hakkında hiçbir zaman etraflıca kafa yormadılar. Tarih bize, “anksiyete siyaseti”nin gerek tepkili “endişeli” taraf, gerekse endişelerin kaynağı addedilen ve bundan etkilenen taraf açısından nadiren iyi bir şeyler ürettiğini anlatır. Siyasetin bu türü daha çok, iktidar fetişizmini, narsisizmi, eleştiriye tahammülsüzlüğü ve gerçek dışı kurgusal bir demokrasiyi sanki gerçekmişçesine kutlamayı getirir. Anksiyete, korku, intikam ve karşılıklı suçlamalarla yürütülen siyaset, yalnızca kutuplaşmayı ve devlet güvenliğini teşvik eder, özgürlükleri değil. 
Neoliberal muhafazakârlık
Neoliberal politikaların izini 1980 Darbesi’ne ve onu takip eden esasen merkez sağda milliyetçi bir yapı olan Anavatan Partisi’nden neşet eden bir mirasa sürmek doğru olur. Fakat 2002’den bu yana gerçekleşenleri özgün kılan husus şu: ilk kez, neoliberal piyasa siyasetleri, 1980 dönemi sonrasından daha etkili bir biçimde, pragmatizmi, Osmanlı nostaljisi ve Sünni hassasiyetlerle rahatlıkla birleştiren ve dizginsiz kapitalist piyasalaştırmanın büyüyen faydaları sayesinde popülist reformizmi başarıyla uygulayan ve bu arada ideolojik formasyonu müphem bırakılan bir parti tarafından icra edilmekte. “İslami” denilen doğasına gelince: AKP’nin yukarıda açıklanan ve Türkiye’deki gelmiş geçmiş tüm siyasal çizgi ve aktörlerle paylaştığı görülen çok temel karakteristikleri yönetimin İslamcı politikaları “muhafazakâr” fikirler lehine açıkça terk ettiğinin hatırlatıcısıdır.
Bununla birlikte, fikri koordinatları müphem bırakılan bir partiden söz ettiğimizi hatırlatalım: AKP kendini “muhafazakâr demokrat” olarak ilan etmesine rağmen, Sünni İslamcı ontolojiyle yakınlığını muhafaza etmektedir. Buna ek olarak, Türkiye’nin katı Soğuk Savaş dönemi partilerininkine yakın bir şevkle devlet güvenliği genişletilirken, sınırsız piyasalaştırma ve — sürekli ve tutarlı olmasa da — arada Batı demokrasisi idealleri vaat edilmekte. Yönetimin beyanlarında her hanede en az üç çocuğun olduğu dindar bir yeni nesil yetiştirilmesinin istendiği duyulabilmekte; Başbakan’ın işaretiyle, devlet hastanelerinde, kürtaj ve sezaryen operasyonlarının tasvip görmediği bir dönem başlatılmıştır ve içki satışı, tüketimi ve reklamlarının kontrolleri, yasal değişikliklerle sıkılaştırılmış durumdadır. Ancak bu ahlakçı salvolara rağmen, laik muhalifler bile devletin sistematik olarak İslamileştirilmesi konusunun geçerli olmadığını kabul etmekteler. 
Yolunu kaybetmek mi? Peki ya sonra?
Bunun yerine ortaya çıkan şey ise “eski” devlet hâkimiyetinin bazen anti-Kemalist ve hak temelli, bazen ise ahlakçı ve demokratik olmayan söylemlerde gizlenerek yaşamlarımız üzerinde bildik baskısını genişletmesi. Artık, bu hükümetin belirli fikirlere ve bir vizyona, herhangi bir şeyin sistematik eleştirisine, herhangi bir metne sadık kaldığını söylemek mümkün değil. Bu yüzden, hükümetin belirli bir istikamete doğru ilerlediğini de söyleyemeyiz. Bununla birlikte, popüler desteği toplamaya devam edebildiği sürece, aynı söylemi ve izleği sürdürebilecek ve bunda başarı sağlayabilecektir. 
Peki, nasıl? AKP’nin çelişkileri, tutarsızlıkları ve toplumu bölen retoriği hem kimliğinin ta kendisi hem de kimlik yoksunluğunun; hem başarılarının hem de başarısızlığının kaynağı. Partinin kitleler nezdinde gördüğü rağbet ve aynı zamanda topladığı antipati de yine bu müphem söylemin bir ürünü. Olumlu yönden bakılacak olursa, bu muğlaklıklar ve çoğul söylemler, birden çok meseleye bağlılık duyan, çok katmanlı kimliklere ve çevresel ‘network’lere sahip, ne olduğu ve olacağı “bilinmez-kestirilemez” bağlamlarda yaşayan, sosyal parçalanmaya ve siyasal çözülmeye maruz kalmış kitlelere hitap etme enerjisinin ve kapasitesinin de kaynağıdırlar.
Erdoğan’ın karmaşık ve tutarsız görünen söylemi, gerçek “hayat”ın kendi tutarsızlıkları ve muğlaklıklarına tekabül ediyor. Bu yüzden, Erdoğan’ın ismi, milyonlarca insanın tarihsel tahayyülüne, Türkiye’nin hatırı sayılır laik toplumsal kesimi için Atatürk neyi temsil etmekteyse, ona benzer bir biçimde kazınıyor.

http://www.agos.com.tr/haber.php?seo=erdoganin-toksik-suclamalarini-anlamak&haberid=6593

Bağışlayın Gözlerimdeki Kırmancı/Mehmet Çetin


kovulduğum kırları alıp geldim kentinize 
bağışlayın başınıza bela öfkemi 
orman kalmadı yanacak, biliyorum 
ev kalmadı yakılacak ki babam da öldü 
biliyorum ama bir bekleyen var gibi orada 
o dağları o baharı bekleyen ölümlü gözlerle 
kovulduğum kırları da alıp geldim kentinize 
dağ kokuyor demek güç şu soluğum için 
belki inilti ve sümbül ve kan gibi bişey 
ki dağlarından bıçaklanınca bir halk 
çığ düşüyor düşlerine çünkü üşüyor 
soğuk masal ve tarih kağıdı gibi 
körleşen gözleri önünde annemin 
ölüyor babam göz göre göre sürgün öldü 
soğuk bir damga oluyor ömrüme bu ölüm 
biliyorum bu kent sizin bu heykel bu sanrı 
yıldız yalnızlığı bu gökavuntusu gecemi 
alıp çocukluğum gidecek gecenizden 
bağışlayın gözlerindeki kırmancı 
doğduğu ev yıkıldı ormanı yakıldı kovuldu 
çocuk gözleri bu yüzden hep yurtsuz kaldı 
kuş ormanına kaçan ay ve şarkı ve ahı 
alıp gideceğim yeryüzünden giderce 
düşün ve bağışlayın beni o isli yüzünüzden 

ALPERGENCER:


ONLAR HIRKA DEĞİL, PİL!






“yeni arabam nasıl?” bacım






bu şiiri yazmak için söküp attım pansumanı yaramdan


tam olarak bıçağa kaptırdığım tarafımla sancıyorum al


al bu hayat kiminse billahi ben yaşamıyorum


al bu hayat kiminse billahi ben


sarılan bir yarayı fışkıran bir damardan daha çok sevmiyorum


saat kim bilir kaç olacak yine, kaç!


bugün bitip dün olacak gece yine gün olacak


tam ağzını bozduğun tebessümlü bir sıra


parantezler basacak cümlelerimi


peşimizde bağlamdan kopmuş bir güruh


eğer hakkım olsaydı yağmuru yağdırmaya


bana tufan derlerdi sana ise nuh!






kaçıp kaçıp sana geliyorum, ne diye?


gidecek bir yerim olmadığından değil


bir yerlere senden gidiyor olmamdan belki de


borç olsak geçirmişiz tarihimizi


çoktan kalkmış bir treni bekliyoruz biletsiz


yabana atılacak şeyler var bavulumuzda


şu havuza çakılırım şu ummana nefessiz


şu kazanda yakılırım şu nazarda hevessiz


gitmiyorum diyorsam ve ne kadar gidiyorsam


yüzme bilmiyorsam ve ne kadar yüzüyorsam


şu yüzmediğim suların da cümlesinin dibisin


çok sarhoş olsam dediğim her dakika


şaraba testisiz yakalanmak gibisin






sonra bir süre her yanıma dökülüyorsun -dökül!-


ne önemi var geçmeyen bir izin unutkanlığımız karşısında


zaten kırık bir gökyüzüdür artık mutlu olmanın damı


hayat böyle dımdızlak ortada bırakır işte adamı


ben bir kere görmüştüm çokça cenazelerde


topraktan gayrısı tortop edip saklamıyor insanı


gözlerin yeter ki sözlerime ilişkin olsun


istersen gövdeme ihanetler sırt sırta yuva yapmıştır


boş bulduğun yere saplan senin de canın sağ olsun






ellerimi ceplerimde kaybedip unutmuşum


ben senin bildiğin dervişlerden değilim


ceplerim ellerimden misli ile büyüktür


ellerimi bir yerde ceplerimle yutmuşum


o kadar yorgunum ki o kadar ki yorgunum


uykumdan çalıyorum uyumak için


ben ölümden gayrı yazmayı bilmiyorum


sen hırkalara bakıyorsun şallara niçin?






havalar ısınıyor yar bahar diye


ölümlü şeylerle avunmamak vaktidir


gözlerin çocukluğumun bozulmamış aktidir


ve üzerime dökülmenin üç kurşunu vardır mavzerimde:






1- dökene kurban olayım.


2- dökülen dökendendir.


3- hiç çıkmasın izin benden.






tam da bu yüzden


dol ya da dökül


şaraba meyyal bir üzüm gibi serpil


hiç çıkarmasan da üzerinden yine de bil


yine de bil yine de bil yine de bil


onlar hırka değil, pil!



http://alpergencer.blogspot.com.tr/2013/02/onlar-hirka-degil-pil.html

13 Şubat 2014 Perşembe

Sefarad

fr. séfarade, ispanya yahudisi.
lat. sefaradi, ispanya yahudisi.
ibr. sefarad, tevratta adı geçen bir batı ülkesi, belki ispanya. tevratta obadiya 1:20'de anılan sfarad adlı yer muhtemelen batı anadolu'daki sardes* [lidya dilinde sfard] kentidir. ancak m 2. yy'dan itibaren ispanya yahudileri kendi ülkelerine sfarad adını vermişlerdir. türkçe sözcük yakın yıllarda batı dillerinden aktarılmıştır (2003).*

*: sardes veya sardeis, manisa'nın salihli ilçesine bağlı sart kasabası yakınlarında bulunan ve lidya (lydia) devletine başkentlik yapmış antik kent.*

Gözler, kalbin aynasıdır/M. Ender ÖNDEŞ

Güncellenme : 11.02.2014 04:16

Kamu Spotu diye gereksiz bir şey var; bu işten para kazananlar için gereklidir mutlaka da, ben bana bir faydasını göremedim şimdiye kadar. Üç gün önce sigarayı bırakıp Silvester Stallone havası yapan adamlar mesela, beni sigara bırakmam konusunda hiç mi hiç etkileyemediler.

Ama son bir tanesi var; hakikaten önemli. Aynen şöyle başlıyor: Güneşli bir sabah, evinin bahçe kapısından çıkan yaşlı bir teyzecik, bir delikanlıya sesleniyor: “Evladım bana bir yardım eder misin?” Oğlanı nasıl tarif etsem bilmem, üniversiteli kıvamında, İsa yüzlü bir çocuk; sanırsın Gezi Parkı’ndan şimdi gelmiş. Büyük bir incelikle, “Tabii teyzeciğim” diyor. “Cüzdanımı evde unutmuşum da” diyor teyze, “Sana anahtarı vereyim, git aç kapıyı. Dolabın üstünde duruyor; içinde de emekli maaşım var. Onu al getir bana, hadi evladım...”

Delikanlı hafiften şaşkın, kadına doğru bakarken, görüntü kayboluyor ve birden Spot’un Öğreten Adam’ı, Kanal 7’den yetişme Şoray Akın devreye giriyor: “Evinizin anahtarını tanımadığınız birine vermezsiniz değil mi? Banka işlemlerini yaparken de kart şifrenizi kimseye vermeyin...”

Türkiye’nin geldiği noktayı özetlemek için bundan daha iyi bir örnek var mıdır, bilmiyorum. Adamlar, “bu devirde babana bile güvenmeyeceksin” şeklindeki tiksinti verici lafı alıp senaryo yapmışlar ve bize kredi kartı güvenliği spotu diye yutturuyorlar. Ne güzel değil mi? Peki, teyzemiz, delikanlıya neden anahtarını vermesin? Delikanlı teyzenin paracıklarını neden ille de kapıp kaçmak zorunda olsun? Neden insanların zihinleri spotu yapan, senaryoyu yazan kıt zekalı vatandaşınki gibi kirli olsun? Teyzenin ayakkabı kutusu yok; oğlanın da parada pulda gözü olacak çağları değil. Sıradan insanlar bunlar; bakan değiller, bankacı değiller, müteahhit hiç değiller; neden hırsızlık yapsınlar ya da hırsızlıktan korksunlar? Bir yaşlı kadın ve bir üniversiteli genç, birbirlerinden neden çekinsinler? “Evinizin anahtarını tanımadığınız birine vermezsiniz değil mi?” Sana ne? Veririz vermeyiz, seni ne ilgilendiriyor? Ne diye kapımın önünden geçen gencecik çocuğu potansiyel hırsız olarak sunuyorsun?

Şimdi anladınız mı, Gezi Direnişi’nden sonraki bütün o kara propagandanın gerçek hedefini? Gezi denilen şeyin neyi protesto ettiği, sokaktaki çatışmaların nasıl olduğu o kadar önemli değildi hiçbir zaman. Gezi’de eğer “ruh” diye bir şeyden söz edeceksek, o tam da kardeşlik, dayanışma ve güven ilişkileriydi. Efendilerin tüylerini diken diken eden şey, orada, birbirlerini hiç tanımayan binlerce insanın kendi aralarında kurduğu, neredeyse sosyalizme benzeyen, basit, günlük insani ilişkilerdi. Yıllardır toplumu ve en çok da gençliği soysuzlaştırmak, yozlaştırmak, kendinden başka hiçbir şeyi ve hiç kimseyi düşünmeyen, kestiği tırnağını bile kimseciklerle paylaşmayan insan müsveddeleri haline getirmek isteyenler, tam da orada büyük bir tehlike gördüler. Gaz bulutları arasında ayağına bastığı insandan özür dileyen, üç parça börek bulsa ikisini getirip “lütfen alır mısınız” diye sunarak insanı sevinçten ağlatan, evde yorganını toplamazken koca parkı en değme çöpçüden iyi temizleyen o çocuklar, ortaya kendiliğinden bir yaşam biçimi koydular ve işte tam da o yüzden “bilmem ne otelden tabldot geliyordu” gibi iğrenç suçlamaların hedefi oldular. Hedef oldular; çünkü kirli zihinlerin asıl korktuğu şey, bir perdenin yırtılması ve genç insanların “başka türlü insan ilişkilerinin de mümkün olduğunu” fark etmesiydi.

O yüzden şimdi teyzeye ve hepimize şöyle diyorlar: Kimseye güvenme, kredi kartını sana satan hırsız bankacı dışında! Tam bir kırmızı şapkalı kurt hikayesi değil mi!

***

Bu arada, bir düşünün, spot neden şöyle devam etmesin? Mesela, oğlan bir koşu yukarı gidip maaşı getirir, teyze ona teşekkür eder; bu arada teyzenin delikanlıya kanı ısınır ve yemeğe çağırır, zaten oğlanın da alt sokaktaki öğrenci evinde makarnaya talim etmekten imanı gevremiştir. Yemekte de, (bak sen Allah’ın işine!) teyzenin torunu olan bir hanım kızcağız vardır, “eline sağlık”, “afiyet olsun derken derken... E, artık bize ne söz düşer canım, gözler kalbin aynasıdır...

8 Şubat 2014 Cumartesi

Hapishanelere bir şey doğmuyor!




"Az evvel Sürat Kargo'yu aradım. F tipi hapishanelerdeki mektup arkadaşlarımdan birine gönderdiğim kitapların akıbetini öğrenmekti niyetim. Sağolsunlar yardımcı oldular. Nedendir bilinmez kendileri dışındaki şirketler aracılığıyla gönderilen paketler de hapishaneye iletilmiyor. Tekrar kitapçıya geri gönderilip Sürat Kargoyla göndermek zorunda kalınıyor. Yaşayarak öğrenmiş olduk. Bu tekelleşme hiç de makul bir durum değil bence. Tıpkı Abd'deki mahkum arkadaşlara da evden yahut da farklı sitelerden kitap gönderiminin yasak olup, sadece Amazon'un kendi stoğundan gönderme seçeneğinin olması gibi. Yeni öğrendiğim bir başka can sıkıcı durumsa, gönderdiğim kargonun hapishaneye ulaştığı halde Cuma, Cumartesi ve Pazar günleri Kargo kabulü yapılmamasından dolayı kargo şubesine geri dönderilmesiydi. Görevli arkadaş bu günlerde kargo kabul edilmediği için Pazartesi ileteceğiz paketinizi ama şöyle de bir durum var, giden paketler de Cuma'dan önce mahkumlara verilmiyor, dedi. Çifte mahrumiyet sanırım buna denir. 

Daha yeni aldığım mektuplardan birinde zorla üryan aramadan tutun da, bir arkadaşın 23 senelik tüm mektuplarına, kitaplarına, fotoğraflarına el konulup akıbetlerinden haberdar edilmemesi mevzu bahisken, insan eline biraz güç geçenin kendi firavunluğunu kurma tutkusundaki mahirliğini görüp hayret ediyor her seferinde... Bir de toplumdaki bazı güruhlar, kimi yüzleşmeler, hesaplaşmalar, açılımlar var diye sevindirik oluyorlar. 20 seneden fazladır içeride tutulan siyasi mahkumlar özgürlüklerine kavuşmadan, hesap sorulduğu iddia edilen kimi kalın enseli makam sahibi insanlar salıverilirken neyin adaletinden, hesaplaşmasından söz edilebilir ki... 90larda köy boşaltmalarının yaşandığı dönemde mahkum olan Kürt siyasi tutsaklar hala içerideyken hangi çözüm sürecinden bahsedilebilir? 97lerde 28 şubat sürecinde içeri alınan insanlardan hala özgürlüğüne kavuşamamışların basına yansıyan birkaç isimden çok daha fazla olmasını anlamak ve hazmetmek ne de güç. Sanırım bu tablo hükümetin samimiyetini de, hükümeti sarsacak kadar derin devlete nüfuz etmiş cemaatin de şu fani dünyada emaneten ellerinde bulundurduklarını unuttukları güçleri sadece kendi menfaatleri için kullandıklarını yeterince gösterir nitelikte." dilsizmutercim

Amok Koşucusu/Stefan Zweig





1912 yılının Mart ayında Napoli limanında, büyük bir transatlantiğin boşaltılması sırasında ilginç bir olay yaşandı, gazeteler bu olay hakkında ayrıntılı ancak alabildiğine şişirilmiş ve abartılmış haberler yayımladılar. Ben de "Oceania"nın bir yolcusuydum, ancak ne ben ne de öteki yolcular o tuhaf olayın tanığı olamadık, çünkü olay geceleyin, transatlantiğe kömür yüklenip yük boşal tılırken meydana gelmişti; oysa bizler, gürültünün uzağında kalmak amacıyla karaya çıkmıştık, kafelerde ya da tiyatrolarda vakit öldürüyorduk. Yine de benim kişisel görüşüm, o sıralarda açıkça dile getirmemiş olduğum bazı tahminlerimin o heyecan verici sahnenin gerçek açıklaması olduğudur; aradan bunca yıl geçtiğine göre artık o tuhaf olaydan hemen önce yapılmış olan bir konuşmayı açıklamamda bir sakınca yoktur diye düşünüyorum. Kalküta'daki gemi acentesinde Avrupa'ya dönmek üzere "Oceania"da bir yer ayırtmak istediğimde, memur üzüntüyle omuzlarını silkti. Bana bir kabin verip veremeyeceğini henüz bilemediğini, yağmur mevsimi başlamadan önceki günlerde geminin daha Avustralya'da dolduğunu, Singapur'dan gelecek telgrafı beklemesi gerektiğini söyledi. Ertesi gün de, bana bir yer ayırabileceğini 64 söyledi sevinçle, ancak vereceği yer pek konforlu değildi, geminin ortasında, güverte altındaki bir kabindi. Eve dönmek için sabırsızlanıyordum, bu yüzden ince eleyip sık dokumadan o kabini ayırttım. Memurun söylediği doğruydu. Gemi ağzına kadar doluydu, kabin de pek kötüydü; geminin kazan dairesinin yakınındaki bu küçük, sıkışık, dört köşe kovuğu yalnızca bulanık görünümlü, yuvarlak lomboz aydınlatıyordu. Kabindeki küflü, ağır hava yağ ve çürümüşlük kokuyordu. Deliye dönmüş bir çelik yarasa gibi tepemde vızıldayan elektrikli vantilatörden kaçış yoktu. Aşağıdaki motor, durup dinlenmeden, oflaya puflaya aynı merdiveni inip çıkan bir kömür hamalı gibi takırdayıp inliyor, yukarıdansa gezinti güvertesinde ayaklarını sürüye sürüye bir aşağı bir yukarı yürüyenlerin sesleri geliyordu. Bavulumu, gri traverslerden oluşan küflü mezara bırakır bırakmaz fırlayıp güverteye çıktım, yeraltından yeryüzüne çıkınca da, dalgaların üzerinde karadan bize doğru tatlı tatlı esen güney rüzgârını, amber gibi içtim. Ama gezinti güvertesi de kalabalık ve hareketliydi; bir yerde tıkılı kalmanın yarattığı huzursuzluğun yol açtığı dinmek bilmez bir gerilimle, bir alay insan güvertede bir aşağı bir yukarı yürüyüp duruyordu. Şakalaşan kadınların cıvıl cıvıl sesleri, güvertede huzursuzca döne dolaşa yapılan yürüyüşler, kalabalığın konuşa gülüşe iskemlelerin önünden akın akın geçmesi ve sürekli olarak karşılaşması, nedense içime dokundu. Yeni bir dünya görmüştüm, birbirini kovalarcasına hızla iç içe geçen resimleri yudumlamıştım. Artık bunları iyice düşünmek, ayırmak, bölmek, az önce peş peşe gördüğüm şeyleri bir düzene sokmak istiyordum, ancak bu kalabalık bulvarda bir dakika bile huzur ve dinginlik bulmanın olanağı yoktu. Kitabımın satırları, konuşa konuşa önümden hızla geçenlerin gölgelerinde siliniyorlardı. Gemideki bu göl- 65 gesiz, hareketli sokakta insanın kendisiyle baş başa kalabilmesi olanaksızdı. Tam üç gün boyunca denedim bunu, tevekkülle insanlara, denize baktım, ama deniz değişmedi, hep mavi ve boştu, yalnızca güneş batarken bir anda bütün renklerle yıkanır gibi oluyordu. Ya insanlar; üç yirmi dört saat geçtikten sonra hepsini ezbere tanımıştım. Herkesin yüzünü bıkacak derecede ezberlemiştim, kadınların keskin kahkahaları sinirime dokunuyor, yan yana duran iki Hollandalı subayın yüksek sesle tartışmaları ise artık beni rahatsız etmiyordu. Bu durumda tek çözüm kaçmaktı: ama kabinim sıcak ve nemliydi, salondaysa İngiliz kızları hiç de usta olmadıkları piyanoda durup dinlenmeden kırık dökük valsler çalıyorlardı. Sonunda saatleri tersine çevirmeye karar verdim, öğleden sonra olunca kabinime gittim, ama gitmeden önce de birkaç bardak birayla sarhoş oldum, böylece akşam yemeğini ve onu izleyen dansı uykuda geçirdim. Uyandığımda, tabut gibi daracık olan kabinimin içi adamakıllı karanlık ve boğucuydu. Vantilatörü kapatmıştım, bu yüzden kabinin içindeki yağlı ve nemli hava şakaklarıma basınç yapıyordu. Duyularım körelmiş gibiydi; nerede ve hangi zamanda bulunduğumu anlayabilmek için birkaç dakika geçmesi gerekti. En azından gece yarısını geride bırakmış olmalıydık, çünkü ne müzik sesi duyuluyordu ne de durup dinlenmeden sürüklenen ayakların sesi; yalnızca motor, Leviathan'ın atan yüreği, geminin çıtırdayan gövdesini soluk soluğa bir görünmeze doğru itiyordu. El yordamıyla güverteye çıktım. Boştu. Bakışlarımı tüten bir kuleye benzeyen bacanın ve gizemle parıldayan antenlerin üstüne kaldırır kaldırmaz bir anda gözlerim kamaşıverdi. Gökyüzü ışıl ışıldı. İçinde bembeyaz dolaşan yıldızlara oranla karanlıktı, ama yine de ışıl ışıldı; 66 sanki orada bir kadife perde müthiş bir ışığı örtüyordu, ışıldayan yıldızlar sanki yalnızca çatılardaki delikler ve çatlaklardılar ve aralarından o tanımlaması olanaksız aydınlık parıldıyordu. Geceyi hiç öyle görmemiştim, öylesine ışıl ışıl, öylesine çelikmavisi sertliğindeydi ki; ama yine de kıvılcımlar saçıyordu, coşup taşıyordu, ışık saçıp ışık fışkırtıyordu, bu ışık, puslar içinde aydan ve yıldızlardan aşağı akıyordu ve nasıl olduğunu bilmediğim gizemli bir şeyin içinden. Beyaz bir cilayı andıran ayın ışığı altında, geminin bütün silueti siyah kadifeye benzeyen denize karşı ışıl ışıl parlıyordu, sel gibi akan bu ışıltının içinde halatlar, serenler, bütün ince çizgiler, bütün hatlar erimişti; direklerin üzerindeki ışıklar, adeta boşlukta sallanır gibiydiler, gözetleme yerinin yuvarlak gözü de bu ışıkların üzerinde asılı duruyordu, gökte parıldayan yıldızların yanında dünyevi sarı yıldızlar. O büyülü burç, güney yıldızı tam tepemdeydi, yanıp sönen elmas çivilerle görünmeze çivilenmişti, havada asılı duruyor gibiydi, hareket eden yalnızca gemiydi, hafifçe titreyerek, göğsü inip kalkarak bir aşağı bir yukarı, bir aşağı bir yukarı, dev bir yüzücü gibi, karanlık dalgaların arasından ilerliyordu. Ayakta durup karşıya baktım: tepemden aşağı sıcak sular akan bir hamamda gibiydim, ancak burada akan su değil ışıktı, ellerimi beyaz beyaz, ılık ılık yıkıyordu, omuzlarımı, başımı yumuşakça kaplıyor ve nasıl oluyorsa içime işliyordu, çünkü içimde ne kadar donuk şey varsa bir anda aydınlanıyordu. Tertemiz, özgür olarak soluk alıyordum, içim ansızın mutlulukla doldu, dudaklarımda berrak bir içecek gibi havayı hissettim; yumuşak, mayalanmış, esriten havayı, meyvelerin soluğunu, uzak adaların kokusunu taşıyan havayı hissettim. Açık havaya çıktığımdan beri ilk kez düş görmenin o kutsal hevesi sardı içimi, bir de öteki heves sardı, şu daha kösnül olanı, beni sarıp sarmalayan bu yumu- 67 şak şeye bedenimi bir kadın gibi sunma hevesi. Bir yere uzanmak, gözlerimi kaldırıp yukarıdaki hiyerogliflere bakmak istiyordum. Ama güvertedeki şezlonglar kaldırılmıştı, boşalmış gezinti güvertesinde oturup düş görebileceğim bir tek yer bile yoktu. Böylece el yordamıyla ilerlemeye devam ettim, geminin ön tarafına doğru yürüyordum, sanki nesnelerden çıkıp üstüme gelen ve gitgide şiddetlenen ışık gözlerimi iyice kamaştırmıştı. Neredeyse canımı yakıyordu yıldızların bu kireç beyazı, gözümü alan ışığı, oysa ben gölgelerin içinde bir yerde, bir şilteye uzanıp gizlenmek istiyordum; o parıltının kendi üzerimde değil, tepemde, başka nesnelerde yansımasını istiyordum, tıpkı karanlık bir odadan dışarıdaki manzarayı seyretmek gibi. Halatların üzerinden düşe kalka atlayıp çelik tel rulolarının yanından geçip buruna vardım, aşağı bakınca geminin baş tarafının karanlığa nasıl daldığını ve erimiş ay ışığının nasıl köpürüp iki yana fışkırdığını gördüm. Saban, kapkara kabaran toprağın içine bir dalıp bir çıkıyor, ben de doğanın yenilen gücünün bütün acısını çekiyor, bu ışıklı oyunda dünyevi gücün bütün keyfini tadıyordum. Ve seyrederken zaman kavramını yitiriyordum. Bir saat mi olmuştu ben böyle duralı, yoksa yalnızca birkaç dakika mı? Devasa bir beşiğe benzeyen gemi inip kalkarken beni de zamanın ötesine götürüyordu. İçimde bir yorgunluk doğduğunu hissedebiliyordum yalnızca, şehvete benzeyen bir yorgunluk. Hem uyumak, düş görmek istiyordum, hem de bu büyüden çıkmamak, tabutuma gitmemek. Ayağımın altındaki halatı yokladım. Oturdum, gözlerimi kapadım, ancak gözlerimin içleri karanlık değildi, çünkü hem onların hem benim üzerimden gümüş bir pırıltı akıyordu. Aşağıdan denizin tatlı hışırtısını hissediyordum, tepemdeyse dünyanın beyaz akıntısı sessiz tınısıyla geçiyordu. Bu hışırtı yavaş yavaş kanıma doldu: 68 kendimi hissedemez oldum, duyduğum kendi soluğum muydu yoksa geminin uzakta atan yüreği miydi, bilemiyordum; gece yarısı saatlerinin bu bitmek bilmeyen uğultusuna kapılıp gittim. Yanı başımdan gelen hafif, kuru bir öksürük sesiyle yerimden sıçradım. Neredeyse beni kendimden geçiren o düşten uyandım. O ana dek kapalı duran gözkapaklarımı açınca gözlerim bembeyaz ışıklardan kamaşarak yavaşça aralandılar: tam karşımda, bordanın gölgesinde bir gözlüğün parıldadığını görür gibi oldum, sonra da kalın, yuvarlak bir ışık, bir piponun ateşi göründü. Belli ki oraya otururken, yalnızca aşağıya, geminin burnunun yardığı suların köpüklerine ve yukarıdaki güney yıldızına baktığım için orada sessizce oturmakta olan bu kişiyi fark etmemiştim. Hiç düşünmeden, daha kendimi tam olarak toparlayamadan, Almanca olarak, "Özür dilerim!" dedim. "Rica ederim," diye Almanca olarak yanıtladı beni karanlıktan gelen ses. İnsanın karanlıkta, hiç tanımadığı bir insanla böylece hiç konuşmadan yan yana oturmasının ne kadar tuhaf ve ürkütücü bir şey olduğunu anlatmak olanaksız. Ben nasıl ona gözlerimi diktiysem karşımdakinin de gözlerini bana dikmiş olduğunu hissettim ister istemez; ancak başımızın üstünde ışıl ışıl yanarak akıp giden ışık öylesine güçlüydü ki kimse kimsenin karanlıktaki siluetinden başka bir şey görecek durumda değildi. Yalnızca adamın soluğunu duyar gibi oldum, bir de piposundan çektiği derin nefesleri. Sessizlik dayanılır gibi değildi. İçimden kalkıp gitmek geldi, ama bunun pek kabaca, pek damdan düşer gibi olacağını düşündüm. Ne yapacağımı bilemediğim için bir sigara çıkardım. Kibrit tıslayarak yandı, bir saniye boyunca o daracık mekân aydınlandı. Gözlüğün arkasında yabancı bir yüz gördüm, daha önce gemide hiç gör- 69 mediğim bir yüz, ne yemeklerde, ne de koridorlarda; ansızın parlayan alev gözlerini mi acıttı yoksa bir yanılsama mıydı bilmiyorum ama, karşımdaki yüz ürkütücü bir biçimde çarpılmış göründü gözüme, karanlık bakışlıydı, cine benziyordu. Ama ayrıntılarını açık seçik görmeme fırsat kalmadan, belli belirsiz aydınlanmış olan o yüzü karanlık yeniden yuttu, adamın yalnızca siluetini görebildim, karanlığın içine gömülmüş bir karaltı olarak, ara sıra da boşlukta asılı gibi duran piponun ateşinin yuvarlak, kırmızı halkasını görüyordum. İkimiz de konuşmuyorduk; bu sessizlik, tropiklerin havası gibi boğucu ve bunaltıcıydı. Sonunda artık dayanamadım. Ayağa kalkıp kibar bir sesle, "İyi geceler," dedim. "İyi geceler," diye geldi yanıt karanlıktan; boğuk, sert ve paslı bir sesti. Binbir güçlükle palangaların arasından, direklere sürünerek öne ilerledim. Tam o sırada arkamdan bir ayak sesi duydum, aceleci ve güvensiz bir ayak sesi. Az önceki kişiydi. İstemeden durdum. Yanıma yaklaşmadı, karanlıktaki yürüyüşünde korku ve sıkıntıya benzer bir şey hissettim. "Özür dilerim," dedi sonra telaşla, "sizden bir ricam olacak. Ben... ben..." Kekeledi, çekiniyordu, bu yüzden de sözlerini sürdüremiyordu. "Benim... burada saklanmam için... nedenlerim... çok özel nedenlerim var... Yastayım... güvertedeki insanlardan uzak duruyorum... Yani sizden değil tabii... yo... yo... Sizden ricam... beni burada görmüş olduğunuzu gemidekilere söylemezseniz minnettar kalırım size... İnsanların arasına karışmamı engelleyen... kişisel nedenlerim var... evet... yani... geceleri burada birinin... yanı benim... bundan söz edecek olursanız ben çok güç bir duruma..." Sözcükler boğazında kaldı. Adamı, içinde bulunduğu güç durumdan kurtar- 70 dım, ricasını yerine getireceğime söz verdim hemen. El sıkıştık. Sonra kamarama gittim, derin, nedense karışık ve çeşitli sahnelerin birbirine geçtiği bir uykuya daldım. Sözümü tuttum ve gemide hiç kimseye o tuhaf karşılaşmadan söz etmedim, oysa içimden bu olayı anlatmak geliyordu. Çünkü gemi yolculuğunda en ufak şey bir olaya dönüşür, örneğin ufukta görünen bir yelken, sudan dışarı sıçrayan bir yunus balığı, yeni fark edilen bir flört, önemsiz bir şaka. Öte yandan, bu sıradışı yolcu hakkında daha çok şey öğrenmek için yanıp tutuşuyordum. Onun adını öğrenebilir miyim diye yolcu listesini araştırdım, onunla ilişkisi olabilecek yolcuları bulabilirim diye herkesi inceledim. Akşama kadar sinirli bir sabırsızlık pençesine aldı beni, o adama yeniden rastlayabilir miyim diye akşamı zor ettim. Gizemli, psikolojik şeylerin benim üzerimde adeta ürkütücü bir gücü vardır, ipuçlarını bulmak için neler vermem ki; tuhaf insanların yalnızca varlıkları bile onları tanımak için yanıp tutuşmama yeter, tıpkı bir kadının bir şeyi elde etmek için yanıp tutuşması gibi. Gün uzadıkça uzadı, bitmek bilmedi. Erkenden yattım, gece yarısı uyanacağımı, bu işin beni uyandıracağını biliyordum. Gerçekten de, bir önceki gece uyandığım saatte uyandım. Saatin fosforlu kadranında akreple yelkovan üst üste gelmiş, ışıklı bir çizgi oluşturmuşlardı. Bunaltıcı kamaramdan çok daha bunaltıcı olan geceye çıktım telaşla. Yıldızlar dün geceki gibi parlıyorlardı, sallanan geminin üstüne ışıklarını salıyorlardı, ta yukarıda güney yıldızı alev alev yanıyordu. Her şey dünkü gibiydi −tropiklerde geceler de gündüzler de bizim oralarda olduğundan çok daha birbirinin aynıdır−, ancak benim içimdeki bu yumuşak, kabaran, düşsel heyecan dünkünden 71 farklıydı. Beni rahatsız eden, aklımı karıştıran bir şey vardı, bu şeyin beni nereye götürdüğünü de biliyordum. Burun tarafındaki o siyah kütleye; o gizemli adamın yine kıpırdamadan orada oturup oturmadığını merak ediyordum. Yukarıdan geminin çanının sesini duydum. Bu beni harekete geçirdi. Adım adım, gönülsüzce ama yine de karşı koyamadan o tarafa yöneldim. Bodoslamaya varmamıştım ki uzakta kırmızı bir göze benzer bir şeyin parladığını gördüm. Pipo. Demek oradaydı. Elimde olmadan geri çekildim, olduğum yerde kaldım. Neredeyse oradan ayrılmak üzereydim ki karanlıkta bir kıpırdanma oldu, bir şey ayağa kalktı, iki adım attı, ansızın tam önümde onun kibar ve çekingen sesini duydum. "Özür dilerim," dedi, "belli ki yine aynı yerde oturmak istiyorsunuz, sanırım beni görünce geri çekildiniz. Lütfen oturun, ben giderim." Ne düşündüğümü ona söylemek istedim telaşla, kalabilirdi, onu rahatsız etmemek için geri çekilmiştim ben. "Beni rahatsız etmiyorsunuz," dedi hafif buruk bir sesle, "tam tersine ara sıra yalnız olmamak beni sevindiriyor. Tam on gündür hiç konuşmamıştım... aslında yıllardır... öyle zor oluyor ki şimdi, her şeyi içine atmak insanı boğuyor neredeyse, kamaramda oturamıyorum artık, o... o mezarda... oturamıyorum... insanlara da tahammülüm yok, bütün gün gülüyorlar. Artık dayanamıyorum buna da... kamarama kadar geliyor sesleri, kulaklarımı tıkıyorum... elbette nereden bilecekler ki... yani bilmiyorlar işte... hem bundan yabancılara ne..." Yeniden sustu. Sonra ansızın ve telaşla şöyle dedi: "Ama sizin canınızı sıkmak istemem... gevezeliğimi hoş görün." Eğilip selam verdi ve uzaklaşmak istedi. Ama ben onu durdurdum. "Hiç rahatsız etmiyorsunuz beni. Bura- 72 da huzur içinde üç beş söz etmek beni de sevindiriyor.... Sigara içer misiniz?" Bir tane aldı. Sigarasını yaktım. Alevin içinde yüzü yeniden siyah bordanın önünde parladı, ancak şimdi bana dönüktü; gözlüğün gerisindeki gözler bir şey araştırırcasına, merakla ve delici bakışlarla yüzüme dikilmişlerdi. Ürperdim. Bu insanın konuşmak istediğini, konuşmak zorunda olduğunu sezdim. Ona yardımcı olabilmek için benim susmam gerektiğini de sezdim. Yeniden oturduk. Yanındaki şezlongu bana verdi. Sigaralarımız yanıyordu, onunkinin ucundaki ateşin karanlıkta huzursuzca titreşmesinden elinin titrediğini anladım. Ama konuşmadım, o da konuşmadı. Sonra alçak bir sesle sordu: "Çok mu yorgunsunuz?" "Yo, hiç değilim." Karanlıktan gelen ses yine duraksadı. "Sizden bir şey isteyecektim... daha doğrusu size bir şey anlatmak istiyorum. Önüme ilk çıkana bunu anlatmanın ne kadar tuhaf olduğunu biliyorum elbette, ama... ama çok berbat bir ruhsal durumdayım, öyle bir duruma geldim ki mutlaka biriyle konuşmalıyım... yoksa mahvolurum... Eminim ki anlayacaksınız, size... evet size anlattığımda... Bana yardım edemeyeceğinizi biliyorum, ama bu suskunluk beni hasta etti... hasta olanla da herkes alay eder..." Sözünü kestim, kendisine eziyet etmemesini istedim. Bana açılabilirdi... ona hiçbir konuda söz veremezdim gerçi, ama dinlemeye hazır olduğunu söylemek insanın görevidir, dedim. Birisini güç durumda gördüğümüzde, dedim, o zaman yardımcı olmak bir görevdir. "Yardıma hazır olduğunu söylemek görevi... böyle bir girişimde bulunmak görevi... Demek siz de... yardıma hazır olunduğunun söylenmesini görev olarak görüyorsunuz." Bu cümleyi üç kez yineledi. Onun böyle robot gibi, 73 inatla yinelemesi ne kadar ürkütücüydü. Deli miydi bu adam? Sarhoş muydu? Sanki bu düşüncem sözcük olup ağzımdan çıkmış gibi birdenbire, bambaşka bir sesle şöyle dedi: "Belki de beni deli ya da sarhoş sanıyorsunuzdur. Hayır hiçbiri değilim, henüz değilim. Yalnızca şu söylediğiniz şey beni ne tuhaftır ki etkiledi... Ne tuhaftır ki diyorum, çünkü beni rahatsız eden şey tam da bu, yani insanın görevi mi, görevi mi acaba..." Yine kekelemeye başlamıştı. Bir an durduktan sonra yeniden başladı konuşmaya. "Ben doktorum. Benim mesleğimde böyle vakalar vardır, böyle vahim vakalar... evet, sınırdaki vakalar diyebiliriz bunlara, işte o zaman insan görevi olup olmadığını bilemez, çünkü yalnızca karşısındakine olan görev yoktur, insanın kendisine karşı da görevi vardır, devletine karşı da, bilime karşı da... Yardım etmeliyiz elbette, bunun için varızdır... ancak bu tür düsturlar hep kuramsal olarak kalırlar. Nereye kadar gidebilir bu yardım?.. Siz tanımadığım bir insansınız, siz de beni tanımıyorsunuz, beni gördüğünüzü hiç kimseye söylememenizi istiyorum sizden... tamam, susuyorsunuz, bu görevinizi yerine getiriyorsunuz... benimle konuşmanızı istiyorum sizden, çünkü bu suskunluğum beni öldürecek... beni dinlemeye razı oluyorsunuz... peki... Ama bu kolay... Ama ben sizden beni yakalayıp küpeşteden aşağı atmanızı istesem... işte orada yardımcı olmanız, iyilik yapmanız birden bitiverir. Bir noktada biter bu iş... insanın kendi yaşamı, kendi sorumluluğu işin içine girince biter... bir yerde bitmeli de... bu görev bir noktada sona ermeli... yoksa doktorlar için görevin bitmesi diye bir şey olmamalı mı? Üzeri Latince harflerle yazılı bir diploması var diye o doktor bir Mesih , bir büyücü mü olmalı, biri gelip ondan soylu, yardımsever ve iyi bir insan olmasını isterse o dok- 74 tor yaşamını ortaya koyup gözünü karartmalı mı? Evet, bir an gelir görev biter, insanın elinden artık bir şey gelmeyince, evet o zaman..." Yine sustu, kendini toparladı. "Özür dilerim... çok heyecanlandım... ama sarhoş değilim... henüz değilim... itiraf etmeliyim ki, bu da oluyor sık sık bu yakıp kavuran yalnızlığımda... Bir düşünün, yaşadığım yerde tam yedi yıl boyunca yerlilerden ve hayvanlardan başka kimse yoktu... bu durumda insan sakin konuşmayı unutuyor. Ama bir de başlayınca sel gibi boşanıyor sözcükler.. Ama durun... tamam, aklıma geldi... size sormak istiyordum... size bir vakadan söz edecektim ve insanın yardım etme görevi olup olmadığını soracaktım... yani melekler gibi iyi niyetle yardım etmek... Ama uzun sürmesinden korkuyorum. Gerçekten yorgun değil misiniz?" "Hayır, hiç değilim." "Ben... size teşekkür ederim.. Almaz mısınız?" Karanlıkta elini arkasında bir yere uzatmıştı Bir şıkırtı oldu, yanına koyduğu iki, üç ya da daha çok şişe birbirine değmişti. Bana verdiği bir bardak viskiye dudaklarımı şöyle bir değdirdim, o ise bir dikişte boşalttı bardağını. Bir an aramızda sessizlik oldu. Tam o sırada çan çaldı − saat yarımdı. "Evet... size bir vaka anlatacağım. Örneğin... küçük bir... küçük bir kentteki bir doktoru ele alalım ya da... ya da daha doğrusu taşrada... bir doktor... bir doktor..."Yine susup kaldı. Sonra ansızın koltuğunu kapıp yanıma yaklaştı. "Böyle olmayacak. Size her şeyi doğru dürüst anlatmalıyım, ta başından, yoksa anlamazsınız. Örnek vereyim, kuramsal olarak anlatayım desem olmayacak... başımdan geçen olayı anlatmalıyım size. Utanacak, gizleyecek bir şey yok. İnsanlar da benim önümde soyunuyor, 75 bana yaralarını, idrarlarını, dışkılarını gösteriyorlar... insan kendisine yardım edilmesini istiyorsa, lafı döndürüp dolaştırmamak ve hiçbir şey de gizlememeli... Evet, size hayali bir doktorun yaşadığı olayı anlatmayacağım, önünüzde çırılçıplak soyunup diyeceğim ki, ben... bu kahrolası yalnızlıkta, insanın ruhunu kemiren, iliğini kemiğini kurutan bu lanet olası ülkede, utanmayı unuttum ben." Kıpırdanmış olmalıyım ki birden durdu. "Ah, itiraz ediyorsunuz... anlıyorum, Hindistan sizi büyülüyor, tapınaklar, palmiye ağaçları, iki aylık romantik bir gezi de. Doğru, trenle, otomobille, tahtırevanla gezildiğinde tropikler büyüleyicidir; yedi yıl önce oraya gittiğimde ben de aynı böyle hissediyordum. Neler düşlememiştim ki; onların dilini öğrenecektim, kutsal kitapları özgün dillerinde okuyacaktım, hastalıkları inceleyecek, bilimsel çalışmalar yapacak, yerlilerin ruhsal durumunu araştıracaktım, Avrupalıların jargonunda böyle denir değil mi, bir insanlık, uygarlık misyoneri olacaktım. Oraya gelen herkes aynı düşü görür. Ama oradaki o görünmez cam sarayda insanın gücü tükenir, ateşiniz −kaç tane kinin yutarsanız yutun ateşiniz çıkar− düşmez, bitkinleşir, çöker, bir denizanası gibi pelteleşirsiniz. Büyük kentten çıkıp böyle berbat bir batağa geldiğinizde her nasılsa bir Avrupalı olarak gerçek varlığınızdan koparsınız; eninde sonunda herkes yolundan çıkar, kimi içkiye gömülür, kimi esrar çeker, kimi de dövüşür, hayvanlaşır − herkes bir parça delilik gösterir. Avrupa'yı özler insan, günün birinde yeniden sokaklarda yürümenin, aydınlık, taş bir odada beyaz insanlarla birlikte oturmanın düşünü kurar, yıllarca kurar bu düşü, ama tatile çıkma zamanı geldiğinde yola çıkmaya üşenir. Ülkesinde onu unuttuklarını, orada bir yabancı olduğunu bilir, denizde bir midye olduğunu ve herkesin kendisini ezip geçtiğini bilir. Böylece olduğu yerde kalır, o sıcak, ıslak ormanlar- 76 da çürür, mahvolur. Bu pislik yuvasına kendimi sattığım güne lanet olsun... Şu da var: Pek de öyle gönüllü yapılmış bir şey sayılmazdı bu. Almanya da eğitim görmüş, tıp okumuştum, iyi bir doktor olmuştum hatta, Leipzig Hastanesi'nde iş bulmuştum, tıp dergilerinin eski bir sayısında ilk kez benim kullandığım yeni bir iğne dolayısıyla epeyce kıyamet koparılmıştı. Bir kadın vardı, hastanede tanıdığım bir kadın; sevgilisini öylesine deliye döndürmüştü ki, adam tabancayla vurmuştu kadını, çok geçmeden beni de aynı duruma düşürdü. Öylesine kendini beğenmiş ve buz gibi oluyordu ki kadın, deliriyordum adeta. Erkeksi ve küstah kadınları her zaman dayanılmaz bulmuşumdur, ama bu beni öylesine kıskacına aldı ki, kemiklerim kırıldı. Onun istediğini yaptım, yani −eh, neden gizleyeyim ki bunu, nasılsa üzerinden sekiz yıl geçti− onun uğruna hastanenin kasasına el attım, ama iş ortaya çıkınca kıyamet koptu. Olay kapatıldı ama mesleğime devam edemezdim artık. Tam o sırada Hollanda hükümetinin sömürgelerde çalışmak üzere doktorları işe aldığını ve avans ödediğini duydum. Teiniz bir iş olmalı diye düşündüm hemen, madem ki avans da ödüyorlar; bu sıtmalı çiftliklerde mezarların sayısının bizdekinden üç kat hızlı çoğaldığını biliyordum, ancak insan gençken yalnızca başkalarının hastalanıp öleceğini düşünür. Her neyse, fazla seçeneğim yoktu, Rotterdam'a gittim, on yıllığına yazıldım, bir kucak dolusu para aldım, yarısını eve, amcama yolladım, yarısını da limanda kadının birine kaptırdım; öteki kadına öyle çok benziyordu ki neyim var neyim yok elimden aldı. Parasız pulsuz, umutsuz bir durumda Avrupa'dan demir aldım, gemim limandan çıkarken hiç de üzgün sayılmazdım. Sonra güvertede oturdum, sizin ya da herkesin oturduğu gibi, güney yıldızını ve palmiyeleri gördüm, yüreğim kabardı; ah, diye hayal kurdum, ormanlar, yalnızlık, sessiz- 77 lik! Eh, istemediğim kadar yalnız oldum. İnsanların, kulüplerin, golfün ve kitapların olduğu Batavia ya da Surabaya gibi bir kente vermediler beni, kırsal alandaki −adı gerekli değil şimdi− dispanserlerden birine gönderdiler, en yakın kent iki günlük yoldaydı. Birkaç tane ruhsuz, kavruk memur, üç-beş melez, işte oradaki arkadaşlarım bunlardı; göz alabildiğine ormanlardan, plantasyonlardan, fundalıklardan ve bataklıklardan başka bir şey de yoktu. Başlangıçta dayanılmaz değildi. Her türlü araştırma yapıyordum. Bir keresinde, denetleme gezisine çıkan devlet başkanı yardımcısının arabası devrilip adamın bacağı parçalandığında hiç yardım almadan öyle bir ameliyat yaptım ki, müthiş sözü edildi; yerlilerin zehirlerini ve silahlarını topladım, enerjimi yitirmemek için yüzlerce ufak tefek işle ilgilendim. Ama bütün bunlar, Avrupa' nın gücü içimde yaşadığı sürece geçerliydi; sonra kuruyup kaldım. Oradaki üç beş Avrupalıdan hoşlanmıyordum, onlarla görüşmeyi kestim, içki içiyor, kendi başıma hayallere dalıyordum. Nasıl olsa iki yıl sonra emekli olacaktım, Avrupa'ya dönebilir, yeni bir hayata başlayabilirdim. Aslında beklemekten, sessizce beklemekten başka bir şey yaptığım yoktu. Eğer o... eğer bunlar olmasaydı şimdi hâlâ aynı durumda olurdum da." Karanlıktan gelen ses bir an kesildi. Piponun ışığı da parlamıyordu artık. Ortalık o kadar sessizdi ki, köpüre köpüre geminin burnuna vuran suların sesini duyuyordum, bir de geminin motorunun uzaktan gelen boğuk zonklamasını. Canım sigara içmek istiyordu ama kibritin alevinin parlamasından ve karşımdakinin yüzündeki tepkiden ürküyordum. Sustu da sustu adam. Öylesine sessizdi ki, öyküsünün sonuna mı geldi, uyukluyor mu, sızdı mı, anlayamıyordum. Tam o sırada geminin çanının tiz, güçlü sesi duyuldu: 78 Bir. Birden sıçradı; cam tıkırtısını duydum yeniden. Belli ki eliyle viski şişesini arıyordu. Gırtlaktan gelen hafif bir yutma sesi duydum, sonra adamın sesi yeniden duyuldu, ama bu kez adeta daha heyecanlı, daha tutkulu gibiydi. "Sonra... ne diyordum... Evet, sonrası şöyle. Kahrolası deliğimde oturuyordum işte, aylardır, ağındaki örümcek gibi öyle hareketsiz oturuyordum. Yağmur mevsimi bitmişti, haftalarca yağmurun tıkırtısını duymuştuk damların üzerinde, gelen kimse olmamıştı, hiçbir Avrupalı gelmemişti, evdeki sarı kadınlarla ve viskimle günlerce oturmuştum öylece. O sıralarda moralim iyice çökmüştü, Avrupa'ya sıla özlemi içindeydim; ne zaman aydınlık sokaklardan, beyaz kadınlardan söz eden bir roman okusam parmaklarım titremeye başlardı. Bu durumu size tam olarak betimleyemiyorum, bir tür tropikal hastalık bu, insanı zaman zaman pençesine alan vahşi, ateşli, ama yine de güçsüz bir nostalji. O gün sanırım bir dünya haritasının başına oturmuş, yolculuk hayalleri kuruyordum. Kapı sertçe vuruldu, uşakla kadınlardan biri kapıda duruyordu, her ikisinin gözleri de şaşkınlıktan fal taşı gibi açılmıştı. Ellerini kollarını sallayarak bana bir hanımın, bir hanımefendinin, beyaz bir kadının geldiğini anlattılar. "Ayağa fırladım. Bir araba, otomobil sesi duymamıştım. Bu cangılın ortasında bir beyaz kadın ha! "Merdivenden inmek istiyor, ama sonra kendimi toparlıyorum. Aynaya bir göz atıp üstümü başımı düzeltiyorum. Sinirliyim, huzursuzum, tatsız bir önsezi rahatsız ediyor beni, yanıma dostlukla gelecek kimseyi tanımıyorum bu dünyada. Sonunda aşağı iniyorum. "Holde bekleyen hanım telaşla yanıma geliyor. Yüzünü kalın bir yolculuk peçesi örtüyor. Onu selamlamak istiyorum, ama hemen sözümü kesiyor. "İyi günler doktor,' diyor, akıcı bir İngilizce'yle (fazlaca akıcı ve önceden ezberlenmişe benzeyen bir tarzda). "Böyle haber- 79 siz geldiğim için bağışlayın. Ama istasyondaydık, arabamız karşıda...', neden evin önüne kadar gelmemiş arabayla düşüncesi hızla geçiyor aklımdan, "tam o sırada sizin burada oturduğunuz geldi aklıma. Sizin hakkınızda çok şey duydum. Başkan vekiline yaptığınız şey gerçekten müthişti, bacağının hiçbir şeyi kalmadı, eskisi gibi golf oynayabiliyor. Evet bizim orada herkes bundan söz ediyor hâlâ, siz oraya gelseniz, şu huysuz cerrahımızı ve iki yardımcısını hemen yollarız. Hem neden hiç aşağıya gelmiyorsunuz, yogi gibi yaşıyorsunuz...' "Böylece, benim konuşmama fırsat vermeden, konuşup durdu telaşla. Kadının bu gevezeliğinde sinirli ve dağınık bir hava var, bu beni de huzursuz ediyor. Neden bu kadar çok konuşuyor diye geçiriyorum içimden, neden kim olduğunu söylemiyor, neden peçesini kaldırmıyor. Ateşi mi var? Hasta mı? Deli mi? Kadının sağanak gibi inen lafları karşısında, hiç konuşmadan öylece durmakla gülünç bir duruma düştüğümü düşünüp öfkeleniyorum. Sonunda biraz yavaşlıyor, ben de yukarı davet ediyorum onu. Çocuğa orada kalması için işaret edip önüm sıra merdiveni çıkıyor. "Odama girince, 'Ne hoşmuş burası,' diyor. "Ah, ne güzel kitaplar! Hepsini okumak isterdim!" Kitaplığın yanına gidip kitapların adlarını inceliyor. Onunla karşılaşmamdan bu yana ilk kez bir dakika susuyor. '"Çay içer miydiniz?' diye soruyorum. "Arkasına dönmüyor, gözlerini kitapların adlarına dikmiş. Hayır doktor, teşekkür ederim,' diyor. 'Fazla kalamayacağım... pek vaktim yok... şöyle bir çıkmıştım zaten... Ah, Flaubert de var burada, öyle severim ki onu... harika, çok harika, L'Éducation sentimentale... demek Fransızca da okuyorsunuz... ne de beceriklisiniz... evet, şu Almanlar okulda her şeyi öğreniyorlar... Bu kadar çok. dil bilmek gerçekten müthiş bir şey! Başkan yardımcısı 80 size hayran, siz olmasanız bıçak altına yatmayacağını söylüyor, bizim oradaki cerrahımız briç oynamaktan başka bir işe yaramıyor... Bakın ne diyeceğim (hâlâ yüzünü bana dönmemişti), benim de size muayene olmam gerektiği geldi aklıma bugün... buradan geçerken dedim ki... ama sizin şimdi işiniz vardır, en iyisi ben başka bir zaman geleyim.' '"Demek dilinin altındaki baklayı çıkarıyorsun!' diye düşündüm hemen. Ama bir şey belli etmedim, şimdi ya da ne zaman isterse o zaman kendisine hizmet etmekten onur duyacağımı söyledim ona. "'Önemli bir şey değil,' dedi, raftan aldığı bir kitabın sayfalarını çevirirken hafifçe dönmüştü bana doğru, 'önemli bir şey yok... önemsiz bir şey... kadınlara özgü şeyler... baş dönmeleri, bayılmalar. Bugün bir dönemeci dönerken birden yere devrildim, yardımcım arabanın içinde beni doğrulttu, gidip su getirdi... ama belki de sürücü hızlı gitmiştir, öyle olabilir mi doktor?' "Henüz bir şey söyleyemem. Sık sık baygınlık geçiriyor musunuz?' "Hayır... yani evet... son zamanlarda... özellikle son günlerde... evet... böyle baygınlıklar ve mide bulantıları oluyor.' Yine kitaplığın önünde, elindekini yerine koyup bir başka kitap çıkarıyor, sayfalarını karıştırıyor. Durmadan kitapların sayfalarını çevirmesi, böyle sinirli bir biçimde, peçenin altındaki gözlerini kaldırıp bakmaması, çok tuhaf. Mahsus konuşmuyorum. Onu bekletmek istiyor canım. Sonunda, o teklifsiz, geveze konuşmasına başlıyor yine: "'Öyle değil mi doktor, kaygılanacak bir şey yok değil mi? Tropikal bir hastalık değil... tehlikeli bir şey değil, değil mi?' '"Önce bir bakalım, ateşiniz var mı. Nabzınızı ölçebilir miyim?' 81 "Ona yaklaşıyorum. Hafifçe yana kaçıyor. "'Hayır, hayır, ateşim yok... kesinlikle yok, kesinlikle... her gün ateşimi ölçtüm ben, o... o baygınlıklar başladığından beri. Hiç çıkmadı ateşim, hep 36.4'tü ölçtüğümde. Midemde de bir şey yok.' "Bir an tereddüt ettim. Ta başından beri beni rahatsız eden bir şey var, bu kadının benden bir şey istediğini seziyorum, insan cangılın göbeğine Flaubert'den söz etmek için gelmez. Onu bir, iki dakika bekletiyorum. 'İzin verirseniz,' diyorum sonra doğrudan doğruya, birkaç soru sormak istiyorum size.' "'Elbette doktor! Hekimsiniz siz,' diye yanıtlıyor beni, ama yeniden arkasını dönüyor bana ve kitaplarla oynamaya başlıyor. '"Çocuğunuz var mı?' "'Evet, bir oğlum var.' '"Peki o zaman... yani o günlerde... o dönemde... o zaman da böyle şeyler oluyor muydu?' "'Evet.' "Sesi değişmişti. Berrak ve pürüzsüzdü şimdi, titremiyor, sinirli çıkmıyordu. 'Acaba şimdi de... şimdi de... sorumu bağışlayın... yine öyle bir durumda olmanız mümkün mü?' "'Evet.' "Bu sözcük ağzından bıçak gibi çıkmıştı. Öte yana dönük başında en ufak bir kıpırtı bile yoktu. " O zaman belki de hanımefendi... belki de sizi tam olarak muayene etmem iyi olur... acaba rica etsem... yandaki... yandaki odaya geçebilir misiniz?' "İşte o zaman bana dönüyor. Peçenin arkasından soğuk ve kararlı bakışlarını görüyorum karşımda. "'Hayır... buna gerek yok... durumumdan kesinlikle eminim.'" 82 Adamın sesi bir an titredi. İçi dolu bardağı karanlıkta yeniden ışıldadı. "Dinleyin... ama bir an bunları kafanızda iyice düşünün. Yalnızlığı içinde çöküp giden birinin yanına kadının biri zorla geliyor, yıllardır odasına adım atan ilk beyaz kadın bu... ansızın odada kötü bir şey olduğunu seziyorum, bir tehlike olduğunu. Birden bardağı taşıran damla düşüyor: bu kadının o yıkılmaz kararlılığı karşısında dehşete düşmüştüm, geldiğinde saçma sapan konuşmuş, sonra birden kınından kılıcını çeker gibi ne istediğini söyleyivermişti. Çünkü benden ne istediğini anlamıştım, hemen anlamıştım, kadınların benden böyle bir şey istemesi ilk kez olmuyordu, ama başka türlü gelirlerdi yanıma, utanarak, yalvararak, gözyaşları içinde ya da yeminler vererek. Ama şimdi karşımdaki çelik gibi... erkeksi bir kararlılıkla duruyordu... bu kadının benden daha güçlü olduğunu daha ilk saniyede anlamıştım... beni isteklerine boyun eğdireceğini biliyordum... Ama... ama... benim içimde de kötü bir şey vardı... direnen bir adam, bir nefret... çünkü... söylemiştim ya... ilk andan beri, hatta o kadını görmemden önce, bu kadının düşmanım olduğunu düşünmüştüm. "Önce sustum. İnatla, ısrarla sustum. Peçesinin altından beni seyrettiğini hissediyordum, gözlerini dikmiş, meydan okurcasına bakıyordu bana, konuşturmaya çalışıyordu beni... Ama ben... kaçamaklı konuştum, evet... onun geveze, kayıtsız konuşma tarzına bilinçsizce öykünerek konuştum. Onu anlamıyormuş gibi yaptım, amacım −benim hissettiklerimi hissedebiliyor musunuz bilemem− onu daha açık konuşturmaktı, ben bir şey sunan değil, bir şey istenen kişi olmak istiyordum, özellikle de onun benden istekte bulunmasını istiyordum, çünkü öylesine buyurganca gelmişti ki bana... ayrıca kadınlarda bu kibirli, soğuk tavır kadar beni rahatsız eden şey yoktur. 83 "Lafı döndürüp dolaştırdım, korkulacak bir şey yok dedim, bu tür baygınlıklar bu durumun gereğidir, sağlıklı bir gelişmenin habercisidirler hatta dedim. Klinikteki gazetelerde yer alan vakalardan söz ettim... konuştum da konuştum, kayıtsızca, umursamazca konuştum, bu durumu sıradan bir şey gibi gösteriyor, kadının sözümü keseceği ânı bekliyordum. Çünkü onun bu davranışıma katlanamayacağını biliyordum. "Sonunda dayanamadı, elinin bir hareketiyle benim o sakinleştirici konuşmamı bir kenara süpürüp atarcasına sözümü kesti. '"Doktor, beni rahatsız eden bu değil. Daha önce, oğlumu dünyaya getirirken sağlığım yerindeydi... ama artık öyle değilim... kalbimden rahatsızım...' "Ah, demek kalbinizden rahatsızsınız,' diye yineledim onun sözlerini, huzursuz olmuş gibi davranıyordum, 'o zaman bir bakalım size.' Ayağa kalkıp stetoskopuma uzanır gibi yaptım. "Ama kadın öne atılmıştı bile. Sesi şimdi sert ve kararlıydı − sanki bir komutan gibiydi. "'Kalbimden rahatsızım doktor, anlattıklarıma inanın lütfen. Bu muayenelerle zaman yitirmek istemiyorum Yani bana birazcık güvenmelisiniz. Çünkü ben size olan güvenimi yeterince kanıtladım.' "Artık bir savaşa dönüşmüştü iş, bir meydan okumaya. Ben de kabul ettim bu meydan okumayı. '"Güvenmenin koşulu dürüstlüktür, mutlak bir dürüstlük. Açık konuşun, ben doktorum. Öncelikle de şu peçenizi çıkartın, gelin şuraya oturun, kitapları lafı döndürüp dolaştırmayı bir kenara bırakın. Doktora peçeyle gelinmez.' "Bana baktı, dimdik ve gururluydu. Bir an duraksadı. Sonra oturdu, peçesini kaldırdı. Tıpkı görmekten korktuğum gibiydi yüzü − nüfuz edilemez, sert, serinkanlı, yaşla 84 sınırlı olmayan bir güzellikte, huzurlu görünen ama gerisinde bütün tutkuları hayal edebileceğiniz gri İngiliz gözleri vardı. İnce, birbirine sımsıkı bastırılmış dudakları, ancak isterse açığa vuruyordu sırrını. Bir dakika boyunca birbirimize baktık, onun bakışları hem buyurgan hem soru sorar gibiydi, öylesine soğuk ve sert bir acımasızlık taşıyordu ki dayanamayıp gözlerimi başka yana çevirdim. "Parmaklarıyla hafifçe masayı tıklattı. Demek o da sinirliydi. Sonra aceleyle, 'Doktor,' dedi, 'sizden ne istediğimi biliyor musunuz, bilmiyor musunuz?' "Sanırım biliyorum. Ama gelin açık konuşalım. Bu durumunuza son vermek istiyorsunuz... Sizi bu bayılmalardan, mide bulantılarından kurtarmamı istiyorsunuz, bunu da... bunu da bu durumun nedenini ortadan kaldırarak yapacağım. Öyle değil mi?' "'Evet.' "Giyotin gibi inmişti bu sözcük. '"Bu denemenin... her iki taraf için de tehlikeli olduğunu biliyor musunuz?' "'Evet.' "'Yasaların bunu engellediğini?' "'Yasaların engellemediği, aksine önerdiği durumlar vardır.' '"Ama ancak tıbbi bir zorunluluk olursa.' "'Bu zorunluluğu siz bulacaksınız. Doktor sizsiniz.' "Bunları söylerken gözleri dupduru, bakışları dimdikti, göz kırpmadan bakıyordu bana. Emir vermişti bana, zavallı ben de kadının arzusunun şeytansı buyurganlığı karşısında hayranlıkla titriyordum. Yine de lafı döndürüp dolaştırıyor, pes etmiş olduğumu ona belli etmek istemiyordum henüz. 'Acele etme! Güçlük çıkart! Rica etmesini sağla!' diye bir dürtü vardı içimde. "'Bu her zaman doktorun elinde olan bir şey değildir. Ama hastaneden bir meslektaşımla...' 85 '"Meslektaşınızı istemiyorum... ben size geldim.' '"Neden özellikle bana geldiğinizi sorabilir miyim?' "Soğuk bakışlarla süzdü beni. "'Bunu açıklamamda bir sakınca görmüyorum. Çünkü kent dışında oturuyorsunuz, beni tanımıyorsunuz, iyi bir doktorsunuz ve...' ilk kez duraksıyordu, 'buralarda pek uzun kalmayacaksınız, özellikle de evinize... evinize yüklü bir parayla dönebilirseniz.' "Birden buz gibi oldum. Bu küstahça ifade, bu tüccar işi hesaplama beni sersemletmişti. O ana kadar dudaklarından bir rica sözcüğü çıkmamıştı, her şeyi önceden hesaplamış, önce beni yoklamış, sonra izlemişti. Onun şeytansı iradesinin beni etkilediğini hissediyor ve elimden geldiğince karşı duruyordum buna. Bir kez daha nesnel, hatta alaycı bir sesle konuşmaya çabaladım. '"Bu yüklü parayı da siz... siz mi sağlayacaksınız bana?' "Yardımlarınız ve buradan hemen ayrılmanız karşılığında.' "Böyle yaparsam emeklilik hakkımı kaybedeceğimi biliyor musunuz?' "Ben onu karşılarım.' "Çok açık konuştunuz. Ama daha da açık olmalısınız. Bana bu iş için ödemeyi düşündüğünüz miktar ne kadar?' "'On iki bin gulden, çekle Amsterdam'da ödenecek.' "Titredim... öfkeden ve... evet, hayranlıktan. Her şeyi hesaplamıştı, paranın miktarını, nasıl ödeneceğini; böylece oradan ayrılmaya zorlanacaktım, beni hiç tanımadan değerimi biçmiş ve beni satın almıştı, iradesinin önsezisiyle beni eline geçirmişti. İçimden yüzüne bir tokat atmak geliyordu. Ama titreyerek ayağa kalktığımda 86 −o da ayağa kalkmıştı− ve kadının gözlerinin içine baktığımda, onun o rica nedir bilmeyen, sımsıkı kapalı dudaklarını, eğilmek istemeyen kibirli alnını gördüğümde, delice bir hırs kapladı içimi. O da bunu hissetmiş olmalı ki, kendisini rahatsız eden birini başından atmak istercesine kaşlarını kaldırdı; aramızdaki nefret birden açığa çıkmıştı. Bana ihtiyacı olduğu için benden nefret ettiğini biliyordum, ben de ondan... rica etmek istemediği için nefret ediyordum. O bir saniyelik suskunluk boyunca ilk kez olmak üzere birbirimizle dürüstçe konuştuk. Sonra bir sürüngen gibi sokulan bir düşünce girdi aklıma ve ona dedim ki... ona dedim ki... "Ama bir dakika, yaptığımı... söylediklerimi yanlış anlayabilirsiniz, bu çılgınca düşünceye nasıl kapıldığımı size açıklamalıyım." Yine karanlıkta bardağı hafifçe tıkırdadı. Heyecanının arttığı belliydi. "Kendime bahane yaratmak, haklı çıkarmak, temize çıkarmak değil amacım... Ama açıklamazsam anlayamazsınız... İyi bir insan olup olmadığımı bilemiyorum... ama her zaman yardımsever biriydim... O berbat ülkede insanın tek mutluluğu buydu, zihninize kazıdığınız bir avuç bilgiyle, bir insan hayatının devam etmesini sağlamak... ilahi bir mutluluktu adeta. Gerçekten de hayatımın en mutlu anları, korkudan mosmor kesilmiş, yılan ısırmış bacağı ta kasığına kadar şişmiş, bacağı kesilmesin diye ağlayan bir sarı adam önüme geldiğinde onu kurtarmayı başardığım anlardı. Ateşler içinde yanan bir kadın olduğunda saatlerce yol giderdim; bu kadının istediği türden yardımları da yapmıştım ben, hem de Avrupa' daki klinikte çalışırken. Ama o zaman bu insanın böyle bir yardıma ihtiyacı olduğunu hissediyordunuz, birisini ölümden ya da çaresizlikten kurtardığınızı biliyordunuz 87 − yardım etmek için de bu duyguya ihtiyacınız vardı, karşınızdakinin size ihtiyacı olduğu duygusuna. "Oysa bu kadın −size tam olarak anlatabilir miyim bilmiyorum− sanki gezintiye çıkmışken uğramışçasına evime giren bu kadın, girdiği andan başlayarak kibiri yüzünden beni kışkırtıp kendisine meydan okumama neden oldu, içimdeki bütün −nasıl söylesem− bastırılmış, gizlenmiş, kötü şeyleri harekete geçirdi. Ortada bir ölüm kalım sorunu varken, hanımefendi rolü oynaması, buz gibi bir tavırla iş görüşmesi yapması, beni delirtmişti. Ve sonra... sonra... insan golf oynarken gebe kalmaz ya... biliyordum ki... daha doğrusu beni dehşete düşüren bir kesinlikle hatırladım ki, ben onu caydırıcı, evet neredeyse itici bakışlarla süzerken, buz gibi bakışlı gözlerinin üzerindeki kaşlarını yukarı kaldıran bu serinkanlı, bu kibirli, bu soğuk kadın, daha iki ya da üç ay önce bir yatakta, hayvanlar gibi çırılçıplak ve şehvetten inleyerek adamın biriyle oynaşıyordu, bedenleri iki dudak gibi birbiriyle kaynaşmıştı... O beni öyle kibirle, tıpkı bir İngiliz subayı gibi yanına yaklaştırmayan bir soğuklukla süzerken, işte bu yakıcı düşünce düştü aklıma... işte o zaman... o zaman birden bir yay gibi geriliverdim, o kadını aşağılamaktan başka bir şey düşünemez oldum... o andan başlayarak giysisinin altındaki çıplak bedenini gördüm, o andan başlayarak o kadına sahip olmak düşüncesiyle yaşadım, o katı dudaklarının arasından bir inleyiş duymak, bu soğuk, bu kibirli kadını, tanımadığım öteki erkeğin yaptığı gibi şehvetin koynuna düşürmek düşüncesiyle yaşadım. Size açıklamak istediğim buydu... Ne kadar sefil bir duruma düşmüş olursam olayım, daha önce hiçbir zaman doktor olmamdan yararlanmadım... Ama bu kez şehvet yoktu işin içinde, kızışma ya da cinsellik yoktu... gerçekten yoktu... olsaydı söylerdim... yalnızca kibire baş eğdirmek hırsı vardı, erkek olarak baş eğdirmek... Sa- 88 nırım daha önce söylemiştim size, kibirli, soğukkanlı görünüşlü kadınların benim üzerimde etkinlik kurduklarını... ama bir de şu vardı: yedi yıldır burada yaşıyordum ve bir tek beyaz kadınla bile birlikte olmamıştım, bana direnilmesine alışkın değildim... çünkü buradaki kızlar, bu cıvıl cıvıl, küçücük, narin hayvancıklar bir beyaz, bir 'beyefendi' kendilerine sahip olduğunda saygıdan tir tir titrerler... teslim olurlar, her zaman açıktırlar size, alçak sesle, kesik kesik gülerek size hizmet etmeye hep hazırdırlar... oysa tam da bu boyun eğiş, bu kölelik işin zevkini kaçırır. Kibirli ve nefret dolu bir kadın ansızın çıkıp gelince benim nasıl perişan olduğumu şimdi anlayabiliyor musunuz? Baştan ayağa kapalı, ama aynı zamanda giz dolu ve eskil tutkularla yüklü... böyle bir kadın böyle bir adamın, böylesine yalnız, aç ve kafese tıkılmış insanhayvanın yanına gelince... Bundan sonrasını, yani şimdi anlatacağımı anlamanız için size bunları söylemem gerekti... Ne diyordum, gözümü hırs bürümüştü, o kadının, çıplak, kösnül, tutkulu halini düşünmek beni adeta zehirlemişti; kendimi toparladım, umursamaz havalara girdim. Soğukkanlılıkla, 'On iki bin gulden mi?' dedim. 'Yo, bu kadar para için bu işi yapmam.' "Bana baktı, rengi uçmuştu. Ona karşı koymamın para hırsıyla ilgisi olmadığını seziyordu herhalde. Yine de şöyle dedi: '"Peki ne istiyorsunuz?' "Soğukkanlı pozlarını umursamıyordum artık. İsterseniz kartlarımızı açık oynayalım,' dedim. Ben iş adamı değilim... Romeo ve Jülyet'teki, kokuşmuş altın karşılığında zehir satan yoksul eczacı da değilim... işadamının tam tersiyim belki de... arzunuzu bu yolla gerçekleştiremeyeceksiniz.' '"Demek istediğimi yapmayacaksınız?' '"Para karşılığında yapmam.' 89 "Bir saniye yoğun bir sessizlik oldu aramızda. Öyle bir sessizlik ki kadının soluklarını ilk kez duydum. '"Başka ne gibi bir isteğiniz olabilir ki?' "Artık kendimi tutamadım. '"İlk isteğim, benimle bir... bir bakkalla konuşur gibi değil, bir insanla konuşur gibi konuşmanız. Yardıma ihtiyacınız olduğunda hemen o... rezil paranızı öne sürmemeniz, benden, bir insandan, size, bir insana, yardım etmemi istemeniz... Ben yalnızca hekim değilim, yalnızca muayene etmem, muayene saatleri dışında kalan saatlerim de var, belki de sizin geldiğiniz saat böyle bir saatti...' "Bir an susuyor. Sonra dudakları hafifçe bükülüyor, titreyerek, bir çırpıda, 'Sizden rica edersem, ricamı yerine getireceksiniz, öyle mi?' diyor. '"Yine pazarlığa başladınız, size söz verirsem rica edeceksiniz. Önce siz rica edin, ben yanıtımı sonra veririm.' "İnatçı bir at gibi başını geriye atıyor. Öfkeli gözlerle bakıyor bana. "'Hayır, sizden rica etmeyeceğim. Ölürüm de etmem!' "İşte o zaman hırsa kapıldım, gözüm hiçbir şey görmez oldu. '"Siz rica etmezseniz ben talep ederim öyleyse! Ne istediğimi açıklamama gerek yok sanırım, sizden ne istediğimi biliyorsunuz. Ancak ondan sonra yardım ederim size.' "Bir an gözlerini dikip baktı bana. Sonra... ah bunun ne kadar korkunç olduğunu anlatmam mümkün değil, sonra yüz hatları gerildi, arkasından da... bir kahkaha attı, yüzünde anlatılmaz bir küçümseme ifadesiyle güldü yüzüme... hem paramparça oldum hem de büyülendim... Bu aşağılayan kahkaha tıpkı bir patlama gibiydi, 90 öylesine beklenmedik, öylesine hızlı, korkunç bir güç tarafından öylesine şiddetle harekete geçirilen bir patlamaydı ki, ben... yere kapanıp onun ayaklarını öpebilirdim. Her şey bir saniye sürdü, şimşek çakmış gibiydi, bütün bedenim ateşler içindeydi, o anda arkasını döndü ve kapıya doğru yürüdü. "Düşünmeden peşinden gittim... özür dilemek, ona yalvarmak istiyordum... gücüm tükenmişti... o sırada arkasına döndü ve şöyle dedi... yo, demedi, emir verdi: '"Arkamdan gelmeye ya da izimi bulmaya kalkışmayın... Yoksa pişman olursunuz.' "Kapıyı arkasından çarparak kapattı." Yine durakladı adam. Yine sustu... Ay ışığı akıyormuş gibi yine o hışırtı yalnızca. Sonunda sesi duyuldu. "Kapı çarpılarak kapandı. Ama ben yerimden kıpırdayamamıştım... o kadının verdiği emir beni adeta ipnotize etmişti... merdivenden indiğini, sokak kapısını kapattığını duydum... her şeyi duydum, benliğim onun peşinden gitmemi emrediyordu, onu... ne bileyim ... geri çağırmamı, ya da dövmemi ya da boğmamı... ama peşinden gitmeliydim, peşinden... oysa yapamadım. Sanki yıldırım çarpmış gibi tutulup kalmıştım olduğum yerde, o kadının buyurgan bakışları beni can evimden vurmuştu. Biliyorum, anlatması kolay değil bunu, açıklaması... gülünç gelebilir size, ama ben olduğum yerde kaldım, adım atabilmem için belki beş, belki de on dakika geçmesi gerekti... "Ama ayağımı kıpırdatır kıpırdatmaz birden harekete geçtim, hızlandım... merdiveni bir çırpıda indim... insanların arasına doğru, sokağın öbür ucuna doğru gitmiş olmalıydı... depoya gidip bisikletimi almak istedim; anahtarı unutmuş olduğumu görünce kapıyı zorlayarak açıyorum, bambular kırılıp sağa sola sıçrıyor... bisiklete 91 atlayıp kadının peşinden gidiyorum... arabasına varmadan önce ona yetişmem gerek... onunla konuşmalıyım... Sokak önümde tozuyor... yukarıda ne kadar bir süre kıpırdamadan kalakalmış olduğumun farkına şimdi varıyorum... işte... ormandaki dönemeçte, istasyonun hemen yakınında görüyorum onu, yanında oğlanla hızlı hızlı, dimdik, düz adımlarla seyirtiyor. O da beni görmüş olmalı ki, çocuğa bir şeyler söylüyor, çocuk geride kalırken o tek başına yoluna devam ediyor... Ne yapacak acaba? Neden yalnız kalmak istedi? Çocuk duymadan benimle konuşmak mı istiyor? Deli gibi basıyorum pedallara... Tam o sırada yandan doğru yoluma bir şey fırlıyor... çocuk... bisikleti yana kıracak zamanı ancak buluyorum ve duvara tosluyorum... "Söverek ayağa kalkıyorum... o serseriye indirmek üzere yumruğumu havaya kaldırıyorum, ama çocuk yana sıçrıyor. Bisikletimi doğrultup yeniden üstüne binmek istiyorum, ama velet öne fırlıyor, bisikleti tutuyor ve acınası bir İngilizce'yle, 'You remain here,' diyor bana. "Siz tropiklerde yaşamadınız... Onun gibi sarı ırktan bir veletin beyaz bir beyefendinin bisikletini tutup ona orada kalmasını söylemesinin ne demek olduğunu bilmezsiniz. Ona yanıt vereceğime yumruğumu suratına patlatıyorum... sendeliyor ama bisikleti bırakmıyor... gözleri, o küçük, korkak gözleri kölemsi bir korkuyla fal taşı gibi açılmış. Ama elini gidondan çekmiyor, sımsıkı tutuyor... 'You remain here,' diyor bir kez daha. Bereket yanımda tabanca yoktu. Olsaydı vururdum o çocuğu. 'Defol hergele!' diyorum yalnızca. Sinip bakıyor bana, ama gidonu yine bırakmıyor. Kafasına bir yumruk daha patlatıyorum, yine de bırakmıyor. İşte o zaman hırslanıyorum, kadının gitmiş, çoktan uzaklaşmış olduğunu anlıyorum... anlayınca da çocuğun çenesine tam bir boksör yumruğu indiriyorum, çöküp kalıyor. Bisikletime atla- 92 mak istiyorum, ama oturur oturmaz pedal takılıyor, o çekiştirme sırasında reyonu çarpılmış... Titreyen ellerimle onu düzeltmeye çalışıyorum... Olmuyor... bisikleti yolun üzerine, o serserinin yanına fırlatıyorum, çocuk üzerinden kanlar akarak ayağa kalkıyor, yana çekiliyor... Sonra da... onca insanın önünde bir Avrupalının bu durumda olmasının ne kadar gülünç olduğunu... yo, bunu anlamazsınız... Kafamda bir tek düşünce vardı: o kadının peşinden gitmek, ona yetişmek. Bu yüzden koştum, kulübelerin önünden, karayolu boyunca deli gibi koştum, beyaz bir adamı, bir doktoru koşarken görmek üzere toplanmış o sarı ırktan ayaktakımının önünden geçerek koştum. "Kan ter içinde istasyona vardım... İlk sorum, araba nerede, oldu... Az önce gitmişti... İnsanlar bana şaşkın gözlerle bakıyorlardı; oraya öyle ter içinde, kir pas içinde gelip, daha durmadan, uzaktan bağırarak arabayı sorduğumu görünce beni deli sanmış olmalılar. Aşağıda, yolda otomobilin kaldırdığı beyaz toz bulutunu görüyorum... başarmıştı... acımasızca yürüttüğü katı hesapları sayesinde başardığı her şey gibi bunu da başarmıştı. "Ama kaçmakla kurtulamayacaktı... Tropiklerde yaşayan Avrupalılar birbirlerinden hiçbir şey gizlemezler... herkes birbirini tanır, her şey olay olur... Arabanın şoförünün hükümetin bungalovunda bir saat beklemesi boşa gitmemişti... birkaç dakika içinde her şeyi öğrendim... Kadının kim olduğunu biliyorum artık, onun buradan trenle sekiz saatlik uzaklıkta olan başkentte oturduğunu, büyük bir tüccarın karısı olduğunu, oldukça varlıklı, soylu ve İngiliz olduğunu... kocasının beş aydır Amerika'da bulunduğunu ve karısını alıp Avrupa'ya gitmek üzere ertesi günü başkente döneceğini de... "Kadınsa −bu düşünce damarlarımdaki kanı tutuşturuyordu− olsa olsa iki ya da üç aylık gebe olabilirdi." 93 "Şimdiye kadar her şeyi size açıkça anlatabildim... bunun nedeni belki de o ana kadar kendimi anlayabilmiş olmam, doktor olarak kendi durumuma bir teşhis koyabilmemdi. Ama o andan sonra içimde bir ateş tutuştu, kendi üzerimdeki kontrolümü kaybettim... yani yaptığım her şeyin ne kadar anlamsız olduğunu biliyordum, ama kendime söz geçiremiyordum artık... kendimi anlayamıyordum... hedefime kilitlenmiş durumdaydım... Durun bakayım, belki size daha açıkça anlatabilirim, Amok'un ne olduğunu biliyor musunuz?" "Amok mu?.. Galiba hatırlıyorum... Malezyalılarda görülen bir tür sarhoşluk..." "Sarhoşluktan öte bu... çılgınlık, insanın öfkeden gözünün dönmesi... insanın korkunç, delice bir saplantıya kapılması, öyle ki hiçbir biçimde alkol zehirlenmesiyle kıyaslanamaz... ben oradayken bunun gibi birkaç vaka incelemiştim −başkaları söz konusu olunca insan her zaman mantıklı ve nesnel davranabiliyor− ancak bu vakaların kaynağının korkunç gizini çözememiştim... İklimle bir bağlantısı var bunun, sinirlerin üzerinde fırtına gibi baskı yapan ve sonunda patlama noktasına getiren o boğucu, yoğun havayla... İşte Amok... evet Amok, şöyle oluyor: Bir Malezyalı, herhangi bir sıradan, kendi halinde adam içkisini içiyor... Ruhsuz, ilgisiz, donuk bir biçimde oturuyor oracıkta... tıpkı benim odamda oturduğum gibi... sonra ansızın ayağa fırlıyor, hançerini kapıyor, sokağa fırlıyor... dosdoğru koşuyor, dosdoğru... nereye gittiğini bilmeden... Yoluna ne çıkarsa, insan olsun hayvan olsun, hançerini saplıyor, akan kan onu daha da çıldırtıyor... Ağzı köpürüyor, kudurmuş gibi uluyor... ama koşuyor, koşuyor, koşuyor, ne sağa bakıyor ne sola, acı acı haykırarak, elinde kanlı hançeriyle, korkunç koşusunu sürdürüyor... Köylerdeki insanlar bu Amok koşucusunu 94 hiçbir gücün durduramayacağını bilirler... o gelirken uyarmak için 'Amok! Amok!' diye haykırırlar ve herkes kaçışır... ama o bunları hiç duymadan koşar, görmeden koşar, önüne çıkanı devirir... sonunda kuduz bir köpeği vururcasına vurup öldürürler onu ya da o ağzından köpükler çıkararak yere yığılıp kalır... "Bir keresinde, bungalovumun penceresinden böyle bir şeye tanık olmuştum... korkunçtu... ama bu olaya tanık olmuş olmam, o günlerde kendimi anlayabilmemi sağladı... çünkü ben de öyle, tıpı tıpına öyle, gözlerimde o dehşet verici bakışla, sağa sola bakmaksızın, aklımda yalnızca bir tek düşünceyle bir koşu tutturdum... o kadının peşinden... Bütün bunları öyle deli gibi koşarken nasıl yaptım bilemiyorum, yaptıklarımı nasıl yaptığımı hiç bilemiyorum, öyle çılgınca koşarken, o delice hız içinde her şey yıldırım gibi geçip gitti... O kadın hakkında her şeyi, adını, oturduğu evi, yazgısını öğrendikten on, yo beş, yo iki dakika sonra aceleyle ödünç aldığım bir bisiklete atlayıp eve dönmüş, bavuluma bir elbise atıp cebime para koymuş, arabama binip tren istasyonuna koşmuştum bile... Kasaba yöneticisine haber vermeden yola çıktım, yerime bakacak birini ayarlamadan, evi olduğu gibi bırakarak... Uşaklar çevremi almışlardı, kadınlar şaşkına dönmüşler soru soruyorlardı, ama ben onları yanıtlamadım, arkama bakmadım... tren istasyonuna koşup ilk trenle kente gittim... Bu kadının odama girmesinin üzerinden henüz bir saat geçmeden bütün yaşamımı geride bırakıp bilinmeze doğru delice bir koşu tutturmuştum, Amok koşusu... "Hiçbir yere sapmadan, dosdoğru koştum... akşamın altısı olduğunda gideceğim yere varmıştım, saat altıyı on geçe kadının evine ulaştım ve geldiğimi bildirmelerini istedim... bu yaptığım... anlayacaksınız... yapılacak en anlamsız, en budalaca şeydi... ama Amok koşucusu boş 95 bakışlarla koşar, nereye gittiğini bilmez... Birkaç dakika sonra uşak geri geldi... nazik ve soğuktu... hanımefendinin kendini iyi hissetmediğini ve benimle görüşemeyeceğini bildirdi. "Sendeleyerek kapıdan dışarı çıktım... Bir saat daha evin çevresinde dönüp durdum, belki de beni arar diye hiç olmayacak bir umuda kapılmıştım... sonra sahildeki otelde bir oda tuttum, yanıma iki şişe viski alıp odama çıktım... viskilerle birlikte aldığım iki doz Veronal işe yaradı... sonunda uykuya daldım... yaşamla ölüm arasındaki bu koşuda, bu bunaltıcı, yapış yapış uyku tek durağım oldu" Geminin çanı çaldı. İki sert, dolu dolu vuruş, neredeyse kıpırtısız havanın yumuşak gölünde titreşerek sürdü ve sonra, omurganın altında ve heyecanlı konuşmanın arasında ısrarla sürüklenen, hafif, bitmek bilmeyen hışırtının içinde gitgide silindi. Karanlıkta karşımda oturan adam bu sesten ürkmüş olmalı ki konuşması yarım kaldı. Elinin yeniden şişeye uzandığını, içkinin gırtlağından yavaşça aktığını duydum. Sonra, sakinleşmişçesine, titremeyen bir sesle konuşmaya başladı. "O andan sonraki saatleri size anlatmam çok güç. Şimdi düşünüyorum da o sıralarda ateşimin çıkmış olduğuna inanıyorum, en azından aşırı sinirliydim, neredeyse çılgınlık sınırında bir sinirlilik; daha önce de söyledim ya, 'Amok koşucusu'ydum. Şunu da unutmayın, ben oraya vardığımda günlerden salı, vakit de gece yarısıydı; kocası ise Cumartesi günü −o arada bunu öğrenmiştim− P.&O. gemisiyle Yokohama'dan gelecekti; demek ki karar verip yardım etmem için üç gün, üç kısacık gün kalmıştı. Şunu anlamınızı istiyorum: O kadına derhal yardım etmem gerektiğini biliyordum, ama onunla tek sözcük bile konuşamıyordum. Özellikle de benim o gülünç, kudurmuş 96 davranışım için özür dileme ihtiyacım beni daha da huzursuz ediyordu. Her geçen dakikanın ne kadar değerli olduğunu, bu işin onun için ölüm kalım sorunu olduğunu biliyordum; yine de onun yanına yaklaşıp bir şeyler fısıldama, bir işaret verme fırsatım bile yoktu; çünkü onun arkasından öyle çılgınca, kabaca koşuşum onu ürkütmüştü. Öyle bir durumdu ki... nasıl anlatsam... hani biri bir başkasını bir caniye karşı uyarmak için arkasından koşar da öndeki onu katil sanıp kendi ölümüne koşar ya... O kadın bende yalnızca kendisini aşağılamak için arkasından koşan Amok koşucusunu görmüştü, oysa ben... işte işin korkunç çelişkisi de burada ya... ben artık öyle bir şey düşünmüyordum... ben pes etmiştim, yalnızca ona yardım etmek, kulu kölesi olmak istiyordum... ona yardım edebilmek için adam bile öldürürdüm, suç işlerdim, oysa o bunu anlamıyordu. Sabah uyanır uyanmaz yine hemen kadının evine koştum, yumrukladığım çocuk kapının önünde bekliyordu, beni uzaktan görür görmez −beni bekliyor olmalıydı− kapıdan içeri dalıverdi. Belki de gizlice gidip geldiğimi bildirmek için yapmıştı bunu, ya da belki... ah bu belirsizlik nasıl da acı veriyor bana şimdi... belki de beni karşılamak üzere hazırlanmışlardı... ama çocuğu görüp de çıkardığım rezaleti hatırlayınca o evi ziyaretten vazgeçen yine ben oldum... dizlerim titriyordu. Tam kapının eşiğine varmışken geri dönüp oradan uzaklaştım... ben giderken belki de kadın benzer acılar içinde beni bekliyordu. "Ayaklarımın altında alev alev yanan o yabancı kentte ne yapacağımı bilemez durumdaydım. Birden aklıma bir şey geldi, bir araba çağırdım, daha önce hastanemde yardım etmiş olduğum başkan yardımcısına gittim, kendisiyle görüşmek istediğimi bildirdim. Dış görünüşüm herhalde çok tuhaftı, çünkü başkan yardımcısı bana adeta korku dolu gözlerle baktı, nezaketinde bir huzursuz- 97 luk gizliydi... belki bende Amok koşucusunu görmüştü... Kısa ve öz sözcüklerle ona kente tayin edilmeyi istediğimi, bulunduğum yerde artık kalamayacağımı bildirdim... derhal buraya taşınmalıydım... Bana baktı... bana nasıl baktığını size anlatamam... Bir doktorun hastasına baktığı gibi baktı... 'Sinir krizi geçiriyorsunuz, sevgili doktor,' dedi sonra, 'sizi çok iyi anlıyorum. Tamam bir şeyler ayarlarız, ama ancak... dört haftada olur... yerinize koyacak birini bulmalıyız önce.' "'Bekleyemem,' dedim, 'bir gün bile bekleyemem.' Yine tuhaf tuhaf baktı bana. 'Beklemeniz gerek doktor,' dedi ciddi bir sesle, 'revir doktorsuz kalamaz. Ama size söz veriyorum, hemen bugün harekete geçeceğim.' Dişlerimi sıkıp durdum orada; satılmış biri, bir köle olduğumu ilk kez açıkça seziyordum. Adamakıllı inatlaşmaya hazırlanıyordum ki ustaca konuşan o adam benden önce davrandı: 'İnsanlara yabancılaşmışsınız doktor, bu da bir tür hastalıktır. Buraya hiç gelmemeniz, hiç tatile çıkmamanız hepimizi şaşırtıyordu. İnsanların içine girmeye, hareketlenmeye ihtiyacınız var. Hiç olmazsa bu akşam bize katılın, hükümet konağında bir davet var, bütün koloni orada olacak, hem sizinle ne zamandır tanışmak isteyenler de var, hep sizi soruyorlar, buraya gelmenizi istiyorlardı.' "Son sözcükleri birden ilgimi çekti. Beni mi soruyorlardı? Acaba soran o kadın mıydı? Birden değişiverdim: Beni davet ettiği için kibarca teşekkür edip tam vaktinde gelirim dedim. Gittim de, hem de erkenden. Sabırsızlığım yüzünden hükümet konağının o kocaman salonuna ilk gelenin ben olduğumu, çevremde yalınayak, sağa sola savrula savrula koşuşturan sarı derili hizmetkârların arkamdan −kafam öyle karışıktı ki belki de bana öyle geliyordu− benimle alay ettiklerini söylememe gerek var mı? Sessizce yürütülen o hazırlıkların içinde, on beş dakika 98 boyunca tek Avrupalı ben oldum, öylesine bir başımaydım ki, yelek cebimdeki saatin tik taklarını duyuyordum. Sonunda aileleriyle birlikte birkaç hükümet memuru geldi, arkalarından da vali göründü; uzun uzadıya konuştu benimle, nazik ve ustalıklı yanıtlar verdim sorularına ta ki... ta ki, nasıl doğduğunu bilemediğim bir gerginliğe düşüp dilim dolanana ve kekelemeye başlayana kadar. Sırtımı salonun kapısına yaslamış olmama karşın, o kadının içeri girdiğini, salonda bulunduğunu sezdim; nasıl olup da bu kadar emin olduğumu size söyleyemeyeceğim, ama valiyle konuşurken, adamın sözleri kulaklarımda yankılanırken bile arkamda kadının varlığını hissettim. Bereket vali konuşmasını uzatmadı, yoksa neredeyse arkamı dönmek üzereydim, sinirlerim anlaşılmaz bir biçimde öylesine gerilmiş ve merakım öylesine bilenmişti ki. Gerçekten de arkama döner dönmez, bulunduğunu bilinçaltımda hissettiğim yerde buldum onu. Dar, bembeyaz omuzlarını mat fildişi gibi öne çıkaran sarı bir tuvalet giymişti, bir grup insanın ortasında durmuş sohbet ediyordu. Gülümsüyordu, ama bana yüzü gerginmiş gibi geldi. Ona yaklaştım −beni göremiyor ya da görmek istemiyordu− ve incecik dudaklarının çevresinde tatlı tatlı, kibar kibar titreşen gülümsemeye baktım. Bu gülümseme yeniden başımı döndürdü, çünkü onun... onun sahte olduğunu biliyordum, sahteydi, sanattı, teknikti, tam bir ikiyüzlülüktü. Bugün çarşamba diye düşündüm, cumartesi günü kocasının gemisi geliyor... nasıl böyle gülümseyebilir... böyle kendisinden emin olarak, kayıtsızca gülümseyebilir, yelpazesini korku içinde elinde ezeceğine nasıl böyle iki yana sallayabilir? Ben... bir yabancı olan ben... tam iki gündür o saati korkuyla bekliyordum, bir yabancı olan ben o kadının korkularını, dehşetini, alabildiğine coşmuş duygularla yaşıyordum... o ise kalkmış baloya gidiyor, durmadan gülümsüyordu. 99 "Arka planda müzik duyuldu. Dans başladı. Yaşlıca bir subay, kadını dansa davet etmişti, sohbet ettiği insanlardan izin isteyerek ayrıldı, subayın koluna girdi, yanımdan geçip yandaki salona yürüdü. Beni gördüğü anda yüzü şiddetle kasıldı, ama bir saniye sürdü bu, sonra beni tanıdığını belli eden kibar bir gülümseyişle, öylesine tanıştığı biriymişim gibi (ben ona selam verip vermemeye henüz karar verememişken) selamladı beni: 'İyi akşamlar doktor,' ve geçip gitti. O gri-yeşil bakışların neler gizlediğini hiç kimse tahmin edemezdi, ben de bilmiyordum. Neden selam vermişti bana, neden birdenbire kabullenivermişti? Bir savunma mıydı bu, yakınlaşma mıydı, yoksa beklenmedik bir şeyin verdiği şaşkınlık mı? Nasıl bir heyecan içinde orada kalakaldığımı size anlatmam olanaksız, içimde her şey kabarmış, patlayacak gibi gerilmişti; onun, subayın kollarında tasasızca vals yapışını görüyordum, alnında kaygısızlığın dingin pırıltısı, oysa ben onun da... onun da benim gibi yalnızca bir tek şeyi düşündüğünü biliyordum, bu salonda onunla benim korkunç bir gizi paylaştığımızı biliyordum; o ise vals yapıyordu, işte o saniyelerde içimdeki korku, hırs ve hayranlık bir anda tutkuya dönüştü; beni gözleyen olup olmadığını bilmiyorum ama benim davranışım, onun sakladığından çok daha fazlasını açığa vuruyordu. Gözlerimi ondan alamıyordum; gözüm onun üstündeydi, evet üstündeydi, maskesi bir an için olsun düşer mi diye onun o ifadesiz yüzünü adeta emiyor, onca uzaktan didikliyordum. Bu keskin bakışlarımdan hoşlanmamış olmalıydı. Kavalyesinin kolunda geri dönerken bir saniyenin binde birinde baktı bana, hem emir verir, hem iter gibiydi; alnında, daha önceden tanıdığım, kibirli öfkesinin o küçücük kötü kırışığı belirmişti. "Ama... ama... söylemiştim size, Amok koşucusuydum ben, ne sağa bakıyordum ne sola. Ne demek istedi- 100 ğini hemen anladım, bu bakışın anlamı şuydu: Kimsenin gözüne çarpma! Kendini tut! Onun benden... nasıl söyleyeyim... burada, herkesin içinde, bir şey belli etmememi istediğini anlamıştım. Şimdi çıkıp gidersem, ertesi gün onun beni kabul edeceğinden emin olabilirdim, bunu biliyordum... onunla aramda bir tür yakınlık olduğunu belli etmemi istemiyordu, şimdi istemiyordu... benim beceriksizliğim yüzünden olay çıkmasını −haklı olarak− istemiyordu. Görüyorsunuz... her şeyi biliyordum, bu buyurgan, karanlık bakışları anlıyordum, ama... ama onunla konuşmadan duramayacaktım. Sohbet ettiği gruba doğru sarsak adımlarla yürüdüm, oradakilerden yalnızca birkaçını tanımama karşın yanlarına sokuldum, amacım onun sesini duymaktı, yine de dayak yemiş bir köpek gibi kaçıyordum onun bakışlarından, bakışları soğukça değip geçiyordu bana, sanki dayandığım kapı perdelerinden biriydim ya da perdeleri hafifçe dalgalandıran havaydım. Bana söyleyeceği bir sözcüğü, beni onayladığını gösteren bir işaretini özlemle bekleyerek durdum orada, o hareketli konuşmaların ortasında, gözlerim bir noktaya dikili, kazık gibi durdum. Öylece duruşum herkesin dikkatini çekmiş olmalı ki kimse benimle konuşmadı, benim o gülünesi varlığım ona da acı vermiş olmalı. "Orada ne kadar o durumda kaldığımı bilmiyorum... sonsuzluk kadar sürdü... büyülenmiş gibiydim. Özellikle de geçmek bilmeyen öfkem elimi ayağımı felç etmişti... Ama kadın daha fazla dayanamadı... ansızın doğasının o çarpıcı tazeliğiyle yanındaki erkeklere döndü ve, 'Biraz yorgunum,' dedi. 'Bugün erken yatmak istiyorum... İyi geceler!' sonra bir yabancıyı selamlar gibi başını hafifçe eğip yanımdan geçti... alnındaki kırışığı ve sonra da onun sırtını gördüm, beyaz, soğuk, çıplak sırtını. Onun gittiğini anlayana kadar bir saniye geçti... bu akşam, kurtulabi- 101 leceğim tek akşam olan bu akşam onu artık göremeyeceğimi, onunla konuşamayacağımı anlayana kadar. Ne olduğunu anlayana kadar bir an kalakaldım orada... sonra... sonra... "Ama durun... durun... Yaptığımın anlamsızlığını, saçmalığını anlayamayabilirsiniz...size o salonu iyice betimlemem gerek... Hükümet konağının büyük salonundaydık, bütün ışıklar yanıyordu, neredeyse boştu o koca salon... çiftler dansa gitmişlerdi, erkeklerse oyuna... yalnızca köşelerde sohbete dalmış birkaç çift vardı... salon boştu anlayacağınız, her hareket göze çarpıyordu o parlak ışığın altında... ve o, işte bu kocaman, geniş salonun içinden omuzlarını dikleştirerek ağır ağır, salına salına yürüyüp geçti, ara sıra o tanımlaması olanaksız tavrıyla birine selam veriyordu, beni kendine bağlayan o görkemli, buz gibi, soylu dinginliğiyle. Bense... bense geride kalmıştım, söyledim ya, adeta felç olmuştum, sonunda onun gitmekte olduğunu kavradım... ben ne olduğunu anlayana kadar o salonun öteki ucuna, kapıya varmıştı bile... O zaman... ah, şimdi bunu düşünmek bile utandırıyor beni, birden kendimi toparladım ve koştum, duydunuz mu koştum, yürümedim, takır takır ses çıkaran ayakkabılarımla salonu koşarak geçtim, onun arkasından gittim. Adımlarımın sesini duyuyor, herkesin şaşkınlık dolu bakışlarını üzerimde hissediyordum... utançtan yerin dibine geçebilirdim... daha koşarken yaptığım çılgınlığın farkındaydım... ama artık... artık geri dönemezdim. Kapıda ona yetiştim... bana döndü, gözleri kurşuni bir çelik gibi içime işledi, burun delikleri öfkeden titriyordu, kekeleyerek konuşacaktım ki... birden... birden bir kahkaha attı... berrak, kaygısız, içten gelen bir kahkaha ve yüksek sesle, herkesin duyabileceği bir sesle, 'Ah, doktor,' dedi, 'oğluma yazacağınız reçete şimdi aklınıza geldi demek... ah, şu bilim adamları...' Yakınımızda duran birkaç 102 çift iyi niyetle güldüler... anladım, durumu kurtarmakta gösterdiği ustalık beni sersemletmişti... elimi cebime atıp bloknotumu çıkardım, boş bir yaprak kopardım... yaprağı önemsemeden aldı, sonra da... soğukça, teşekkür edercesine gülümseyip gitti... İlk önce ferahladım, ustalığıyla benim çılgınlığımı telafi ettiğini, durumu kurtardığını görmüştüm... aynı zamanda her şeyi yitirmiş olduğumu, bu kadının, o aşırı çılgınlığım yüzünden benden nefret ettiğini de anlamıştım... hem de ölesiye nefret ettiğini... kapısının önüne yüz kez de gitsem her seferinde beni kovacaktı. "Sendeleyerek yürüdüm salonda... insanların bana baktıklarını fark ediyordum... herhalde tuhaf bir görünümüm vardı. Büfeye gidip peş peşe iki, üç, dört kadeh konyak yuvarladım... bu beni yere yıkılmaktan kurtardı... sinirlerim iyice laçka olmuştu, dayanamıyordum... Sonra yan kapıların birinden, bir suçlu gibi gizlice dışarı süzüldüm... Kadının kahkahasının hâlâ duvarlarda asılı kaldığı o salondan beni hiçbir güç bir daha geçiremezdi artık. Gittim, tam olarak nereye gittiğimi bilemiyorum... birkaç meyhaneye girip çıktım ve sarhoş oldum... Bir saniye bile ayık kalmak istemeyen biri gibi kafayı çektim... ama duyularım uyuşmuyordu bir türlü... onun kahkahası aklımdan çıkmıyordu, tiz ve kötücül kahkahası... o kahkahayı, o lanet olası kahkahayı aklımdan silemiyordum... Sonra limanda oradan oraya dolaştım... tabancamı evde bırakmamış olsaydım kendimi vurabilirdim. Bundan başka hiçbir şey düşünemiyordum, kafamda bu düşünceyle eve gittim... dolabın sol yanındaki, tabancamın durduğu çekmeceye salt bu düşünceyle yaklaştım... yalnızca bu düşünceyle. "Kendimi öldürmememin nedeni... size yemin ederim ki korkaklık değildi... silahın o soğuk horozuna basmak benim için bir kurtuluş olurdu... ama nasıl anlat- 103 sam... içimde bir sorumluluk hissediyordum... o kadının bana ihtiyacı olabileceği, ihtiyacı olduğu düşüncesi beni deli ediyordu, odaya döndüğümde perşembe sabahı olmuştu, cumartesi günü de... söylemiştim ya... gemi gelecekti, bu kadının, bu kibirli, gururlu kadının, kocasının ve herkesin önünde bu utanca dayanamayacağını biliyordum... düşüncesizce harcanan o değerli günleri, zamanında yapılacak bütün yardımları engellemiş olan o saçma aceleciliğimi düşünmek beni nasıl eziyordu bilseniz... odamda saatlerce, evet yemin ederim saatlerce bir aşağı bir yukarı dolaştım, ona nasıl yaklaşabilirim, olanları nasıl telafi edebilirim, ona nasıl yardımcı olabilirim diye beyin patlattım... çünkü onun beni artık evine sokmayacağına emindim... onun gülüşünü, burun deliklerinin öfkeyle titreyişini bütün hücrelerimde duyuyordum hâlâ. O üç metrelik küçücük odada saatlerce, gerçekten saatlerce dolandım durdum... sabah oldu. öğle üzeri oldu... "Birden kendimi masanın başında buldum... Bir deste mektup kâğıdı alıp ona mektup yazmaya başladım... her şeyi yazıyordum... yaltaklanıyor, bağışlanmamı diliyor, ben bir çılgınım, caniyim diyordum... bana güvenmesini istiyordum... eğer isterse bir saat içinde o kentten uzaklaşacaktım, o ülkeden, hatta dünyadan... tek istediğim beni bağışlaması, bana güvenmesiydi, son anda, en son anda ona yardım etmeme izin vermesiydi, böylece tam yirmi sayfa doldurdum... bu yazdıklarım, cinnet anında yazılmış anlatılmaz, müthiş bir mektup gibiydi, masadan kalktığımda ter içindeydim, oda çevremde dönüyordu, bir bardak su içmek zorunda kaldım... Ancak ondan sonra mektubu bir kez okumayı denedim, ama ilk satırları okurken içimi dehşet sardı... titreyerek katladım mektubu, bir zarf aldım... İşte o andı birden sarsıldım. Asıl ne yazmam gerektiğini, taşı gediğine koyacak sözcükleri bulmuştum Yazı kamışını tekrar elime aldım, en 104 son sayfaya şunları yazdım: 'Burada, sahildeki otelde sizin beni bağışladığınızı bildirecek haberi bekleyeceğim. Saat yediye kadar sizden bir yanıt almazsam, kendimi vuracağım.' "Sonra mektubu aldım, oteldeki çocuklardan birini çağırıp mektubu hemen yerine ulaştırmasını istedim ondan. Sonunda her şeyi söylemiştim − her şeyi!" Yanı başımızda bir şey tıkırdadı, tangırdadı. Eliyle sertçe çarpınca viski şişesini devirmişti; yerleri yoklayarak onu aradığını duydum, sonra birden elini uzatıp tutuverdi şişeyi; sonra da o boş şişeyi küpeştenin üstünden denize fırlattı. Birkaç dakika sessiz kalmıştı, sonra yeniden başladı söze, bu kez daha da heyecanlı ve telaşlıydı anlatımı. "Artık inançlı bir Hıristiyan değilim ben... benim için cennet de yok, cehennem de... cehennem diye bir şey varsa da korkmuyorum ondan, çünkü bu cehennem, benim o gün öğle öncesinden akşama kadar yaşadığım saatlerden daha kötü olamaz... Küçük bir oda düşünün, güneşin sımsıcak ısıttığı, hele öğle güneşinde ateş gibi... içinde masa, sandalye ve yataktan başka bir şey olmayan küçük bir oda... masanın üzerinde yalnızca bir saat ve bir tabanca... masanın önünde de bir adam... bu masadan ve saatin saniye kolundan gözünü ayırmayan bir adam... yemek yemeyen, içki içmeyen, sigara içmeyen ve heyecanlanmayan bir adam... bu adam... iyi dinleyin... bu adam tam üç saat boyunca... gözünü kadranın beyaz çerçevesinden ve bu çerçeve boyunca tik taklarla ilerleyen koldan ayırmadı. O günü... o günü böyle geçirdim, yalnızca bekledim, bekledim, bekledim... ama bu bekleyişim tıpkı... tıpkı bir Amok koşucusunun anlamsızca, yolundan sapmadan, çılgınca, hayvanca bir inatla yaptığı şey gibiydi. 105 "Evet... ben size bu saatleri betimleyemeyeceğim... bu olanaksız... böyle bir şeyi, aklını kaçırmadan yaşamanın nasıl mümkün olabildiğini ben de anlayamıyorum... İşte... saat tam üç yirmi ikide... bunu biliyorum, çünkü gözüm saatteydi, birden kapı tıklatıldı... Ayağa fırladım... kaplanın avının üstüne atlaması gibi bir fırlamaydı bu; bir hamlede odayı geçip kapıya varıyorum, kapıyı açıyorum, kapının önünde ürkek bir küçük Çinli çocuk duruyor, elinde katlanmış bir kâğıt var, ben kâğıdın üstüne atlarken Çinli bir anda gözden kayboluyor. "Kâğıdı açıyorum, okumak istiyorum, ama okuyamıyorum. Gözlerim kıpkırmızı... şu işkenceye bakın, sonunda, en sonunda o kadından bir haber alıyorum, ama gözbebeklerimin önünde her şey titreşiyor, kıpırdıyor... başımı suyun altına sokuyorum, biraz gözüm açılıyor, kâğıdı yeniden elime alıp okuyorum: 'Çok geç! Ama evde bekleyin. Belki size telefon ederim.' "Eski bir broşürden kopartılmış o buruşuk kâğıt parçasında imza yoktu, kurşunkalemle aceleyle yazılmış, birbirine girmiş harfler aslında yazısı düzgün birine ait... bu kâğıdın beni neden bu kadar sarstığını bilmiyorum... bir dehşet, bir gizem saklıydı o kâğıtta, sanki kaçarken, yolda bir pencerenin girintisine dayanılarak ya da hareket halindeki bir arabanın içinde yazılmış gibiydi... Bu gizemli kâğıttan benim ruhuma tanımlanmayan bir şey vurdu soğuk soğuk, korku gibi, telaş gibi, dehşet gibi bir şeydi bu... yine de... yine de mutluydum; bana yazmıştı, henüz ölmemeliydim, ona yardım edebilirdim... belki... edebilirdim... en çılgın olasılıkların, umutların içine gömüldüm, o küçük kâğıdı yüz kez, bin kez okudum, öptüm... unutulmuş, atlanmış bir sözcük var mı diye inceledim onu... kurduğum hayaller gitgide derinleşti, karıştı, sanki açık gözle muhteşem bir düş görüyordum, felç olmuştum sanki, uykuyla uyanıklık arasında belirsiz ama 106 yine de hareketli bir şey yaşıyordum, belki çeyrek saat sürdü bu, belki de birkaç saat... "Birden irkildim... Kapı mı çalınmıştı?.. Soluğumu tuttum... bir dakika, iki dakika kıpırtısız bir sessizlik... Sonra yine yavaşça, tıpkı fare kemirir gibi, kapıda hafif ama ısrarlı bir tıkırtı... Ayağa fırladım, dengemi bulamamıştım, kapıyı ardına kadar açtım, dışarıda o çocuk duruyordu, yumruğumla ağzını dağıttığım çocuk... esmer yüzü kül rengi olmuştu, şaşkın bakışlarından mutsuzluk okunuyordu... Korkunç bir şey olduğunu sezdim. 'Ne... ne oldu?' diyebildim güçlükle. 'Come quickly,' dedi, başka da bir şey söyleyemedi... Merdivenden aşağı atıldım, o da peşimden geldi. Bir sado, yani küçük bir araba bekliyordu kapıda, hemen bindik... 'Ne oldu?' diye sordum çocuğa. Titreyerek baktı bana ve dudaklarını sımsıkı kapayıp sustu... Bir kez daha sordum; ama o hiç konuşmadı... İçimden yine suratına yumruğu patlatmak geliyordu, ama kadına bir köpek gibi sadık oluşu yüreğimi sızlatmıştı... bir daha soru sormadım... Küçük araba kalabalığın arasından öyle bir hızla geçiyordu ki insanlar küfürler savurarak iki yana fırlıyorlardı; sahilde Avrupalıların oturduğu mahalleden çıkıp yoksulların mahallesine geçtik ve devam ettik, Çinlilerin karmaşasının içine girdik... Sonunda daracık bir sokağa geldik, iyice kentin dışındaydı burası... alçak bir evin önünde durduk... Pis bir evdi bu, kendi içine gömülmüş gibiydi; önde, kapısında fener asılı bir dükkân vardı... içinde esrar çekilen evlerin ya da genelevlerin gizlendiği, hırsız yuvası ya da hırsızlara yataklık eden yerlerden biriydi... Çocuk kapıyı telaşla çaldı... Kapının aralığından biri fısıldadı, üst üste sorular sordu... Artık dayanamadım, oturduğum yerden fırladım, aralık duran kapıyı itip açtım... yaşlı bir Çinli kadın bir çığlık atarak geriye kaçtı... çocuk arkamdan geldi, beni koridordan geçirdi... bir başka kapıyı açtı... karanlık 107 bir odaya açılıyordu bu kapı, keskin bir içki kokusu vardı içeride ve pıhtılaşmış kanın pis kokusu. Odada bir şey inledi, el yordamıyla ilerledim..." Yine sustu adam. Sonra duyduğum ses, konuşmadan çok hıçkırığa benziyordu. "El yordamıyla... el yordamıyla ilerledim... ve orada... orada, pis bir şiltenin üzerinde... acıdan iki büklüm olmuş... inleyen bir insan parçası vardı... o vardı... "Karanlıkta yüzünü göremiyordum... Gözlerim henüz karanlığa alışmamıştı... bunun için ellerimin yardımıyla yürüdüm... eli... sıcaktı... yanıyordu... Ateşi vardı, yüksek ateşi... tüylerim diken diken oldu... her şeyi anlamıştım... benden kaçıp buraya sığınmıştı... pis bir Çinli kadının elinde sakatlanmıştı... çünkü buradaki insanların ağızlarını açmayacağını umuyordu... bana güvenmektense şeytan gibi bir cadının kendini öldürmesine izin vermişti... çünkü çılgın ben, onun gururunu yaralamış, zamanında yardımcı olmamıştım... benden korktuğundan daha az korkuyordu ölümden çünkü... "Işık istedim haykırarak. Çocuk fırladı; iğrenç Çinli kadın titreyen elleriyle isli bir gaz lambası getirdi... O sarı benizli rezilin gırtlağına sarılmamak için kendimi güç tuttum... lambayı masaya koydular... lambanın sarı, parlak ışığı işkence çekmiş o bedenin üzerine vuruyordu... Ve birden... birden her şeyden sıyrıldım, bütün o sersemlikten, öfkemden, pis bir gübre yığını gibi birikmiş tutkumdan... artık yalnızca doktordum, yardım eden, hisseden, bilen bir insandım... kendimi unutmuştum... açılmış zihnim, aydınlık kafamla o korkunç şeyle mücadele ediyordum... Düşlerimde arzuladığım o çıplak bedeni artık... nasıl söyleyeyim... bir nesne olarak, bir organizma olarak görüyordum... hissettiğim artık kadın değil, ölüme karşı savaşan bedendi, ölümcül bir acıyla kıvranan o insanı hissediyordum... Kanı; sıcak, kutsal ka- 108 nı ellerime fışkırıyordu, ama ne şehvet duyuyordum, ne de dehşet... yalnızca doktordum şimdi... yalnızca çekilen acıyı görüyordum ve... "Ve bir mucize olmazsa her şeyin bitmiş olduğunu da gördüm bir anda... o cani, beceriksiz ellerin altında yaralanmış, kanı neredeyse tükenmişti... bu leş kokulu kovukta o kanı durduracak hiçbir şey yoktu elimde, temiz su bile yoktu... elimi neye atsam leş gibiydi... "'Hemen hastaneye gitmeliyiz,' dedim. Ben bunu söyler söylemez, o perişan beden birden doğruldu. 'Hayır... hayır... ölmeyi yeğlerim... kimse bilmemeli... bilmemeli... eve gidelim... eve gidelim...' "Anlamıştım... onun için önemli olan sırrıydı, onuruydu... hayatı değil... Ben de − ben de onu dinledim... Çocuk bir sedye getirdi... kadını üstüne yatırdık... ve böylece... o bitkin ve ateşli, neredeyse cansız bedeni... gecenin içinde taşıdık... eve götürdük... sorular soran, dehşete düşen hizmetkârları yanıtsız bıraktık, bir hırsız gibi onu odasına taşıyıp kapıyı kilitledik... Sonra da... sonra da ölüme karşı o uzun savaş başladı...' Ansızın bir el kolumu sımsıkı kavradı, duyduğum acı ve korkudan neredeyse haykıracaktım. Karanlıkta yüzü öyle yakınımdaydı ki bir maskeye benzemişti, birden parlayan bembeyaz dişlerini görüyordum, ay ışığının solgun yansısında gözbebeklerini görüyordum, iki kocaman kedi gözü gibi parlıyorlardı. Artık konuşmuyor, çığlık çığlığa bir öfkenin pençesinde haykırıyordu: "Siz, yabancı; burada şezlonga uzanmış yatan, dünyayı gezen yabancı; bir insanın ölmesinin ne demek olduğunu biliyor musunuz? Bedenin bükülmesini, moraran tırnakların boşluğa saplanışını, gırtlaktan gelen hırıltıları, her uzvun mücadelesini, dehşet verici sona karşı direnen parmakları, gözlerin anlatılmaz bir dehşetle açıl- 109 masını gördünüz mü, böyle bir şeye tanık oldunuz mu, böyle bir şey yaşadınız mı, siz avare adam; bir görevden söz edercesine yardımdan söz eden siz dünya gezgini? Doktor olarak sık sık gördüm böyle şeyler, birer vaka olarak gördüm... bir olgu olarak... adeta inceledim bunları... ama bir kez yaşadım bunu, biriyle birlikte yaşadım, bir kez biriyle birlikte öldüm o gece... Akıp duran kanı durdurmak için bir şey bulmak, bir şey yaratmak, gözümün önünde ateşler içinde yanan o bedenin ateşini almak için... gitgide yaklaşan ve o yatağın uzağında tutamadığım ölüme karşı bir şey bulabilmek için oturup kafamı patlatırcasına düşündüğüm o korkunç gece... doktor olmanın, bütün hastalıkların çaresini bilmenin -sizin bilgece ifade ettiğiniz gibi, yardım etmek görevini üstlenmenin- ama yine de ölen birinin başında çaresizce oturmanın, olacakları bilmenin ama yine de elinden bir şey gelmemenin ne demek olduğunu bilir misiniz? Bedeninizdeki bütün damarları parçalasanız da yardım edemeyeceğinizi, bu korkunç gerçeği bilirsiniz bir tek... sevdiğiniz bir bedeni görmek, acıların pençesinde kıvranan, çaresizce kanayan bir bedeni ve bir coşan bir duran, parmaklarınızın altından kayıp giden bir nabzı dinlemek... doktor olmak ve yine de hiçbir şey bilememek, hiçbir şey, hiçbir şey... yalnızca orada oturup, kiliselerde dua eden yaşlı kadınlar gibi dua etmek, sonra varolmadığını bildiğiniz acınası bir tanrıya yumruklarınızı sıkmak; bunu anlıyor musunuz? Anlıyor musunuz? Bir tek... bir tek şeyi aklım almıyor... nasıl oluyor da insan böyle anlarda yanındakiyle birlikte ölmüyor... nasıl oluyor da insan ertesi sabah uykudan uyanıyor, dişlerini fırçalıyor, kravatını takıyor... benim hissettiklerimi yaşayan biri nasıl oluyor da yaşamaya devam edebiliyor, onun soluğu, uğruna mücadele ettiğim, ruhumun bütün gücüyle elimde tutmak istediğim o ilk insan nasıl da elimden uçup 110 gitti... nereye bilmem ama gitgide hızlanarak gitti, bense o hasta zihnimde bu insanı, bu tek kişiyi alıkoyabilmek için hiçbir şey bulamadım... "Üstüne üstlük, çektiğim işkenceyi iki katına çıkartan bir başka şey vardı... Onun başucunda otururken −acıları hafiflesin diye ona morfin vermiştim, öylece yatıyordu, yanakları alev alev, hem sıcak hem solgundu− evet... orada öylece otururken, bakışlarında korkunç bir gerilim ifadesi olan bir çift gözün arkamdan üzerime dikildiğini hissettim. .. Çocuk yere oturmuş alçak sesle dua ediyordu... Bakışlarımız karşılaştığında o... yo, bunu anlatmam çok güç... köpeksi bakışlarına öyle bir yalvarış, öyle bir minnet ifadesi geliyordu ki... bir yandan da kadını kurtarmam için bana yalvarırcasına ellerini havaya kaldırıyordu... anlıyor musunuz, ellerini uzatıyordu bana, bana, bir Tanrıya uzatır gibi... bana... bu iktidarsız zavallıya... her şeyin bittiğini... yerde koşuşturan bir karınca kadar işe yaramaz olduğunu bilen bu adama... Ah nasıl da işkence ediyordu bana onun bakışları, benim mesleğime beslediği bu fanatik, içgüdüsel umut... öyle dokunuyordu ki bana onun bu hali, neredeyse bağıracak, tekmeleyecektim... ancak, kadına duyduğumuz sevginin... gizin... bizi birleştirdiğini seziyordum... Tam arkamda oturuyordu o sinmiş hayvan, o kaygı topağı... bir şey istemeyegöreyim, hemen çıplak ayaklarının üzerinde sessizce doğruluyor, elleri titreyerek uzatıyordu bana istediğim şeyi... umutla uzatıyordu, sanki yardım edebilecekmiş, verdiği şey kadının kurtuluşu olacakmış gibi... Biliyorum, kadına yardım edebilmek için bileklerini bile keserdi... işte böyle biriydi o kadın, insanları bu kadar etkileyebiliyordu... bense... bense bir damla kanı kurtaracak güce bile sahip değildim... Ah o gece, o korkunç gece, yaşamla ölüm arasında geçen o bitmez gece! "Sabaha karşı bir kez daha uyandı kadın... gözlerini 111 açtı... artık kibirli ve soğuk değildi o gözler... adeta yabancı bakışlarla odayı tararken içlerinde nemli bir ateş yanıyordu... Sonra bana baktı; düşünüyor, benim kim olduğumu hatırlamak istiyor gibiydi... ve ansızın... gördüm... beni hatırladı... çünkü bir ürkü, bir kasılma... yüzü düşmanlıkla, dehşetle gerildi... kaçmak istercesine çırpındı kolları... benden uzağa... uzağa, uzağa... onu... geçmişte kalan o saati düşündüğünü anladım... Ama sonra bilinçlenir gibi oldu, bakışları dinginleşti, derin derin soluk aldı... konuşmak, bir şeyler söylemek istediğini sezdim... elleri yeniden kasılmaya başladı... doğrulmak istedi, ama çok güçsüzdü... onu yatıştırdım, üzerine eğildim, o zaman bana uzun uzun, acılı gözlerle baktı... dudakları kıpırdadı... son bir çabayla, 'Kimse bilmeyecek değil mi?... Kimse?' diyebildi. "'Kimse,' dedim, onu inandırabilmek için tüm gücümü harcayarak, 'size söz veriyorum.' "Ama gözlerinde hâlâ huzursuzluk okunuyordu... Ateşten yanan dudaklarından belli belirsiz şu sözcükler dökülebildi: '"Yemin edin... kimse bilmeyecek... yemin edin.' "Yemin eder gibi elimi havaya kaldırdım. Bana baktı... anlatılmaz bir bakışla baktı... yumuşacıktı bakışı... sıcacıktı, minnettardı... evet gerçekten, gerçekten minnettardı... Bir şey daha söylemek istedi, ama gücü yetmedi. Upuzun yatıyordu, gösterdiği çabadan bitkin düşmüştü, gözleri kapalıydı. İşte o zaman korkunç olay başladı... korkunç olay... tam bir saat boyunca mücadele etti; ama ancak sabah olunca bitti her şey." Uzunca bir süre sustu. Ne kadar zaman sustuğunu ancak orta güvertedeki çanın sesi sessizliği bölünce fark ettim: bir, iki, üç kez sertçe çaldı çan − saat üçtü. Ayın ışığı gücünü yitirmişti, ama havada bir başka, daha solgun 112 aydınlık titreşiyordu, ara sıra da meltemsi bir rüzgâr esiyordu üzerimize. Yarım saat, bir saat geçince hava aydınlandı, sabahın ışığında havanın griliği çözüldü. Bulunduğumuz yere düşen gölgeler artık yoğun ve koyu olmadığı için yüzünü daha açık seçik görebiliyordum; kasketini çıkarmıştı, saçsız başında acılar içindeki yüzü daha da ürkünç görünüyordu. Parlayan gözlük yine bana çevrildi, adam kendini toparladı, sesinin tonu alaylı ve kesindi. "Onun sonu gelmişti, ama benimki değil. Ölüyle baş başaydım, ama tanımadığım bir evde, sırlara tahammülü olmayan bir kentte yapayalnızdım ve ben... bu sırrı korumalıydım... İçinde bulunduğum durumu bir düşünün: Sömürgedeki en iyi aileden gelen bir kadın, sağlığı yerinde, bir gece hükümet konağındaki baloda dans ediyor, sonra yatağında ölü olarak yatıyor... yanında güya uşağın çağırmış olduğu yabancı bir doktor var, doktorun nereden, nasıl geldiğini evde gören olmamış, kadını gece bir sedyeyle eve taşıyıp kapıları kilitlemişler... sabahleyin de ölmüş... ancak o zaman hizmetkârları çağırmışlar, evin içi feryat figan dolmuş... bir anda komşular da öğrenmiş durumu, bütün kent de... şimdi birinin bunları açıklaması gerek... yani benim, uzaktaki bir hastaneden gelme bu yabancının... Ne keyifli durum, değil mi?.. "Beni neyin beklediğini biliyordum. Bereket o çocuk yanımdaydı, o efendi oğlan, ne istediğimi gözlerimden anlıyordu; bu sarı benizli üzgün yaratık da burada bir savaş olacağını anlıyordu. 'Neler olup bittiğini kimsenin bilmemesini istiyor bayan,' demiştim ona. Köpek gibi nemli, ama kararlı bakışlarıyla bana bakıp, 'Evet efendim,' demiş, başka da bir şey söylememişti. Ama döşemedeki kan izlerini silmiş, ortalığı düzeltmişti; onun kararlılığı sayesinde ben de kendimi toparlamıştım. "Hayatımda hiç bu kadar güçlü olmamıştım, bir daha da kolay kolay olamam zaten. İnsan her şeyini kaybe- 113 derse, elindeki son şeyi kaybetmemek için umarsızca mücadele eder, benim elimdeki son şey de o kadından kalanlardı, onun giziydi. Büyük bir dinginlik içinde, insanlarla görüştüm, hepsine uydurduğum aynı öyküyü anlattım, doktor çağırmak üzere yolladığı çocuğun yolda bana rastladığını söyledim. Ama görünüşte dingin bir biçimde konuşurken... asıl önemli olacak şeyi bekliyordum; defin ruhsatı verecek denetçiyi; o gelmeden cesedi ve onunla birlikte gizini tabuta koyamazdık... Unutmayın ki günlerden perşembeydi, cumartesi günü de kocası dönüyordu... "Saat dokuzda hükümet doktorunun geldiğini bildirdiler. Onu ben çağırtmıştım, benim hem amirimdi hem de rakibim; kadının bir zamanlar aşağılayarak söz ettiği ve tayin olma talebimi şimdiye dek mutlaka öğrenmiş olması gereken kişiydi. Bana bakar bakmaz hissettim zaten: Bana düşmandı. Ama bu düşmanlık bana daha da güç verdi. "Daha odaya girmeden sordu: 'Bayan...−adını söyledi kadının− ne zaman... öldü?' "'Sabah altıda.' '"Sizi ne zaman çağırttı?' '"Akşam on birde.' '"Onun doktoru olduğumu biliyor muydunuz?' '"Evet, ama bekleyecek zaman yoktu...hem... merhume beni çağırtmıştı. Başka doktor getirtilmesini istememişti.' "Gözlerini bana dikti: solgun, hafifçe yağ bağlamış yüzü kızarmaya başladı, öfkelendiğini seziyordum. Bana gereken de buydu işte; çabuk karar verilmeliydi, çünkü sinirlerimin daha fazla dayanmayacağını hissediyordum. Ters bir yanıt vermek istedi bana, sonra umursamazca, 'Bana ihtiyacınız olmadığını düşünüyorsunuz ama ölümü ve nasıl olduğunu belgelemek benim görevim.' "Onu yanıtlamadım, arkasından odaya girdim. Son- 114 ra bir adım geri çekilip kapıyı kilitledim, anahtarı alıp masanın üzerine bıraktım. Şaşkınlıkla kaşlarını kaldırdı. 'Bu da ne demek?' "Dingince karşısına dikildim. "'Burada söz konusu olan, ölüm nedenini saptamak değil, bir başka neden bulmak Bu kadının beni çağırtma nedeni... talihsiz bir müdahalenin arkasından kendisini tedavi edebilmemdi... onu kurtaramadım, ama ona onurunu koruyacağıma söz verdim, bunu da yapacağım. Bana yardımcı olmanızı rica ediyorum!' "Gözleri şaşkınlıktan fal taşı gibi açılmıştı. Benim, yani hükümet doktorunun burada bir suçu örtbas edeceğini düşünmüyorsunuz herhalde?' diye kekeledi. "'Evet, düşünüyorum, bunu bekliyorum.' '"Sizin işlediğiniz bir suç için...' '"Bu kadına elimi bile sürmemiş olduğumu size söyledim... yoksa şimdi karşınızda durmaz, kendi işimi kendim bitirirdim. Bu kadın suçunun −siz böyle düşünüyorsanız− cezasını çekti, ama herkesin bunu öğrenmesi gerekmez. Bu kadının onurunun gereksiz yere kirletilmesine de izin vermeyeceğim.' "Benim kararlı ses tonum karşısında iyice öfkelendi. 'Siz buna tahammül... yani... artık benim amirimsiniz ya da amirim olduğunuzu sanıyorsunuz... bana emir vermeye kalkışın bakalım... sizi o sindiğiniz kovuktan buraya çağırdıklarında burada pis bir şeyler döndüğünü hemen anlamıştım zaten...daha temiz bir muayenehanede çalışacaktınız, daha temiz bir göstermelik... Ama şimdi ben muayene edeceğim, ben, altında benim adım olan bir raporda, doğruların yazılacağına emin olabilirsiniz. Bir yalanın altına imza atmam ben.' "Bense sakindim. '"Evet; bu defa atacaksınız. Yoksa bu odadan dışarı çıkamazsınız.' 115 "Bunu söylerken elimi cebime atmıştım, tabancam yanımda değildi. Ama karşımdaki kasıldı. Ona doğru bir adım atıp yüzüne baktım. "'Dinleyin, size bir şey söyleyeceğim... işler çığırından çıkmasın diye. Hayatım hiç önemli değil... başkasınınki de; nasıl olsa yola çıktım bir kez... benim için önemli olan, vermiş olduğum sözü tutmam ve bu ölümün biçiminin gizli kalması... Dinleyin: Belgeye bu kadının ölümünün sıradan bir ölüm olduğunu yazarsanız, size şerefim üzerine söz veriyorum ki bu hafta içinde bu kentten ve Hindistan'dan ayrılırım; eğer isterseniz, tabut mezara indirildikten ve ben, kimsenin... anlıyor musunuz, kimsenin bu işi araştırmayacağından emin olduktan sonra tabancamı alıp kendimi vururum da. Bu sözlerim yeterli sanırım; yeterli olmalı.' "Sesimde tehditkâr, tehlikeli bir ton olmuş olmalı ki, ben farkında olmadan ona yaklaşınca, dehşete kapılmışçasına geri çekildi, tıpkı hançerini çekmiş, çılgın gibi koşan Amok koşucusunun önünden kaçan insanlar gibiydi... Bir anda değişiverdi... nasıl desem, büzüldü, tutulup kaldı... sert davranışından iz kalmadı, son bir kez, alttan alarak karşı koymaya çalıştı: 'Hayatımda ilk kez sahte bir belgeyi imzalamış olacağım... yine de, nasılsa bir hal yolu bulunur... neler olduğu biliniyor... ama benim böyle hiç düşünmeden bunu...' '"Elbette yapmamalıydınız,' diye destekledim onu, kararına yardımcı olmak için −(Haydi çabuk! Haydi çabuk! diye zonkluyordu şakaklarım)− 'ama şimdi, yaşayan birini inciteceğinizi ve ölmüş birine kötülük edeceğinizi düşünürseniz, sanırım hiç tereddüt etmezsiniz.' "Başıyla evetledi. Masaya yaklaştık. Birkaç dakika içinde ölüm raporu hazırdı (sonradan gazetede de bu rapor yayınlandı, ölümün bir kalp krizi sonucu olduğu açıklanıyordu raporda). Sonra doktor ayağa kalktı, bana baktı: 116 '"Bu hafta gidiyorsunuz, değil mi?' '"Söz veriyorum.' "Yine baktı bana. Sert ve tarafsız görünmek istediğinin farkındaydım. 'Hemen bir tabut getirteyim,' dedi, içinde bulunduğu sıkıntıyı gizlemek için. Ama içimde ne vardı da beni böyle... bu derece rahatsız ediyordu. Birden bana elini uzattı ve içtenlikle sıktı. 'Umarım atlatırsınız,' dedi. Ne demek istediğini anlamamıştım. Hasta mıydım ben? Deli miydim? Kapıya kadar eşlik ettim ona, kapıyı açtım, kalan son gücümle de kapattım. Sonra yeniden şakaklarım zonklamaya başladı, çevremde her şey sallanıyor, dönüyordu; kadının yatağının önünde yere yıkıldım... tıpkı Amok koşucusunun, koşusunun sonunda dayanma gücünün tükenip kendinden geçerek yere yuvarlanması gibi." Yine ara verdi konuşmasına. Nedense ürperdim; geminin üstünde hafif bir uğultuyla esmeye başlayan sabah yelinin getirdiği ilk ürperti miydi bu? Ama karşımdaki o acılı yüz −ağaran günün yansımasıyla seçilir olmuştu− yine kendini toparladı: "Yerde ne kadar yattığımı bilmiyorum. Biri bana dokundu. Yerimden fırladım. Çocuktu; çekinerek, köpeklenerek önümde duruyordu, huzursuzca gözlerime bakıyordu. '"İçeri girmek isteyen biri var... onu görmek istiyor...' '"Kimse giremez içeri.' '"Evet... ama...' "Gözleri korku doluydu. Bir şey söylemek istiyor ama cesaret edemiyordu. Bu sadık hayvan belli ki çıkmazdaydı. '"Kimmiş gelen?' "Dayak yemekten korkar gibi titreyerek baktı bana. 117 Sonra söyledi, bir ad söyledi... Nasıl oluyor da böylesine değersiz birinde bir anda bunca bilgelik oluyor, nasıl oluyor da bazı anlarda bunun gibi ahmaklar inanılmaz derecede nazik olabiliyorlar? Sonra söyledi... ürkerek söyledi... '"O geldi,' dedi. "Yerimden fırladım, anlamıştım, bu yabancıyı tanımak için sabırsızlanıyor, yerimde duramıyordum. Anlıyor musunuz, onca işkencenin ortasında, özlemle, korkuyla ve telaşla yanıp tutuştuğum sırada 'O'nu tümüyle unutmuştum, işin içinde bir erkeğin daha olduğunu unutmuştum... bu kadının sevdiği, benden esirgediği şeyi tutkuyla verdiği bir adam olduğunu... On iki ya da yirmi dört saat önce ben bu adamdan nefret ediyordum, onu parçalayabilirdim... Şimdiyse... onu görmek... o kadın tarafından sevildiği için onu sevmek arzusuyla nasıl yanıp tutuştuğumu size... size anlatamam. "Bir adımda kapıya gittim. Kapıda genç, hem de çok genç bir subay duruyordu, çekingen, küçük, solgun. Tıpkı bir çocuk gibiydi, öyle gençti ki, bir erkek gibi davranmaya, kendini tutmaya çalışıyordu... heyecanını gizlemeyle çabalaması içime öyle dokundu ki... Şapkasını çıkarmaya çalışırken ellerinin titrediğini hemen gördüm... İçimden onu kucaklamak geldi... çünkü görmek istediğim gibiydi, bu kadına sahip olduğunu düşlediğim adam gibiydi... baştan çıkarıcı, kibirli biri değildi yani... hayır, çocuk sayılırdı, kadının kendini verdiği saf kırılgan bir insandı. "Çekinerek duruyordu karşımda o genç adam. Merakla bakan gözlerim, aşırı heyecanım onu daha da şaşkına çevirmişti. Dudaklarının üzerindeki ince bıyığı, onu ele verircesine titredi.. Hıçkırarak ağlamamak için kendini zor tutuyordu bu genç subay, bu çocuk. '"Özür dilerim,' dedi sonunda. 'Bayanı... şeyi, onu görebilir miyim?' 118 "Hiç düşünmeden, farkına bile varmadan kolumu omzuna attım o yabancının ve hasta bir insana yardım edercesine onu tutup götürdüm. Sımsıcak, minnettar bir bakışla baktı bana, şaşkındı... bizi bağlayan bir şey olduğunu o anda anlamıştık... Ölünün yanına gittik... Orada, beyaz çarşafların arasında bembeyaz yatıyordu; orada olmamın genç subayı rahatsız ettiğini sezdim, onu kadınla yalnız bırakmak için biraz geriye çekildim. Çekingen, tutuk adımlarla ağır ağır yaklaştı ona, içinin nasıl dolup taştığını omuzlarından görebiliyordum, korkunç bir fırtınaya karşı yürüyen biri gibi adım atıyordu... yatağın önünde birden yere diz çöktü, tıpkı daha önce benim yaptığım gibi. Hemen öne fırladım, omuzlarından tutup kaldırdım onu ve bir koltuğa götürdüm. Artık utanmıyor, acısını ağlayarak dışa vuruyordu. Hiçbir şey söyleyemiyordum; yalnızca bilinçsizce, onun sarı, çocuklarınki gibi yumuşacık saçlarını okşuyordum. Elime uzandı... hafifçe, ama korkarak tuttu... bakışlarını üzerimde hissettim... 'Söyleyin doktor,' dedi, 'canına mı kıydı?' "'Hayır,' dedim. '"Peki... yani... ölümünden sorumlu... olan kimse var mı?' "'Hayır,' dedim yine, oysa içimden ona, 'Ben! Ben! Ben!' diye haykırmak geliyordu. 'Bir de sen! İkimiz! Bir de onun inadı, o uğursuz inadı!' Ama sustum. Bir kez daha, 'Hayır,' dedim, 'kimsenin suçu yok... yazgısı böyleymiş!' "'İnanamıyorum,' diye inledi, 'inanamıyorum. Daha önceki gün balodaydı, gülümsüyordu, bana el sallamıştı. Böyle bir şey nasıl mümkün olabilir, nasıl olabilir?' "Upuzun bir yalan anlattım ona. Kadının sırrını ona da açıklamadım. O birkaç gün iki kardeş gibi konuştuk, bizi bağlayan duygu adeta bir ışık gibiydi üzerimizde... 119 birbirimize güvenmiyor, ama ikimiz de hayatımızın bu kadına bağlı olduğunu hissediyorduk... Kimi zaman gerçek dudaklarımın ucuna kadar geliyor, ama dişlerimi sıkıyordum; o kadının kendisinden bir çocuk beklediğini o subay hiçbir zaman öğrenmedi... o çocuğu öldürmemin istendiğini ve kadının kendisiyle birlikte çocuğu da uçuruma sürüklediğini de... Yine de o subayın evinde saklandığım o günlerde −size söylemeyi ihmal ettim, ben aranıyordum çünkü− tek konumuz kadındı... Kocası geldiğinde tabut kapatılmıştı... Ölüm raporuna inanmak istememişti adam, insanlar türlü şeyler anlatıyorlardı... adam da beni aradı... Ama benim onu görmeye tahammülüm yoktu, çünkü kadına eziyet çektirdiğini biliyordum... saklandım... dört gün boyunca evden çıkmadım, ikimiz de çıkmadık... kadının sevgilisi, kaçabilmem için sahte bir ad vererek benim için bir gemi bileti almıştı... kimse beni tanımasın diye gece vakti bir hırsız gibi bindim gemiye... sahip olduğum ne varsa geride bıraktım... yedi yıldır edindiğim her şeyle birlikte evimi, malımı mülkümü bıraktım; kim isterse alabilir bunları... görevimden izinsiz ayrıldığım için hükümettekiler de herhalde beni kara listeye almışlardır... ama artık o evde, o kentte kalamazdım... her şeyin bana onu hatırlattığı bu dünyada... Geceleyin bir hırsız gibi kaçtım, ondan uzaklaşabilmek, unutabilmek için... Ama güverteye adım atar atmaz... geceleyin... gece yarısı... yanımda arkadaşımla... tam o sırada vinçle... vinçle bir şey çekiyorlardı yukarıya... dikdörtgen, kara bir şey... onun tabutunu... duydunuz mu: onun tabutunu... ben onu nasıl izlediysem o da beni buraya kadar izlemişti... ben orada durup onu tanımıyormuş gibi yaptım, çünkü kocası da oradaydı, tabutla birlikte İngiltere'ye gidiyordu... belki de orada otopsi yaptırtacak...Kadını çekip kendine aldı o... şimdi yine kocasına ait... bize ait değil... ikimize de ait değil... Ama 120 ben buradayım... son dakikaya kadar onun yanında olacağım... kocası bunu asla bilemeyecek, bilmemeli de... onun sırrını asla açığa vurdurtmayacağım... onun yüzünden ölüme gittiği bu hergeleye karşı da koruyacağım... Hiçbir şey... hiçbir şey öğrenemeyecek o... onun sırrı bana ait, yalnız bana... "İnsanları neden görmek istemediğimi şimdi... şimdi anlıyor musunuz... Cilveleşen, birleşen insanların kahkahalarını duymaya katlanamıyorum... çünkü aşağıda... geminin ambarında, çay balyalarıyla cevizlerin arasında onun tabutu duruyor... oraya gidemiyorum, o bölüm kilitli... ama bütün duyularımla biliyorum, her an biliyorum... burada vals ya da tango yapsalar da biliyorum... budalaca bir şey bu, şu denizin altında milyonlarca ölü var, ayağımızı bastığımız her karış toprağın altında çürüyen bir ceset var... ama yine de dayanamıyorum, dayanamıyorum böyle maskeli balolar düzenleyip şehvetli kahkahalar attıklarında... bu ölü kadını hissediyorum, benden ne istediğini biliyorum... biliyorum, görevim henüz sona ermedi... henüz işim bitmedi... sırrı henüz güvenlikte değil... beni henüz serbest bırakmıyor o ölü..." Orta güverteden ayaklarını sürüye sürüye yürüyen insanların sesleri, şakırtılar geliyordu: tayfalar gemiyi temizlemeye başlamışlardı. Suçüstü yakalanmış gibi irkildi adam; gergin yüzü korkuyla doldu. Ayağa kalkıp, "Ben gidiyorum," dedi, "gidiyorum artık." Onu seyretmek acı veriyordu bana: bakışları boş, gözleri ya içkiden ya da ağlamaktan kırmızı ve şişti. Duygularını paylaşmamı istemedi; büzülmüş bedeninden, duyduğu utancı sezdim, hem de sonsuz bir utançtı; sırrını bana, bu geceye açtığı için duyduğu utançtı. İçimden gelerek, "Öğleden sonra kabininize gelebilir miyim?" diye sordum. Bana baktı; dudaklarına alaycı, sert, kinik bir ifade 121 oturdu, ağzından çıkan her sözcük kötülüğün elinde eğilip büküldü, çarpıldı. "Yaa... şu ünlü yardımcı olmak göreviniz ha... yaa... bu özdeyişle benim dilimi çözdürdünüz. Ama yo, teşekkür ederim. Karşınızda içimi döktüğümden bu yana kendimi daha iyi hissettiğimi sanmayın sakın. Benim bu rezil hayatımı artık kimse onaramaz. Saygıdeğer Hollanda hükümetine boşuna hizmet etmişim... Emeklilik hakkım gitti, beş parasız dönüyorum Avrupa'ya... bir tabutun arkasından kuyruğunu sallayan bir köpek gibi... Amok koşucusu olursanız sonsuza kadar cezasız kalamazsınız, sonunda insanı yere çarpar bu, umarım ben de yolun sonuna varmışımdır... İyi niyetli ziyaretinizi kabul edemem beyefendi, kabinimde bana arkadaşlık edecek şeyler var... birkaç şişe iyi cins viski, bazen beni avutur onlar, bir de eski dostum var, ne yazık ki zamanında kullanmamıştım onu, şu uslu Browning'imi... Gevezeliklerden daha çok işe yarar o... Lütfen rahatsız olmayın... İnsanın elinde kalan tek hak, canı istediği biçimde gebermektir... bunun için de yabancıların yardımına ihtiyaç duymamaktır." Bir kez daha alayla baktı bana... hatta meydan okurcasına baktı, ama şunu hissettim: utanç duyuyordu, sonsuz bir utanç. Sonra omuzlarını kıstı, veda etmeden arkasını döndü, dikkati çekecek derecede yamuk bir biçimde, ayaklarını sürüyerek, aydınlanmış olan ön güverteden geçip kabinlerin bulunduğu yere doğru gitti. Ondan sonra onu bir daha görmedim. O gece ve onu izleyen gecelerde onu her zamanki yerinde aradım. Yolcuların arasında, kolunda siyah yas kurdelesi taşıyan bir Hollandalı tüccara rastlamış olmasaydım düş gördüğümü ya da fantastik bir olay yaşadığımı sanacaktım; bana söylendiğine göre bu tüccar karısını tropiklerde rastlanan bir hastalık yüzünden kaybetmişti. Adamı, insanların uzağında, 122 yüzünde ciddi ve acılı bir ifadeyle dolaşırken görüyordum, onun en gizli derdini bildiğim düşüncesi bana tuhaf bir çekingenlik veriyordu; önümden ne zaman geçse yana çekiliyordum, onun yazgısı hakkında kendi bildiğinden de fazlasını bildiğimi bakışlarımla ele vermekten korkuyordum çünkü. Napoli limanında o tuhaf kaza oldu sonra, sanırım o yabancı, bana anlattığı öyküsünde bunun ipuçlarını vermişti. Akşam, yolcuların çoğu karaya çıkmıştı, ben de önce operaya gitmiş, arkasından da Via Roma'daki ışıklı kahvelerden birine oturmuştum. Bir sandalla gemiye geri dönerken, birkaç sandalın meşaleler ve gaz lambalarıyla geminin çevresinde dönüp durdukları dikkatimi çekmişti, karanlık güvertede de polislerle jandarmalar gizemli bir biçimde gidip geliyorlardı. Tayfalardan birine neler olduğunu sordum. Beni yanıtlamaktan öyle bir kaçındı ki susması konusunda talimat almış olduğunu hemen anladım, ertesi gün de, gemi yine huzur içinde ve hiçbir şey olmamışçasına Cenova'ya doğru yola çıktığında hiçbir şey öğrenemedik. Napoli limanındaki sözüm ona kazayı ancak İtalyan gazetelerinden, allanıp pullanmış olarak, öğrenebildim. O gece, diye yazıyordu gazeteler, yolcular görüp de rahatsız olmasınlar diye, ortalıktan el ayak çekildikten sonra Hollanda'ya ait sömürgelerden gelme soylu bir hanımefendinin tabutu geminin güvertesinden alınıp bir sandala konulmak istenmişti; kocasının gözetiminde tabut ip merdivenden indirilmiş, tam o sırada güvertenin üstünden ağır bir şey aşağı düşmüş, düşerken de tabutla birlikte onu indiren hamallarla kadının kocasını da sürükleyip denize fırlatmıştı. Bir gazete, merdivenden aşağı tabutun üstüne düşenin bir deli olduğunu iddia ediyordu; bir başkası da olayı yaldızlayarak anlatıyor, ip merdivenin yükün ağırlığına dayanama- 123 yıp koptuğunu söylüyordu; her ne olursa olsun, gemi şirketinin, olayın asıl oluş biçimini örtbas etmek için elinden geleni yaptığı anlaşılıyordu. Sandallara binenler, kadının kocasıyla hamalları epeyce uğraşarak denizden çıkarmışlardı, ancak kurşun tabut hemen denizin dibini boylamıştı, çıkarılması da mümkün değildi artık. Aynı anda bir başka haberde, kısaca söz edilen, kırk yaşlarındaki bir erkek cesedinin limana vurmuş olmasıyla, gazetelerde romantik bir biçimde yer alan kaza arasında okurlar hiçbir bağlantı kurmamıştı; o üç beş satırı okur okumaz, gazete sayfasının arkasından, o adamın bembeyaz suratıyla parıldayan gözlük camlarını, bir kez daha, bir hayalet gibi gördüm sanki.