25 Şubat 2014 Salı
22 Şubat 2014 Cumartesi
21 Şubat 2014 Cuma
Paranın 'Kadın' Üzerinden İlerleyen Saltanatı Üstüne 3 Haber
Balık için bedenini satan kadınlar: Kenya
Kenya'nın batısındaki Victoria Gölü'nün kıyılarında, yoksul kadın pazarcılar geçimlerini sağladıkları balıkları temin edebilmek için, balıkçılarla cinsel ilişkiye girmek zorunda kalıyor.
Kenya'daki bu tehlikeli ve yerleşik uygulamayı ortadan kaldırmak için bazı girişimler var. Azar azar da olsa, bu ticarete karışanların sayısı azalıyor.
Ancak 'seks karşılığında balık' ticaretinin tamamiyle yol edilmesi için, toplumun içinde cinsiyete bakışın ve kafa yapısının değiştirilmesi gerek.
Almanya, Avrupa'nın genelevi mi oluyor:
Resepsiyonda kırmızı-beyaz bornozlar içinde adamlar dolaşıyor. Barda sigara dumanları arasında yüksek topuklu ayakkabılar giyen kadınlar oturuyor. Müşterilerle sohbet edip kahkaha atıyorlar.
6 milyon euroya mal olan Paradise 2008'de açılmış. İçinde bir restoran, sinema, spa ve her gün yüzlerce erkek müşteriyi ağırlayan 31 özel oda var.Burası Paradise; (Cennet) Almanya Stuttgart'ta bir genelev. Avrupa'nın en büyüklerinden biri ve yasal.
Almanya seks işçiliğini 2002'de yasallaştırmıştı.
Şimdi bu sektörün yılda 16 milyar Euro'luk bir büyüklüğe ulaştığı belirtiliyor.
Seks işçiliğini diğer mesleklerin statüsüne koymaktaki amaç, bu işi yapan kadınları aracılardan kurtarmaktı.
Almanya'da seks işçileri sigortalı olarak çalışıyor, devletin sağlık sigortası sisteminden yararlanabiliyor.
Berlin'de çalıştığı genelevden iki yıl önce Stuttgart'a gelen 22 yaşındaki Hannah, "Kendinizi güvende hissediyorsunuz. Sokakta, birlikte olduğunuz adamla ne olacağını bilmeden çalışmak gibi değil" diyor.
Ancak Almanya'da bazı kesimler, hükümetin bu sektöre ilişkin liberal yaklaşımın başarısız olduğunu, seks işçiliğini yasallaştırmanın Almanya'yı "Avrupa'nın genelevine dönüştürmekte olduğunu" söylüyor.
Son 20 yıl içinde Almanya'da seks işçilerinin sayısı ikiye katlanarak 400,000'e çıktı.
'Mega genelevler'
Şimdi piyasada "mega genelev"lerin hâkimiyeti var. Bu genelevler, daha çok Almanya'ya otobüslerle gelen turistlere hizmet veriyor.
Buralarda çalışan kadınların çoğu Romanya ve Bulgaristan gibi Doğu Avrupa vatandaşları.
Emma dergisinin editörü, feminist yazar Alice Schwarzer, Almanya'daki seks işçiliği yasalarının İsveç'teki gibi olması için kampanya yürütüyor.
İsveç'te "seks hizmetleri" için para ödemek yasak, para almak yasak değil. Yani para ödeyen erkek cezalandırılıyor, kadın ceza almıyor.
Avrupa, giderek bu modele kayıyor. Aralarında Fransa'nın da bulunduğu yedi ülkede İsveç'teki yasaların örnek alınması planlanıyor.
İngiltere'de seks ticareti konusunda bir parlamento komisyonu tarafından başlatılan araştırmanın sonuçlarının gelecek ay yayımlanması bekleniyor. Komisyonun İsveç modelini önermesi bekleniyor.
Halihazırda İngiltere'de seks için para ödemek de, almak da teknik olarak yasal. Ama seks için aracılık yapmak, genelev çalıştırmak ve seks işçilerinin sokaklarda müşteri araması yasak.
Ancak Avrupa'nın herhangi bir yerinde yasaların sıkılaştırılması, insanları diğer ülkelere yöneltiyor.
Almanya'da Fransa sınırı yakınlarındaki genelev sahipleri, seks işçiliğiyle ilgili yeni yasaların yürürlüğe girmesinden sonra Fransa'dan müşteri akını yaşanmasını bekliyor.
Stuttgart'taki Paradise genelevi, bir zincirin parçası.
Orta Avrupa ülkelerinde dört genelevi daha olan şirket, Saarbrucken kentinde, sınırın birkaç yüz metre yakınlarında yeni bir genelev açmaya hazırlanıyor.
Şirketin pazarlama müdürü Michael Beretin, "Fransız yasalarında yapılacak değişiklikle, seks için para ödeyen erkekler cezalandırılacak. Bu bize piyango çıkması gibi bir şey. Fransız müşterilerin sayısı artacak. Bu yüzden yerimiz harika" diyor.
Saati 80 dolara profesyonel kucaklama: ABD
Seks için para ödemek ya da para karşılığı cinsel ilişkiye girmek yeni değil; hatta buna dünyanın en eski mesleği deniyor.
Peki ama kucaklaşmak, ya da birine sarılmak için para ödeyen olur mu?
New York'ta Ali C. adlı bir kadın, saati 80 dolara kucaklaşma, sarılma hizmet veren bir şirket kurdu.
Ali C. verdiği hizmetin kucaklaşmadan öteye gitmeyen bir iş olduğunu önemle vurguluyor.
19 Şubat 2014 Çarşamba
18 Şubat 2014 Salı
Dostluk nedir?/İbrahimTenekeci
Ömer Nasuhi Bilmen'in Büyük İslam İlmihali'ni okurken, şu hadis-i şerifle karşılaştım: 'Eski dostluğu devam ettirmek, imandandır.'
'Dostlukta kıdem esastır' nasihati gereğince, hemen üç kadim dostumu aradım ve Peygamber Efendimizin bu mübarek sözünü onlarla paylaştım: Ahmet Murat, İbrahim Paşalı ve Tarık Tufan.
İnancıma göre, dostluk, bir nasip meselesidir ve insanın dışında gelişir. Şununla dost olayım deyip olamazsınız. Dostluk, Lütfi Bergen'in o güzel ifadesiyle söylersek, yürürken belirginleşen bir şeydir. Bir de hatırlatma: 'Katlandığımız değil, razı olduğumuz insanlar dostlarımızdır.'
'Önce refik, sonra tarik' denilerek, yola çıkacağımız insanları dikkatli ve rikkatli seçmemiz tembihlenir. İlk olarak şunu söyleyelim: 'İnsanı, yol değil, yol arkadaşları yorar.' Yola çıkacağımız insanları yüzde yüz isabetle seçme şansımız ise maalesef yoktur. Çünkü bu seçimi veya elemeyi, esas itibariyle yapacak olan bizler değilizdir; yoldur, yolculuktur. Yanımızdakinin dostumuz olup olmadığı, yolculuk esnasında ortaya çıkar. Özellikle siyasette ve ticarette, hatta edebiyatta, bu yürüyüşlerin büyük bir kısmı hüsranla sonuçlanır. Tanıdığımızı sandığımız insanları tanıyamamış olmanın üzüntüsü ve şaşkınlığı, bizi, yolculuktan daha fazla yorar. Tam da burada, Mustafa Kutlu'nun şu sorusu önemlidir: 'Kırk yıl birlikte olmuş olsak bile, bir insanı ne kadar tanıyabiliriz?' (Ezel Erverdi Kitabı, Sayfa 99)
Hep söylüyoruz, yine söyleyelim: Rakamlar maddiyatı, harfler ise maneviyatı temsil eder. Dolayısıyla, rakamlar (ve hesaplar) üzerinden sahici bir dostluk oluşmaz, sadece ortaklık kurulur. Taraflar, ancak bir harfin (anlamın) ucundan tutarlarsa, dost olabilir veya kalabilirler. Rakam ile harfi toplamaya kalkışırsanız eğer, bu işlem, sizi Nurettin Topçu'nun şu sözüne götürür: 'Menfaat yaşamak, ahlak ise yaşatmak ister. Bir arada barınamazlar.'
Madem sahici dostluklar harfler ve anlamlar vasıtasıyla kuruluyor, o halde, edebiyatçılar arasındaki bu çekişme de nedir? Böyle sorabilirsiniz.
Ne kadar ulvi amaçlarla yazarsak yazalım, sonunda, iş gelip benlik meselesine dayanıyor. Edebiyat dünyasında beş-altı senelik birlikteliklerin bile uzun sayılması, bundandır.
Peki, birçok insanın 'hesap uzmanı'na yahut 'madde bağımlısı'na dönüştüğü bir devirde, çevremizdeki insanların dost olup olmadığını nereden anlayacağız? Galiba, serinlik veriyor mu, vermiyor mu, ona bakmak gerekiyor. Said Yavuz'un da dediği gibi: Yüzler vardır, ruhun susamasını dindirir.
Yıllar önce, 'dost, her zaman taze olandır' diye yazmıştım. Bu tazeliği, ancak şöyle izah edebiliriz: 'Eski, hiç eskimeyendir.'
Kadim bir dostluğun oluşabilmesi için zorluklara, yokluklara ve imtihanlara ihtiyaç vardır. Bütün bunlardan alnının akıyla çıkan münasebete ise 'sınanmış dostluk' diyoruz. Şöyle anlatalım: Asıl marifet, bahar aylarında veya yaz mevsiminde değil, kışın açabilmektir. Yani iyi gün dostu olmak kolaydır, en mühimi, kötü gün dostu olabilmektir.
Toparlayalım: Siyasi ikbal ve buna benzer dünyevi şeyler için 'kırk yıllık dostların' birbirini yok saydığı günlerden geçiyoruz. Hesap yapmaktan iş yapmaya veya dostluk kurmaya vakit bulamayanların sayısı da her geçen gün artıyor. Bazı dost bildiklerimiz ise kırıcı, kıyıcı ve ifşa edici. Oysa dostluk, açmayı değil, kapatmayı gerektirir. Sözgelimi dostunun sırrını herkesten saklamak, ayıplarını örtmek, sözüne müdahale etmemek, iyiliğini istemek, onun hüznüyle mahzun olmak; bütün bunlar, 'dostluğun adapları' arasındadır. (Marifetname'den) Çünkü dostluk ve kardeşlik, öldükten sonra da devam eden kıymetlerimizden biridir. 'Ahiret kardeşliği' diye boşuna denilmiyor.
http://yenisafak.com.tr/yazarlar/Ibrahim_Tenekeci/dostluk-nedir/50325
http://yenisafak.com.tr/yazarlar/Ibrahim_Tenekeci/dostluk-nedir/50325
Erdoğan’ın toksik suçlamalarını anlamak/ÜMİTCİZRE
Geçtiğimiz ay, Erdoğan hükümetinin temellerini sarsan en ciddi kriz olarak gündeme gelen devasa yolsuzluk skandalına kabineden 3 bakan ve yakın çevrelerindeki bürokratların isimleri karıştı. Erdoğan’ın, bir dönem askere karşı bir iktidar alanı olarak gördüğü polisi, rüşvet soruşturmasını “izinsiz” yürüttüğü gerekçesiyle radikal bir biçimde tasfiye ederek bir karşı saldırıya dönüşen tepkisi, siyaset anlayışının doğasına ve esasına dair çok şey söylüyordu.
Tepkinin en anlamlı kısmı, Başbakan’ın aralarına eski kuvvet komutanları ile genelkurmay başkanının da dâhil olduğu ve hükümetine karşı darbe planlamaktan suçlu bulunan yüzlerce subayın yeniden yargılanmasından yana olduğunu belirtmesi idi. Bir başka önemli tepkisi kurmaylarından, adeta yaraya tuz basarcasına, rüşvet soruşturmasıyla ilgili hukuki süreçleri yürütmenin kontrolü altında tutmak amacıyla iktidarın hakim ve savcı atamaları üzerindeki yetkisini genişletecek bir yasa tasarısı hazırlamalarını istemesiydi. Açıktır ki bu tepki, hükümetin kuvvetler ‘ayrılığı’ yerine ‘birliği’ tercihini doğrulayan bir hamle olarak önemli.
Erdoğan’ın bu çıkışının arka planında, AKP hükümetinin, ülke içinde muazzam bir etkiye sahip ve AKP’yi 2002’den beri her seçimde desteklemiş olan sürgündeki Müslüman lider Fethullah Gülen’in hareketi ile girdiği şiddetli ve kilitlenmiş bir mücadele var. Gülen hareketinin, orduda darbe planlayanların yargılanmasını kolaylaştırdığı düşünülmekte. Bu davaların, müdahaleci hırslarıyla kötü bir şöhrete sahip Türk ordusunun siyasal arzularını tamamıyla erozyona uğrattığı söylenemez. Ancak TSK’nın siyasal rolüne önemli oranda sınırlama getirdiği kabul edilmeli. Erdoğan’ın darbe planı yargılamalarını gözden geçirmek yönündeki en son hamlesi, Erdoğan’ın askere yönelik siyasetinde devasa bir ters dönüş yaparak Gülen hareketine karşı askeriye ile de facto bir ittifak kurması biçiminde yorumlanmakta.
Görünüşe bakılırsa Gülenistler, hükümetin İsrail’e yönelik şahin siyaseti, AB reformlarını geciktirmesi, Kürt hareketi ile uzlaşma arayışına girişmesi ve Gülenist dershane ağını kapatma planlarından ötürü Erdoğan ile bir anlaşmazlık içinde. Hareketin, polis teşkilatı ile birlikte yargının bir bölümünü Gülenci bir koloni haline getirdiği ve rüşvet incelemesini bu iki organın yardımıyla organize ettiği biliniyor. Ancak, taraflar arasındaki kavganın ideolojik olduğunu söylemek mümkün olmadığı gibi İslami anlayış ve bakış açılarındaki farklılıktan ya da İslam’ın toplumdaki rolüne dair uyuşmazlıklardan kaynaklandığını iddia etmek de doğru değil. Aslına bakılırsa Gülen’e bağlı olanların gerçek amaç ve saikleri, içerde ve küresel ölçekteki devasa siyasi ve ekonomik ağlarını himaye etmek için AKP yönetimi içinde daha avantajlı pozisyonlar kapmak olmuştur. Bunu sağlama bağlamak için yürüttükleri şiddetli bir mücadeleden söz ediyoruz.
AKP hakikati ve mitleri
Erdoğan’ın Gülen ile “karşılıklı suçlama” paketinin siyaseti geriye çeken anti-demokratik doğası, AKP’nin siyaseten riskli reformları teşvik ederken yakaladığı göz kamaştırıcı başarısının gizlediği bir şeye ışık tutuyor. AKP yönetiminin ilk başta, asker ve yargının başını çektiği Kemalist iktidar odaklarını yeniden şekillendirerek seçilmiş siviller için bir güven duygusu tesis ettiği; ve gıpta edilecek oranlarda ekonomik büyüme ve istikrar temin ederek ülkeyi bölgesel ve küresel ölçekte etkili bir aktör haline getirdiği doğru. Hükümetin, daha demokratik bir anayasa, etnik olarak Türk olmayan kimlikler ile gayrimüslim azınlıkların kültürel hakları ve başörtülü kadınlar için daha normal bir kamusal yaşam sağlama üzerine kamusal ve açık bir tartışma ortamının doğmasına önayak olduğu da doğru.
Lakin AKP hükümetinin 2010 referandumu ile 2011 seçimlerinin ardından giderek artan bir güçlenme hissiyle “U dönüşü” yaptığı ileri sürülmekte. Hâlbuki şu tespiti yapmak daha doğru olur: AKP en başından beri, demokratik söylemiyle eşzamanlı olarak militarist ve çoğulculuk karşıtı temaları kaynaştıran bir üniter devlet söylemini de benimseyegeldi. Partinin hem sevimli ve cezbedici hem de karanlık ve gayri-demokratik retorikleri bütünleştiren “çok-söylemli” bir yapıyla ve zihniyetle farklı kitlelere aynı anda farklı hitap metinleri kullandığını söylemek isabetli olur. Bununla birlikte, bu nitelendirmeyi yaparken partinin, sözümona “İslamcı gizli gündeminin” bir parçası olarak çok-parçalı bir söyleminin zaten hep var olduğu şeklindeki Kemalist iddiaları yinelememek gerekir.
Dolayısıyla iki kritik tespitten söz edebiliriz: Her şeyden önce, AKP’nin Gülene tepki olarak uyguladığı suçlama paketinin açığa çıkardığı kutuplaştırıcı ve demokrasiden uzak retorik, bir zamanlar daha ılımlı, orta yolcu ve popüler bir hükümetin “normalinden” sapması değildir. Aynı varoluşun ayrılmaz bir parçasıdır. İkinci olarak, Erdoğan’ın AKP’sinin tedirgin edici siyasal niteliklerinin kökleri “İslamcılığa” değil, rejimin bağımsızlıktan bu yana on yıllar boyunca yerleştirdiği bazı temel, yapısal ve kültürel “kuruluş kusurlarına” ve köklü gayri-demokratik alışkanlara ve geleneklere dayanmaktadır. Dolayısıyla, Erdoğan hükümeti, Türkiye’nin Kemalist ya da anti Kemalist, merkez sol ya da merkez sağ, orta yolcu ya da radikal çizgide olan aktörlerinin hiçbirisinden çok farklı bir siyaset anlayışına sahip değil.
Erdoğan’ın Gülenistlere karşı suçlama paketinin içerdiği karanlık söylem, rejimin, toplumdaki çeşitlilikleri ve farklılıkları “ahlaki” olduğu kadar “yasal” olarak da kabul etmeyi reddedegelen antidemokratik DNA’sını işaret ediyor. Bu DNA, resmi ve gayriresmî öğreti ve toplumsallaşma örüntüleri aracılığıyla hayatın her seviyesine, neredeyse bütün bireysel zihinlere ve siyasi platformlara derinden yollar açarak ulaşmış ve kodlanmış durumda. Ülkede muhalif duruşta olan taraflar arasında çok az sayıda buluşma noktası ve mutabakat arama mekanizmasına izin veren bir siyasi gelenek ile bir araya gelince sonuç şu oluyor: temsil ettikleri görüş/vizyon ne olursa olsun tüm siyasi aktörler bir “ak-kara” demagojisinin içerisine sıkışarak, otoriteryen duruşlarını, belirgin bir fikirden yoksun olma anlamında ideolojik yoksulluklarını ve gerçeklikten kopuşlarını kamufle eden bir çeşit “pragmatizm”i benimsiyorlar.
AKP’nin de bu durumdan bir farkı yok. Hükümetin medyaya saldırması; herhangi bir muhalefete karşı mutlak tahammülsüzlüğü; Aralık 2011’de Kürt bölgesindeki Uludere’de silahlı kuvvetlerin 34 sivili bombalayarak öldürmesi konusunda sorumluluk kabul etmeyi reddetmesi; Haziran 2013’teki Gezi Parkı protestolarında, polisin şiddetin en kötü aşırılıklarını sergilemesine izin vererek tek bir polis memurunu bile şimdiye kadar “tasfiye etmemesi;” ister öğrenci, ister Kürt aktivist olsun, sürekli olarak muhalif grupların gözaltına alınmaları ve tutuklanmaları ve Başbakan’ın silahlı kuvvetler ve üst komutayla ilgili konularda övücü ve kaçamak söylemleri. Bunların hepsi benim kuşağım için çok bildik klasik birer siyasetçi söylemi ve davranışı. Herhangi bir kopuşun veya bir sapkınlığın göstergeleri olmaktan çok, bizatihi Cumhuriyet’in iktidar kavramından kaynaklanmaktadır.
Anksiyete siyaseti
Bununla birlikte, adil olmak gerekirse, AKP’nin, devletçilik karşıtı reformlarının gerçekten daha önce hiç tanıklık etmediğimiz özgün nitelikleri var.
Ordunun siyasi gücünün azaltılmasını ele alalım: Cumhuriyetçi koşullandırmanın bir sonucu olarak, parti yönetimi, askeriyenin rolünü ve görevlerini yeniden şekillendirmeyi subaylara bırakarak ve onlarla itiş-kakışsız rahat bir birlikte bir varoluşu sürdürmeyi gerçekten tercih ederdi. Ancak rahatını bozarak bir şeyler yapmaya mecbur edildi.
Üstelik liderlik, Türk Silahlı Kuvvetleri üzerinde sivil üstünlüğünü bir miktar tesis etmek için eşi benzeri görülmemiş bir adım attı. Bunu demokratik sivil yönetime kendisini tamamen adadığından değil, laik düzenin (ordu, yargı ve sonrasında Cumhurbaşkanı Sezer) Erdoğan yönetimine kibirle ve aşağılamayla tavır alması ve partinin varlığını sona erdirmekle tehdit edip amansızca saldırması karşısında mecbur bırakıldığından yaptı. Laik düzenin anksiyetesinin (endişe diyelim) gerekçesi, AKP’nin, subayların koruduğu laik devleti İslamileştirmeye çalışan bir hükümet olmasıydı.
AB’ye uyum sağlayan reformlar, AKP’nin “hayatta kalma” politikası ya da kendi endişeleriyle başa çıkma stratejisiydi. Bu süreçte, ülkenin sanki büyülü bir el değmişçesine demokratikleştiği “mit”i yaratıldı. Bu noktada dikkatli olmalıyız: benzeri görülmemiş “demokratik” atılımların altında bu partinin imzası olduğunu yadsımıyoruz. Bununla birlikte, parti tutarlı bir “demokratikleşme” projesine sistematik ve entelektüel bir taahhütte bulunmamıştır. En fazla, sadece seçilmiş sivillerin geleneksel güçsüzlüklerini alt etmek için sistematik bir mantık içermeyen reformlar ortaya çıktı ve böylece hükümetin, muhafazakâr seçmen kitlesine artan dini ve kişisel özgürlüklerinden faydalanması için bir rahatlama alanı açmasına izin verildi.
AKP’nin iktidara yükselişi karşısında laik düzenin aktörlerini “endişeli modernler” olarak adlandıran entelektüeller, “endişeli modernlerin” tepkilerinin AKP tarafı üzerindeki etkileri hakkında hiçbir zaman etraflıca kafa yormadılar. Tarih bize, “anksiyete siyaseti”nin gerek tepkili “endişeli” taraf, gerekse endişelerin kaynağı addedilen ve bundan etkilenen taraf açısından nadiren iyi bir şeyler ürettiğini anlatır. Siyasetin bu türü daha çok, iktidar fetişizmini, narsisizmi, eleştiriye tahammülsüzlüğü ve gerçek dışı kurgusal bir demokrasiyi sanki gerçekmişçesine kutlamayı getirir. Anksiyete, korku, intikam ve karşılıklı suçlamalarla yürütülen siyaset, yalnızca kutuplaşmayı ve devlet güvenliğini teşvik eder, özgürlükleri değil.
Neoliberal muhafazakârlık
Neoliberal politikaların izini 1980 Darbesi’ne ve onu takip eden esasen merkez sağda milliyetçi bir yapı olan Anavatan Partisi’nden neşet eden bir mirasa sürmek doğru olur. Fakat 2002’den bu yana gerçekleşenleri özgün kılan husus şu: ilk kez, neoliberal piyasa siyasetleri, 1980 dönemi sonrasından daha etkili bir biçimde, pragmatizmi, Osmanlı nostaljisi ve Sünni hassasiyetlerle rahatlıkla birleştiren ve dizginsiz kapitalist piyasalaştırmanın büyüyen faydaları sayesinde popülist reformizmi başarıyla uygulayan ve bu arada ideolojik formasyonu müphem bırakılan bir parti tarafından icra edilmekte. “İslami” denilen doğasına gelince: AKP’nin yukarıda açıklanan ve Türkiye’deki gelmiş geçmiş tüm siyasal çizgi ve aktörlerle paylaştığı görülen çok temel karakteristikleri yönetimin İslamcı politikaları “muhafazakâr” fikirler lehine açıkça terk ettiğinin hatırlatıcısıdır.
Bununla birlikte, fikri koordinatları müphem bırakılan bir partiden söz ettiğimizi hatırlatalım: AKP kendini “muhafazakâr demokrat” olarak ilan etmesine rağmen, Sünni İslamcı ontolojiyle yakınlığını muhafaza etmektedir. Buna ek olarak, Türkiye’nin katı Soğuk Savaş dönemi partilerininkine yakın bir şevkle devlet güvenliği genişletilirken, sınırsız piyasalaştırma ve — sürekli ve tutarlı olmasa da — arada Batı demokrasisi idealleri vaat edilmekte. Yönetimin beyanlarında her hanede en az üç çocuğun olduğu dindar bir yeni nesil yetiştirilmesinin istendiği duyulabilmekte; Başbakan’ın işaretiyle, devlet hastanelerinde, kürtaj ve sezaryen operasyonlarının tasvip görmediği bir dönem başlatılmıştır ve içki satışı, tüketimi ve reklamlarının kontrolleri, yasal değişikliklerle sıkılaştırılmış durumdadır. Ancak bu ahlakçı salvolara rağmen, laik muhalifler bile devletin sistematik olarak İslamileştirilmesi konusunun geçerli olmadığını kabul etmekteler.
Yolunu kaybetmek mi? Peki ya sonra?
Bunun yerine ortaya çıkan şey ise “eski” devlet hâkimiyetinin bazen anti-Kemalist ve hak temelli, bazen ise ahlakçı ve demokratik olmayan söylemlerde gizlenerek yaşamlarımız üzerinde bildik baskısını genişletmesi. Artık, bu hükümetin belirli fikirlere ve bir vizyona, herhangi bir şeyin sistematik eleştirisine, herhangi bir metne sadık kaldığını söylemek mümkün değil. Bu yüzden, hükümetin belirli bir istikamete doğru ilerlediğini de söyleyemeyiz. Bununla birlikte, popüler desteği toplamaya devam edebildiği sürece, aynı söylemi ve izleği sürdürebilecek ve bunda başarı sağlayabilecektir.
Peki, nasıl? AKP’nin çelişkileri, tutarsızlıkları ve toplumu bölen retoriği hem kimliğinin ta kendisi hem de kimlik yoksunluğunun; hem başarılarının hem de başarısızlığının kaynağı. Partinin kitleler nezdinde gördüğü rağbet ve aynı zamanda topladığı antipati de yine bu müphem söylemin bir ürünü. Olumlu yönden bakılacak olursa, bu muğlaklıklar ve çoğul söylemler, birden çok meseleye bağlılık duyan, çok katmanlı kimliklere ve çevresel ‘network’lere sahip, ne olduğu ve olacağı “bilinmez-kestirilemez” bağlamlarda yaşayan, sosyal parçalanmaya ve siyasal çözülmeye maruz kalmış kitlelere hitap etme enerjisinin ve kapasitesinin de kaynağıdırlar.
Erdoğan’ın karmaşık ve tutarsız görünen söylemi, gerçek “hayat”ın kendi tutarsızlıkları ve muğlaklıklarına tekabül ediyor. Bu yüzden, Erdoğan’ın ismi, milyonlarca insanın tarihsel tahayyülüne, Türkiye’nin hatırı sayılır laik toplumsal kesimi için Atatürk neyi temsil etmekteyse, ona benzer bir biçimde kazınıyor.
Bağışlayın Gözlerimdeki Kırmancı/Mehmet Çetin
kovulduğum kırları alıp geldim kentinize
bağışlayın başınıza bela öfkemi
orman kalmadı yanacak, biliyorum
ev kalmadı yakılacak ki babam da öldü
biliyorum ama bir bekleyen var gibi orada
o dağları o baharı bekleyen ölümlü gözlerle
kovulduğum kırları da alıp geldim kentinize
dağ kokuyor demek güç şu soluğum için
belki inilti ve sümbül ve kan gibi bişey
ki dağlarından bıçaklanınca bir halk
çığ düşüyor düşlerine çünkü üşüyor
soğuk masal ve tarih kağıdı gibi
körleşen gözleri önünde annemin
ölüyor babam göz göre göre sürgün öldü
soğuk bir damga oluyor ömrüme bu ölüm
biliyorum bu kent sizin bu heykel bu sanrı
yıldız yalnızlığı bu gökavuntusu gecemi
alıp çocukluğum gidecek gecenizden
bağışlayın gözlerindeki kırmancı
doğduğu ev yıkıldı ormanı yakıldı kovuldu
çocuk gözleri bu yüzden hep yurtsuz kaldı
kuş ormanına kaçan ay ve şarkı ve ahı
alıp gideceğim yeryüzünden giderce
düşün ve bağışlayın beni o isli yüzünüzden
kovulduğum kırları da alıp gidiyorum işte
http://www.izdiham.com/Yazi/mehmet-cetin-bagislayin-gozlerimdeki-kirmanci/1572
http://www.izdiham.com/Yazi/mehmet-cetin-bagislayin-gozlerimdeki-kirmanci/1572
ALPERGENCER:
ONLAR HIRKA DEĞİL, PİL!
“yeni arabam nasıl?” bacım
bu şiiri yazmak için söküp attım pansumanı yaramdan
tam olarak bıçağa kaptırdığım tarafımla sancıyorum al
al bu hayat kiminse billahi ben yaşamıyorum
al bu hayat kiminse billahi ben
sarılan bir yarayı fışkıran bir damardan daha çok sevmiyorum
saat kim bilir kaç olacak yine, kaç!
bugün bitip dün olacak gece yine gün olacak
tam ağzını bozduğun tebessümlü bir sıra
parantezler basacak cümlelerimi
peşimizde bağlamdan kopmuş bir güruh
eğer hakkım olsaydı yağmuru yağdırmaya
bana tufan derlerdi sana ise nuh!
kaçıp kaçıp sana geliyorum, ne diye?
gidecek bir yerim olmadığından değil
bir yerlere senden gidiyor olmamdan belki de
borç olsak geçirmişiz tarihimizi
çoktan kalkmış bir treni bekliyoruz biletsiz
yabana atılacak şeyler var bavulumuzda
şu havuza çakılırım şu ummana nefessiz
şu kazanda yakılırım şu nazarda hevessiz
gitmiyorum diyorsam ve ne kadar gidiyorsam
yüzme bilmiyorsam ve ne kadar yüzüyorsam
şu yüzmediğim suların da cümlesinin dibisin
çok sarhoş olsam dediğim her dakika
şaraba testisiz yakalanmak gibisin
sonra bir süre her yanıma dökülüyorsun -dökül!-
ne önemi var geçmeyen bir izin unutkanlığımız karşısında
zaten kırık bir gökyüzüdür artık mutlu olmanın damı
hayat böyle dımdızlak ortada bırakır işte adamı
ben bir kere görmüştüm çokça cenazelerde
topraktan gayrısı tortop edip saklamıyor insanı
gözlerin yeter ki sözlerime ilişkin olsun
istersen gövdeme ihanetler sırt sırta yuva yapmıştır
boş bulduğun yere saplan senin de canın sağ olsun
ellerimi ceplerimde kaybedip unutmuşum
ben senin bildiğin dervişlerden değilim
ceplerim ellerimden misli ile büyüktür
ellerimi bir yerde ceplerimle yutmuşum
o kadar yorgunum ki o kadar ki yorgunum
uykumdan çalıyorum uyumak için
ben ölümden gayrı yazmayı bilmiyorum
sen hırkalara bakıyorsun şallara niçin?
havalar ısınıyor yar bahar diye
ölümlü şeylerle avunmamak vaktidir
gözlerin çocukluğumun bozulmamış aktidir
ve üzerime dökülmenin üç kurşunu vardır mavzerimde:
1- dökene kurban olayım.
2- dökülen dökendendir.
3- hiç çıkmasın izin benden.
tam da bu yüzden
dol ya da dökül
şaraba meyyal bir üzüm gibi serpil
hiç çıkarmasan da üzerinden yine de bil
yine de bil yine de bil yine de bil
onlar hırka değil, pil!
http://alpergencer.blogspot.com.tr/2013/02/onlar-hirka-degil-pil.html
13 Şubat 2014 Perşembe
Sefarad
fr. séfarade, ispanya yahudisi.
lat. sefaradi, ispanya yahudisi.
ibr. sefarad, tevratta adı geçen bir batı ülkesi, belki ispanya. tevratta obadiya 1:20'de anılan sfarad adlı yer muhtemelen batı anadolu'daki sardes* [lidya dilinde sfard] kentidir. ancak m 2. yy'dan itibaren ispanya yahudileri kendi ülkelerine sfarad adını vermişlerdir. türkçe sözcük yakın yıllarda batı dillerinden aktarılmıştır (2003).*
*: sardes veya sardeis, manisa'nın salihli ilçesine bağlı sart kasabası yakınlarında bulunan ve lidya (lydia) devletine başkentlik yapmış antik kent.*
Gözler, kalbin aynasıdır/M. Ender ÖNDEŞ
Güncellenme : 11.02.2014 04:16
Kamu Spotu diye gereksiz bir şey var; bu işten para kazananlar için gereklidir mutlaka da, ben bana bir faydasını göremedim şimdiye kadar. Üç gün önce sigarayı bırakıp Silvester Stallone havası yapan adamlar mesela, beni sigara bırakmam konusunda hiç mi hiç etkileyemediler.
Ama son bir tanesi var; hakikaten önemli. Aynen şöyle başlıyor: Güneşli bir sabah, evinin bahçe kapısından çıkan yaşlı bir teyzecik, bir delikanlıya sesleniyor: “Evladım bana bir yardım eder misin?” Oğlanı nasıl tarif etsem bilmem, üniversiteli kıvamında, İsa yüzlü bir çocuk; sanırsın Gezi Parkı’ndan şimdi gelmiş. Büyük bir incelikle, “Tabii teyzeciğim” diyor. “Cüzdanımı evde unutmuşum da” diyor teyze, “Sana anahtarı vereyim, git aç kapıyı. Dolabın üstünde duruyor; içinde de emekli maaşım var. Onu al getir bana, hadi evladım...”
Delikanlı hafiften şaşkın, kadına doğru bakarken, görüntü kayboluyor ve birden Spot’un Öğreten Adam’ı, Kanal 7’den yetişme Şoray Akın devreye giriyor: “Evinizin anahtarını tanımadığınız birine vermezsiniz değil mi? Banka işlemlerini yaparken de kart şifrenizi kimseye vermeyin...”
Türkiye’nin geldiği noktayı özetlemek için bundan daha iyi bir örnek var mıdır, bilmiyorum. Adamlar, “bu devirde babana bile güvenmeyeceksin” şeklindeki tiksinti verici lafı alıp senaryo yapmışlar ve bize kredi kartı güvenliği spotu diye yutturuyorlar. Ne güzel değil mi? Peki, teyzemiz, delikanlıya neden anahtarını vermesin? Delikanlı teyzenin paracıklarını neden ille de kapıp kaçmak zorunda olsun? Neden insanların zihinleri spotu yapan, senaryoyu yazan kıt zekalı vatandaşınki gibi kirli olsun? Teyzenin ayakkabı kutusu yok; oğlanın da parada pulda gözü olacak çağları değil. Sıradan insanlar bunlar; bakan değiller, bankacı değiller, müteahhit hiç değiller; neden hırsızlık yapsınlar ya da hırsızlıktan korksunlar? Bir yaşlı kadın ve bir üniversiteli genç, birbirlerinden neden çekinsinler? “Evinizin anahtarını tanımadığınız birine vermezsiniz değil mi?” Sana ne? Veririz vermeyiz, seni ne ilgilendiriyor? Ne diye kapımın önünden geçen gencecik çocuğu potansiyel hırsız olarak sunuyorsun?
Şimdi anladınız mı, Gezi Direnişi’nden sonraki bütün o kara propagandanın gerçek hedefini? Gezi denilen şeyin neyi protesto ettiği, sokaktaki çatışmaların nasıl olduğu o kadar önemli değildi hiçbir zaman. Gezi’de eğer “ruh” diye bir şeyden söz edeceksek, o tam da kardeşlik, dayanışma ve güven ilişkileriydi. Efendilerin tüylerini diken diken eden şey, orada, birbirlerini hiç tanımayan binlerce insanın kendi aralarında kurduğu, neredeyse sosyalizme benzeyen, basit, günlük insani ilişkilerdi. Yıllardır toplumu ve en çok da gençliği soysuzlaştırmak, yozlaştırmak, kendinden başka hiçbir şeyi ve hiç kimseyi düşünmeyen, kestiği tırnağını bile kimseciklerle paylaşmayan insan müsveddeleri haline getirmek isteyenler, tam da orada büyük bir tehlike gördüler. Gaz bulutları arasında ayağına bastığı insandan özür dileyen, üç parça börek bulsa ikisini getirip “lütfen alır mısınız” diye sunarak insanı sevinçten ağlatan, evde yorganını toplamazken koca parkı en değme çöpçüden iyi temizleyen o çocuklar, ortaya kendiliğinden bir yaşam biçimi koydular ve işte tam da o yüzden “bilmem ne otelden tabldot geliyordu” gibi iğrenç suçlamaların hedefi oldular. Hedef oldular; çünkü kirli zihinlerin asıl korktuğu şey, bir perdenin yırtılması ve genç insanların “başka türlü insan ilişkilerinin de mümkün olduğunu” fark etmesiydi.
O yüzden şimdi teyzeye ve hepimize şöyle diyorlar: Kimseye güvenme, kredi kartını sana satan hırsız bankacı dışında! Tam bir kırmızı şapkalı kurt hikayesi değil mi!
***
Bu arada, bir düşünün, spot neden şöyle devam etmesin? Mesela, oğlan bir koşu yukarı gidip maaşı getirir, teyze ona teşekkür eder; bu arada teyzenin delikanlıya kanı ısınır ve yemeğe çağırır, zaten oğlanın da alt sokaktaki öğrenci evinde makarnaya talim etmekten imanı gevremiştir. Yemekte de, (bak sen Allah’ın işine!) teyzenin torunu olan bir hanım kızcağız vardır, “eline sağlık”, “afiyet olsun derken derken... E, artık bize ne söz düşer canım, gözler kalbin aynasıdır...
8 Şubat 2014 Cumartesi
Hapishanelere bir şey doğmuyor!
"Az evvel Sürat Kargo'yu aradım. F tipi hapishanelerdeki mektup arkadaşlarımdan birine gönderdiğim kitapların akıbetini öğrenmekti niyetim. Sağolsunlar yardımcı oldular. Nedendir bilinmez kendileri dışındaki şirketler aracılığıyla gönderilen paketler de hapishaneye iletilmiyor. Tekrar kitapçıya geri gönderilip Sürat Kargoyla göndermek zorunda kalınıyor. Yaşayarak öğrenmiş olduk. Bu tekelleşme hiç de makul bir durum değil bence. Tıpkı Abd'deki mahkum arkadaşlara da evden yahut da farklı sitelerden kitap gönderiminin yasak olup, sadece Amazon'un kendi stoğundan gönderme seçeneğinin olması gibi. Yeni öğrendiğim bir başka can sıkıcı durumsa, gönderdiğim kargonun hapishaneye ulaştığı halde Cuma, Cumartesi ve Pazar günleri Kargo kabulü yapılmamasından dolayı kargo şubesine geri dönderilmesiydi. Görevli arkadaş bu günlerde kargo kabul edilmediği için Pazartesi ileteceğiz paketinizi ama şöyle de bir durum var, giden paketler de Cuma'dan önce mahkumlara verilmiyor, dedi. Çifte mahrumiyet sanırım buna denir.
Daha yeni aldığım mektuplardan birinde zorla üryan aramadan tutun da, bir arkadaşın 23 senelik tüm mektuplarına, kitaplarına, fotoğraflarına el konulup akıbetlerinden haberdar edilmemesi mevzu bahisken, insan eline biraz güç geçenin kendi firavunluğunu kurma tutkusundaki mahirliğini görüp hayret ediyor her seferinde... Bir de toplumdaki bazı güruhlar, kimi yüzleşmeler, hesaplaşmalar, açılımlar var diye sevindirik oluyorlar. 20 seneden fazladır içeride tutulan siyasi mahkumlar özgürlüklerine kavuşmadan, hesap sorulduğu iddia edilen kimi kalın enseli makam sahibi insanlar salıverilirken neyin adaletinden, hesaplaşmasından söz edilebilir ki... 90larda köy boşaltmalarının yaşandığı dönemde mahkum olan Kürt siyasi tutsaklar hala içerideyken hangi çözüm sürecinden bahsedilebilir? 97lerde 28 şubat sürecinde içeri alınan insanlardan hala özgürlüğüne kavuşamamışların basına yansıyan birkaç isimden çok daha fazla olmasını anlamak ve hazmetmek ne de güç. Sanırım bu tablo hükümetin samimiyetini de, hükümeti sarsacak kadar derin devlete nüfuz etmiş cemaatin de şu fani dünyada emaneten ellerinde bulundurduklarını unuttukları güçleri sadece kendi menfaatleri için kullandıklarını yeterince gösterir nitelikte." dilsizmutercim
Etiketler:
28 şubat,
açılım,
barış süreci,
cezaevi,
dilsizmutercim,
f tipi,
hapishane,
kitap,
köy boşaltmaları,
mahkum,
tutsak
Amok Koşucusu/Stefan Zweig
1912 yılının Mart ayında Napoli
limanında, büyük bir transatlantiğin boşaltılması sırasında ilginç bir olay
yaşandı, gazeteler bu olay hakkında ayrıntılı ancak alabildiğine şişirilmiş ve
abartılmış haberler yayımladılar. Ben de "Oceania"nın bir
yolcusuydum, ancak ne ben ne de öteki yolcular o tuhaf olayın tanığı olamadık,
çünkü olay geceleyin, transatlantiğe kömür yüklenip yük boşal tılırken meydana
gelmişti; oysa bizler, gürültünün uzağında kalmak amacıyla karaya çıkmıştık,
kafelerde ya da tiyatrolarda vakit öldürüyorduk. Yine de benim kişisel görüşüm,
o sıralarda açıkça dile getirmemiş olduğum bazı tahminlerimin o heyecan verici
sahnenin gerçek açıklaması olduğudur; aradan bunca yıl geçtiğine göre artık o
tuhaf olaydan hemen önce yapılmış olan bir konuşmayı açıklamamda bir sakınca
yoktur diye düşünüyorum. Kalküta'daki gemi acentesinde Avrupa'ya dönmek üzere
"Oceania"da bir yer ayırtmak istediğimde, memur üzüntüyle omuzlarını
silkti. Bana bir kabin verip veremeyeceğini henüz bilemediğini, yağmur mevsimi
başlamadan önceki günlerde geminin daha Avustralya'da dolduğunu, Singapur'dan
gelecek telgrafı beklemesi gerektiğini söyledi. Ertesi gün de, bana bir yer
ayırabileceğini 64 söyledi sevinçle, ancak vereceği yer pek konforlu değildi,
geminin ortasında, güverte altındaki bir kabindi. Eve dönmek için
sabırsızlanıyordum, bu yüzden ince eleyip sık dokumadan o kabini ayırttım.
Memurun söylediği doğruydu. Gemi ağzına kadar doluydu, kabin de pek kötüydü;
geminin kazan dairesinin yakınındaki bu küçük, sıkışık, dört köşe kovuğu
yalnızca bulanık görünümlü, yuvarlak lomboz aydınlatıyordu. Kabindeki küflü,
ağır hava yağ ve çürümüşlük kokuyordu. Deliye dönmüş bir çelik yarasa gibi
tepemde vızıldayan elektrikli vantilatörden kaçış yoktu. Aşağıdaki motor, durup
dinlenmeden, oflaya puflaya aynı merdiveni inip çıkan bir kömür hamalı gibi
takırdayıp inliyor, yukarıdansa gezinti güvertesinde ayaklarını sürüye sürüye
bir aşağı bir yukarı yürüyenlerin sesleri geliyordu. Bavulumu, gri
traverslerden oluşan küflü mezara bırakır bırakmaz fırlayıp güverteye çıktım,
yeraltından yeryüzüne çıkınca da, dalgaların üzerinde karadan bize doğru tatlı
tatlı esen güney rüzgârını, amber gibi içtim. Ama gezinti güvertesi de
kalabalık ve hareketliydi; bir yerde tıkılı kalmanın yarattığı huzursuzluğun
yol açtığı dinmek bilmez bir gerilimle, bir alay insan güvertede bir aşağı bir
yukarı yürüyüp duruyordu. Şakalaşan kadınların cıvıl cıvıl sesleri, güvertede
huzursuzca döne dolaşa yapılan yürüyüşler, kalabalığın konuşa gülüşe
iskemlelerin önünden akın akın geçmesi ve sürekli olarak karşılaşması, nedense
içime dokundu. Yeni bir dünya görmüştüm, birbirini kovalarcasına hızla iç içe
geçen resimleri yudumlamıştım. Artık bunları iyice düşünmek, ayırmak, bölmek,
az önce peş peşe gördüğüm şeyleri bir düzene sokmak istiyordum, ancak bu
kalabalık bulvarda bir dakika bile huzur ve dinginlik bulmanın olanağı yoktu.
Kitabımın satırları, konuşa konuşa önümden hızla geçenlerin gölgelerinde
siliniyorlardı. Gemideki bu göl- 65 gesiz, hareketli sokakta insanın kendisiyle
baş başa kalabilmesi olanaksızdı. Tam üç gün boyunca denedim bunu, tevekkülle
insanlara, denize baktım, ama deniz değişmedi, hep mavi ve boştu, yalnızca
güneş batarken bir anda bütün renklerle yıkanır gibi oluyordu. Ya insanlar; üç
yirmi dört saat geçtikten sonra hepsini ezbere tanımıştım. Herkesin yüzünü
bıkacak derecede ezberlemiştim, kadınların keskin kahkahaları sinirime
dokunuyor, yan yana duran iki Hollandalı subayın yüksek sesle tartışmaları ise
artık beni rahatsız etmiyordu. Bu durumda tek çözüm kaçmaktı: ama kabinim sıcak
ve nemliydi, salondaysa İngiliz kızları hiç de usta olmadıkları piyanoda durup
dinlenmeden kırık dökük valsler çalıyorlardı. Sonunda saatleri tersine
çevirmeye karar verdim, öğleden sonra olunca kabinime gittim, ama gitmeden önce
de birkaç bardak birayla sarhoş oldum, böylece akşam yemeğini ve onu izleyen
dansı uykuda geçirdim. Uyandığımda, tabut gibi daracık olan kabinimin içi
adamakıllı karanlık ve boğucuydu. Vantilatörü kapatmıştım, bu yüzden kabinin
içindeki yağlı ve nemli hava şakaklarıma basınç yapıyordu. Duyularım körelmiş
gibiydi; nerede ve hangi zamanda bulunduğumu anlayabilmek için birkaç dakika
geçmesi gerekti. En azından gece yarısını geride bırakmış olmalıydık, çünkü ne
müzik sesi duyuluyordu ne de durup dinlenmeden sürüklenen ayakların sesi;
yalnızca motor, Leviathan'ın atan yüreği, geminin çıtırdayan gövdesini soluk
soluğa bir görünmeze doğru itiyordu. El yordamıyla güverteye çıktım. Boştu.
Bakışlarımı tüten bir kuleye benzeyen bacanın ve gizemle parıldayan antenlerin
üstüne kaldırır kaldırmaz bir anda gözlerim kamaşıverdi. Gökyüzü ışıl ışıldı.
İçinde bembeyaz dolaşan yıldızlara oranla karanlıktı, ama yine de ışıl ışıldı;
66 sanki orada bir kadife perde müthiş bir ışığı örtüyordu, ışıldayan yıldızlar
sanki yalnızca çatılardaki delikler ve çatlaklardılar ve aralarından o
tanımlaması olanaksız aydınlık parıldıyordu. Geceyi hiç öyle görmemiştim,
öylesine ışıl ışıl, öylesine çelikmavisi sertliğindeydi ki; ama yine de
kıvılcımlar saçıyordu, coşup taşıyordu, ışık saçıp ışık fışkırtıyordu, bu ışık,
puslar içinde aydan ve yıldızlardan aşağı akıyordu ve nasıl olduğunu bilmediğim
gizemli bir şeyin içinden. Beyaz bir cilayı andıran ayın ışığı altında, geminin
bütün silueti siyah kadifeye benzeyen denize karşı ışıl ışıl parlıyordu, sel
gibi akan bu ışıltının içinde halatlar, serenler, bütün ince çizgiler, bütün
hatlar erimişti; direklerin üzerindeki ışıklar, adeta boşlukta sallanır
gibiydiler, gözetleme yerinin yuvarlak gözü de bu ışıkların üzerinde asılı
duruyordu, gökte parıldayan yıldızların yanında dünyevi sarı yıldızlar. O
büyülü burç, güney yıldızı tam tepemdeydi, yanıp sönen elmas çivilerle
görünmeze çivilenmişti, havada asılı duruyor gibiydi, hareket eden yalnızca
gemiydi, hafifçe titreyerek, göğsü inip kalkarak bir aşağı bir yukarı, bir
aşağı bir yukarı, dev bir yüzücü gibi, karanlık dalgaların arasından
ilerliyordu. Ayakta durup karşıya baktım: tepemden aşağı sıcak sular akan bir
hamamda gibiydim, ancak burada akan su değil ışıktı, ellerimi beyaz beyaz, ılık
ılık yıkıyordu, omuzlarımı, başımı yumuşakça kaplıyor ve nasıl oluyorsa içime
işliyordu, çünkü içimde ne kadar donuk şey varsa bir anda aydınlanıyordu.
Tertemiz, özgür olarak soluk alıyordum, içim ansızın mutlulukla doldu,
dudaklarımda berrak bir içecek gibi havayı hissettim; yumuşak, mayalanmış,
esriten havayı, meyvelerin soluğunu, uzak adaların kokusunu taşıyan havayı
hissettim. Açık havaya çıktığımdan beri ilk kez düş görmenin o kutsal hevesi
sardı içimi, bir de öteki heves sardı, şu daha kösnül olanı, beni sarıp sarmalayan
bu yumu- 67 şak şeye bedenimi bir kadın gibi sunma hevesi. Bir yere uzanmak,
gözlerimi kaldırıp yukarıdaki hiyerogliflere bakmak istiyordum. Ama güvertedeki
şezlonglar kaldırılmıştı, boşalmış gezinti güvertesinde oturup düş
görebileceğim bir tek yer bile yoktu. Böylece el yordamıyla ilerlemeye devam
ettim, geminin ön tarafına doğru yürüyordum, sanki nesnelerden çıkıp üstüme
gelen ve gitgide şiddetlenen ışık gözlerimi iyice kamaştırmıştı. Neredeyse
canımı yakıyordu yıldızların bu kireç beyazı, gözümü alan ışığı, oysa ben
gölgelerin içinde bir yerde, bir şilteye uzanıp gizlenmek istiyordum; o
parıltının kendi üzerimde değil, tepemde, başka nesnelerde yansımasını
istiyordum, tıpkı karanlık bir odadan dışarıdaki manzarayı seyretmek gibi.
Halatların üzerinden düşe kalka atlayıp çelik tel rulolarının yanından geçip
buruna vardım, aşağı bakınca geminin baş tarafının karanlığa nasıl daldığını ve
erimiş ay ışığının nasıl köpürüp iki yana fışkırdığını gördüm. Saban, kapkara
kabaran toprağın içine bir dalıp bir çıkıyor, ben de doğanın yenilen gücünün
bütün acısını çekiyor, bu ışıklı oyunda dünyevi gücün bütün keyfini tadıyordum.
Ve seyrederken zaman kavramını yitiriyordum. Bir saat mi olmuştu ben böyle
duralı, yoksa yalnızca birkaç dakika mı? Devasa bir beşiğe benzeyen gemi inip
kalkarken beni de zamanın ötesine götürüyordu. İçimde bir yorgunluk doğduğunu
hissedebiliyordum yalnızca, şehvete benzeyen bir yorgunluk. Hem uyumak, düş
görmek istiyordum, hem de bu büyüden çıkmamak, tabutuma gitmemek. Ayağımın
altındaki halatı yokladım. Oturdum, gözlerimi kapadım, ancak gözlerimin içleri
karanlık değildi, çünkü hem onların hem benim üzerimden gümüş bir pırıltı
akıyordu. Aşağıdan denizin tatlı hışırtısını hissediyordum, tepemdeyse dünyanın
beyaz akıntısı sessiz tınısıyla geçiyordu. Bu hışırtı yavaş yavaş kanıma doldu:
68 kendimi hissedemez oldum, duyduğum kendi soluğum muydu yoksa geminin uzakta
atan yüreği miydi, bilemiyordum; gece yarısı saatlerinin bu bitmek bilmeyen
uğultusuna kapılıp gittim. Yanı başımdan gelen hafif, kuru bir öksürük sesiyle
yerimden sıçradım. Neredeyse beni kendimden geçiren o düşten uyandım. O ana dek
kapalı duran gözkapaklarımı açınca gözlerim bembeyaz ışıklardan kamaşarak
yavaşça aralandılar: tam karşımda, bordanın gölgesinde bir gözlüğün parıldadığını
görür gibi oldum, sonra da kalın, yuvarlak bir ışık, bir piponun ateşi göründü.
Belli ki oraya otururken, yalnızca aşağıya, geminin burnunun yardığı suların
köpüklerine ve yukarıdaki güney yıldızına baktığım için orada sessizce
oturmakta olan bu kişiyi fark etmemiştim. Hiç düşünmeden, daha kendimi tam
olarak toparlayamadan, Almanca olarak, "Özür dilerim!" dedim.
"Rica ederim," diye Almanca olarak yanıtladı beni karanlıktan gelen
ses. İnsanın karanlıkta, hiç tanımadığı bir insanla böylece hiç konuşmadan yan
yana oturmasının ne kadar tuhaf ve ürkütücü bir şey olduğunu anlatmak
olanaksız. Ben nasıl ona gözlerimi diktiysem karşımdakinin de gözlerini bana
dikmiş olduğunu hissettim ister istemez; ancak başımızın üstünde ışıl ışıl
yanarak akıp giden ışık öylesine güçlüydü ki kimse kimsenin karanlıktaki
siluetinden başka bir şey görecek durumda değildi. Yalnızca adamın soluğunu
duyar gibi oldum, bir de piposundan çektiği derin nefesleri. Sessizlik
dayanılır gibi değildi. İçimden kalkıp gitmek geldi, ama bunun pek kabaca, pek
damdan düşer gibi olacağını düşündüm. Ne yapacağımı bilemediğim için bir sigara
çıkardım. Kibrit tıslayarak yandı, bir saniye boyunca o daracık mekân
aydınlandı. Gözlüğün arkasında yabancı bir yüz gördüm, daha önce gemide hiç
gör- 69 mediğim bir yüz, ne yemeklerde, ne de koridorlarda; ansızın parlayan
alev gözlerini mi acıttı yoksa bir yanılsama mıydı bilmiyorum ama, karşımdaki
yüz ürkütücü bir biçimde çarpılmış göründü gözüme, karanlık bakışlıydı, cine
benziyordu. Ama ayrıntılarını açık seçik görmeme fırsat kalmadan, belli
belirsiz aydınlanmış olan o yüzü karanlık yeniden yuttu, adamın yalnızca
siluetini görebildim, karanlığın içine gömülmüş bir karaltı olarak, ara sıra da
boşlukta asılı gibi duran piponun ateşinin yuvarlak, kırmızı halkasını
görüyordum. İkimiz de konuşmuyorduk; bu sessizlik, tropiklerin havası gibi
boğucu ve bunaltıcıydı. Sonunda artık dayanamadım. Ayağa kalkıp kibar bir
sesle, "İyi geceler," dedim. "İyi geceler," diye geldi
yanıt karanlıktan; boğuk, sert ve paslı bir sesti. Binbir güçlükle palangaların
arasından, direklere sürünerek öne ilerledim. Tam o sırada arkamdan bir ayak
sesi duydum, aceleci ve güvensiz bir ayak sesi. Az önceki kişiydi. İstemeden
durdum. Yanıma yaklaşmadı, karanlıktaki yürüyüşünde korku ve sıkıntıya benzer
bir şey hissettim. "Özür dilerim," dedi sonra telaşla, "sizden
bir ricam olacak. Ben... ben..." Kekeledi, çekiniyordu, bu yüzden de
sözlerini sürdüremiyordu. "Benim... burada saklanmam için... nedenlerim...
çok özel nedenlerim var... Yastayım... güvertedeki insanlardan uzak
duruyorum... Yani sizden değil tabii... yo... yo... Sizden ricam... beni burada
görmüş olduğunuzu gemidekilere söylemezseniz minnettar kalırım size...
İnsanların arasına karışmamı engelleyen... kişisel nedenlerim var... evet... yani...
geceleri burada birinin... yanı benim... bundan söz edecek olursanız ben çok
güç bir duruma..." Sözcükler boğazında kaldı. Adamı, içinde bulunduğu güç
durumdan kurtar- 70 dım, ricasını yerine getireceğime söz verdim hemen. El
sıkıştık. Sonra kamarama gittim, derin, nedense karışık ve çeşitli sahnelerin
birbirine geçtiği bir uykuya daldım. Sözümü tuttum ve gemide hiç kimseye o
tuhaf karşılaşmadan söz etmedim, oysa içimden bu olayı anlatmak geliyordu.
Çünkü gemi yolculuğunda en ufak şey bir olaya dönüşür, örneğin ufukta görünen
bir yelken, sudan dışarı sıçrayan bir yunus balığı, yeni fark edilen bir flört,
önemsiz bir şaka. Öte yandan, bu sıradışı yolcu hakkında daha çok şey öğrenmek
için yanıp tutuşuyordum. Onun adını öğrenebilir miyim diye yolcu listesini
araştırdım, onunla ilişkisi olabilecek yolcuları bulabilirim diye herkesi
inceledim. Akşama kadar sinirli bir sabırsızlık pençesine aldı beni, o adama
yeniden rastlayabilir miyim diye akşamı zor ettim. Gizemli, psikolojik şeylerin
benim üzerimde adeta ürkütücü bir gücü vardır, ipuçlarını bulmak için neler
vermem ki; tuhaf insanların yalnızca varlıkları bile onları tanımak için yanıp
tutuşmama yeter, tıpkı bir kadının bir şeyi elde etmek için yanıp tutuşması
gibi. Gün uzadıkça uzadı, bitmek bilmedi. Erkenden yattım, gece yarısı
uyanacağımı, bu işin beni uyandıracağını biliyordum. Gerçekten de, bir önceki
gece uyandığım saatte uyandım. Saatin fosforlu kadranında akreple yelkovan üst
üste gelmiş, ışıklı bir çizgi oluşturmuşlardı. Bunaltıcı kamaramdan çok daha
bunaltıcı olan geceye çıktım telaşla. Yıldızlar dün geceki gibi parlıyorlardı,
sallanan geminin üstüne ışıklarını salıyorlardı, ta yukarıda güney yıldızı alev
alev yanıyordu. Her şey dünkü gibiydi −tropiklerde geceler de gündüzler de
bizim oralarda olduğundan çok daha birbirinin aynıdır−, ancak benim içimdeki bu
yumuşak, kabaran, düşsel heyecan dünkünden 71 farklıydı. Beni rahatsız eden,
aklımı karıştıran bir şey vardı, bu şeyin beni nereye götürdüğünü de
biliyordum. Burun tarafındaki o siyah kütleye; o gizemli adamın yine
kıpırdamadan orada oturup oturmadığını merak ediyordum. Yukarıdan geminin
çanının sesini duydum. Bu beni harekete geçirdi. Adım adım, gönülsüzce ama yine
de karşı koyamadan o tarafa yöneldim. Bodoslamaya varmamıştım ki uzakta kırmızı
bir göze benzer bir şeyin parladığını gördüm. Pipo. Demek oradaydı. Elimde
olmadan geri çekildim, olduğum yerde kaldım. Neredeyse oradan ayrılmak
üzereydim ki karanlıkta bir kıpırdanma oldu, bir şey ayağa kalktı, iki adım
attı, ansızın tam önümde onun kibar ve çekingen sesini duydum. "Özür
dilerim," dedi, "belli ki yine aynı yerde oturmak istiyorsunuz,
sanırım beni görünce geri çekildiniz. Lütfen oturun, ben giderim." Ne
düşündüğümü ona söylemek istedim telaşla, kalabilirdi, onu rahatsız etmemek
için geri çekilmiştim ben. "Beni rahatsız etmiyorsunuz," dedi hafif
buruk bir sesle, "tam tersine ara sıra yalnız olmamak beni sevindiriyor.
Tam on gündür hiç konuşmamıştım... aslında yıllardır... öyle zor oluyor ki
şimdi, her şeyi içine atmak insanı boğuyor neredeyse, kamaramda oturamıyorum
artık, o... o mezarda... oturamıyorum... insanlara da tahammülüm yok, bütün gün
gülüyorlar. Artık dayanamıyorum buna da... kamarama kadar geliyor sesleri,
kulaklarımı tıkıyorum... elbette nereden bilecekler ki... yani bilmiyorlar işte...
hem bundan yabancılara ne..." Yeniden sustu. Sonra ansızın ve telaşla
şöyle dedi: "Ama sizin canınızı sıkmak istemem... gevezeliğimi hoş
görün." Eğilip selam verdi ve uzaklaşmak istedi. Ama ben onu durdurdum.
"Hiç rahatsız etmiyorsunuz beni. Bura- 72 da huzur içinde üç beş söz etmek
beni de sevindiriyor.... Sigara içer misiniz?" Bir tane aldı. Sigarasını
yaktım. Alevin içinde yüzü yeniden siyah bordanın önünde parladı, ancak şimdi
bana dönüktü; gözlüğün gerisindeki gözler bir şey araştırırcasına, merakla ve
delici bakışlarla yüzüme dikilmişlerdi. Ürperdim. Bu insanın konuşmak
istediğini, konuşmak zorunda olduğunu sezdim. Ona yardımcı olabilmek için benim
susmam gerektiğini de sezdim. Yeniden oturduk. Yanındaki şezlongu bana verdi.
Sigaralarımız yanıyordu, onunkinin ucundaki ateşin karanlıkta huzursuzca
titreşmesinden elinin titrediğini anladım. Ama konuşmadım, o da konuşmadı.
Sonra alçak bir sesle sordu: "Çok mu yorgunsunuz?" "Yo, hiç
değilim." Karanlıktan gelen ses yine duraksadı. "Sizden bir şey
isteyecektim... daha doğrusu size bir şey anlatmak istiyorum. Önüme ilk çıkana
bunu anlatmanın ne kadar tuhaf olduğunu biliyorum elbette, ama... ama çok
berbat bir ruhsal durumdayım, öyle bir duruma geldim ki mutlaka biriyle
konuşmalıyım... yoksa mahvolurum... Eminim ki anlayacaksınız, size... evet size
anlattığımda... Bana yardım edemeyeceğinizi biliyorum, ama bu suskunluk beni
hasta etti... hasta olanla da herkes alay eder..." Sözünü kestim,
kendisine eziyet etmemesini istedim. Bana açılabilirdi... ona hiçbir konuda söz
veremezdim gerçi, ama dinlemeye hazır olduğunu söylemek insanın görevidir,
dedim. Birisini güç durumda gördüğümüzde, dedim, o zaman yardımcı olmak bir
görevdir. "Yardıma hazır olduğunu söylemek görevi... böyle bir girişimde
bulunmak görevi... Demek siz de... yardıma hazır olunduğunun söylenmesini görev
olarak görüyorsunuz." Bu cümleyi üç kez yineledi. Onun böyle robot gibi,
73 inatla yinelemesi ne kadar ürkütücüydü. Deli miydi bu adam? Sarhoş muydu?
Sanki bu düşüncem sözcük olup ağzımdan çıkmış gibi birdenbire, bambaşka bir
sesle şöyle dedi: "Belki de beni deli ya da sarhoş sanıyorsunuzdur. Hayır
hiçbiri değilim, henüz değilim. Yalnızca şu söylediğiniz şey beni ne tuhaftır
ki etkiledi... Ne tuhaftır ki diyorum, çünkü beni rahatsız eden şey tam da bu,
yani insanın görevi mi, görevi mi acaba..." Yine kekelemeye başlamıştı.
Bir an durduktan sonra yeniden başladı konuşmaya. "Ben doktorum. Benim
mesleğimde böyle vakalar vardır, böyle vahim vakalar... evet, sınırdaki vakalar
diyebiliriz bunlara, işte o zaman insan görevi olup olmadığını bilemez, çünkü
yalnızca karşısındakine olan görev yoktur, insanın kendisine karşı da görevi
vardır, devletine karşı da, bilime karşı da... Yardım etmeliyiz elbette, bunun
için varızdır... ancak bu tür düsturlar hep kuramsal olarak kalırlar. Nereye
kadar gidebilir bu yardım?.. Siz tanımadığım bir insansınız, siz de beni
tanımıyorsunuz, beni gördüğünüzü hiç kimseye söylememenizi istiyorum sizden...
tamam, susuyorsunuz, bu görevinizi yerine getiriyorsunuz... benimle konuşmanızı
istiyorum sizden, çünkü bu suskunluğum beni öldürecek... beni dinlemeye razı
oluyorsunuz... peki... Ama bu kolay... Ama ben sizden beni yakalayıp küpeşteden
aşağı atmanızı istesem... işte orada yardımcı olmanız, iyilik yapmanız birden
bitiverir. Bir noktada biter bu iş... insanın kendi yaşamı, kendi sorumluluğu
işin içine girince biter... bir yerde bitmeli de... bu görev bir noktada sona
ermeli... yoksa doktorlar için görevin bitmesi diye bir şey olmamalı mı? Üzeri
Latince harflerle yazılı bir diploması var diye o doktor bir Mesih , bir büyücü
mü olmalı, biri gelip ondan soylu, yardımsever ve iyi bir insan olmasını
isterse o dok- 74 tor yaşamını ortaya koyup gözünü karartmalı mı? Evet, bir an
gelir görev biter, insanın elinden artık bir şey gelmeyince, evet o
zaman..." Yine sustu, kendini toparladı. "Özür dilerim... çok
heyecanlandım... ama sarhoş değilim... henüz değilim... itiraf etmeliyim ki, bu
da oluyor sık sık bu yakıp kavuran yalnızlığımda... Bir düşünün, yaşadığım
yerde tam yedi yıl boyunca yerlilerden ve hayvanlardan başka kimse yoktu... bu
durumda insan sakin konuşmayı unutuyor. Ama bir de başlayınca sel gibi
boşanıyor sözcükler.. Ama durun... tamam, aklıma geldi... size sormak
istiyordum... size bir vakadan söz edecektim ve insanın yardım etme görevi olup
olmadığını soracaktım... yani melekler gibi iyi niyetle yardım etmek... Ama
uzun sürmesinden korkuyorum. Gerçekten yorgun değil misiniz?" "Hayır,
hiç değilim." "Ben... size teşekkür ederim.. Almaz mısınız?"
Karanlıkta elini arkasında bir yere uzatmıştı Bir şıkırtı oldu, yanına koyduğu
iki, üç ya da daha çok şişe birbirine değmişti. Bana verdiği bir bardak viskiye
dudaklarımı şöyle bir değdirdim, o ise bir dikişte boşalttı bardağını. Bir an
aramızda sessizlik oldu. Tam o sırada çan çaldı − saat yarımdı. "Evet...
size bir vaka anlatacağım. Örneğin... küçük bir... küçük bir kentteki bir
doktoru ele alalım ya da... ya da daha doğrusu taşrada... bir doktor... bir
doktor..."Yine susup kaldı. Sonra ansızın koltuğunu kapıp yanıma yaklaştı.
"Böyle olmayacak. Size her şeyi doğru dürüst anlatmalıyım, ta başından,
yoksa anlamazsınız. Örnek vereyim, kuramsal olarak anlatayım desem olmayacak...
başımdan geçen olayı anlatmalıyım size. Utanacak, gizleyecek bir şey yok.
İnsanlar da benim önümde soyunuyor, 75 bana yaralarını, idrarlarını,
dışkılarını gösteriyorlar... insan kendisine yardım edilmesini istiyorsa, lafı
döndürüp dolaştırmamak ve hiçbir şey de gizlememeli... Evet, size hayali bir
doktorun yaşadığı olayı anlatmayacağım, önünüzde çırılçıplak soyunup diyeceğim ki,
ben... bu kahrolası yalnızlıkta, insanın ruhunu kemiren, iliğini kemiğini
kurutan bu lanet olası ülkede, utanmayı unuttum ben." Kıpırdanmış
olmalıyım ki birden durdu. "Ah, itiraz ediyorsunuz... anlıyorum, Hindistan
sizi büyülüyor, tapınaklar, palmiye ağaçları, iki aylık romantik bir gezi de.
Doğru, trenle, otomobille, tahtırevanla gezildiğinde tropikler büyüleyicidir;
yedi yıl önce oraya gittiğimde ben de aynı böyle hissediyordum. Neler
düşlememiştim ki; onların dilini öğrenecektim, kutsal kitapları özgün
dillerinde okuyacaktım, hastalıkları inceleyecek, bilimsel çalışmalar yapacak,
yerlilerin ruhsal durumunu araştıracaktım, Avrupalıların jargonunda böyle denir
değil mi, bir insanlık, uygarlık misyoneri olacaktım. Oraya gelen herkes aynı
düşü görür. Ama oradaki o görünmez cam sarayda insanın gücü tükenir, ateşiniz
−kaç tane kinin yutarsanız yutun ateşiniz çıkar− düşmez, bitkinleşir, çöker,
bir denizanası gibi pelteleşirsiniz. Büyük kentten çıkıp böyle berbat bir
batağa geldiğinizde her nasılsa bir Avrupalı olarak gerçek varlığınızdan
koparsınız; eninde sonunda herkes yolundan çıkar, kimi içkiye gömülür, kimi
esrar çeker, kimi de dövüşür, hayvanlaşır − herkes bir parça delilik gösterir.
Avrupa'yı özler insan, günün birinde yeniden sokaklarda yürümenin, aydınlık,
taş bir odada beyaz insanlarla birlikte oturmanın düşünü kurar, yıllarca kurar
bu düşü, ama tatile çıkma zamanı geldiğinde yola çıkmaya üşenir. Ülkesinde onu
unuttuklarını, orada bir yabancı olduğunu bilir, denizde bir midye olduğunu ve
herkesin kendisini ezip geçtiğini bilir. Böylece olduğu yerde kalır, o sıcak,
ıslak ormanlar- 76 da çürür, mahvolur. Bu pislik yuvasına kendimi sattığım güne
lanet olsun... Şu da var: Pek de öyle gönüllü yapılmış bir şey sayılmazdı bu.
Almanya da eğitim görmüş, tıp okumuştum, iyi bir doktor olmuştum hatta, Leipzig
Hastanesi'nde iş bulmuştum, tıp dergilerinin eski bir sayısında ilk kez benim
kullandığım yeni bir iğne dolayısıyla epeyce kıyamet koparılmıştı. Bir kadın
vardı, hastanede tanıdığım bir kadın; sevgilisini öylesine deliye döndürmüştü
ki, adam tabancayla vurmuştu kadını, çok geçmeden beni de aynı duruma düşürdü.
Öylesine kendini beğenmiş ve buz gibi oluyordu ki kadın, deliriyordum adeta.
Erkeksi ve küstah kadınları her zaman dayanılmaz bulmuşumdur, ama bu beni öylesine
kıskacına aldı ki, kemiklerim kırıldı. Onun istediğini yaptım, yani −eh, neden
gizleyeyim ki bunu, nasılsa üzerinden sekiz yıl geçti− onun uğruna hastanenin
kasasına el attım, ama iş ortaya çıkınca kıyamet koptu. Olay kapatıldı ama
mesleğime devam edemezdim artık. Tam o sırada Hollanda hükümetinin sömürgelerde
çalışmak üzere doktorları işe aldığını ve avans ödediğini duydum. Teiniz bir iş
olmalı diye düşündüm hemen, madem ki avans da ödüyorlar; bu sıtmalı
çiftliklerde mezarların sayısının bizdekinden üç kat hızlı çoğaldığını
biliyordum, ancak insan gençken yalnızca başkalarının hastalanıp öleceğini
düşünür. Her neyse, fazla seçeneğim yoktu, Rotterdam'a gittim, on yıllığına
yazıldım, bir kucak dolusu para aldım, yarısını eve, amcama yolladım, yarısını da
limanda kadının birine kaptırdım; öteki kadına öyle çok benziyordu ki neyim var
neyim yok elimden aldı. Parasız pulsuz, umutsuz bir durumda Avrupa'dan demir
aldım, gemim limandan çıkarken hiç de üzgün sayılmazdım. Sonra güvertede
oturdum, sizin ya da herkesin oturduğu gibi, güney yıldızını ve palmiyeleri
gördüm, yüreğim kabardı; ah, diye hayal kurdum, ormanlar, yalnızlık, sessiz- 77
lik! Eh, istemediğim kadar yalnız oldum. İnsanların, kulüplerin, golfün ve
kitapların olduğu Batavia ya da Surabaya gibi bir kente vermediler beni, kırsal
alandaki −adı gerekli değil şimdi− dispanserlerden birine gönderdiler, en yakın
kent iki günlük yoldaydı. Birkaç tane ruhsuz, kavruk memur, üç-beş melez, işte
oradaki arkadaşlarım bunlardı; göz alabildiğine ormanlardan, plantasyonlardan,
fundalıklardan ve bataklıklardan başka bir şey de yoktu. Başlangıçta dayanılmaz
değildi. Her türlü araştırma yapıyordum. Bir keresinde, denetleme gezisine
çıkan devlet başkanı yardımcısının arabası devrilip adamın bacağı
parçalandığında hiç yardım almadan öyle bir ameliyat yaptım ki, müthiş sözü
edildi; yerlilerin zehirlerini ve silahlarını topladım, enerjimi yitirmemek
için yüzlerce ufak tefek işle ilgilendim. Ama bütün bunlar, Avrupa' nın gücü
içimde yaşadığı sürece geçerliydi; sonra kuruyup kaldım. Oradaki üç beş
Avrupalıdan hoşlanmıyordum, onlarla görüşmeyi kestim, içki içiyor, kendi başıma
hayallere dalıyordum. Nasıl olsa iki yıl sonra emekli olacaktım, Avrupa'ya
dönebilir, yeni bir hayata başlayabilirdim. Aslında beklemekten, sessizce beklemekten
başka bir şey yaptığım yoktu. Eğer o... eğer bunlar olmasaydı şimdi hâlâ aynı
durumda olurdum da." Karanlıktan gelen ses bir an kesildi. Piponun ışığı
da parlamıyordu artık. Ortalık o kadar sessizdi ki, köpüre köpüre geminin
burnuna vuran suların sesini duyuyordum, bir de geminin motorunun uzaktan gelen
boğuk zonklamasını. Canım sigara içmek istiyordu ama kibritin alevinin
parlamasından ve karşımdakinin yüzündeki tepkiden ürküyordum. Sustu da sustu
adam. Öylesine sessizdi ki, öyküsünün sonuna mı geldi, uyukluyor mu, sızdı mı,
anlayamıyordum. Tam o sırada geminin çanının tiz, güçlü sesi duyuldu: 78 Bir.
Birden sıçradı; cam tıkırtısını duydum yeniden. Belli ki eliyle viski şişesini
arıyordu. Gırtlaktan gelen hafif bir yutma sesi duydum, sonra adamın sesi
yeniden duyuldu, ama bu kez adeta daha heyecanlı, daha tutkulu gibiydi.
"Sonra... ne diyordum... Evet, sonrası şöyle. Kahrolası deliğimde
oturuyordum işte, aylardır, ağındaki örümcek gibi öyle hareketsiz oturuyordum.
Yağmur mevsimi bitmişti, haftalarca yağmurun tıkırtısını duymuştuk damların
üzerinde, gelen kimse olmamıştı, hiçbir Avrupalı gelmemişti, evdeki sarı
kadınlarla ve viskimle günlerce oturmuştum öylece. O sıralarda moralim iyice
çökmüştü, Avrupa'ya sıla özlemi içindeydim; ne zaman aydınlık sokaklardan,
beyaz kadınlardan söz eden bir roman okusam parmaklarım titremeye başlardı. Bu
durumu size tam olarak betimleyemiyorum, bir tür tropikal hastalık bu, insanı
zaman zaman pençesine alan vahşi, ateşli, ama yine de güçsüz bir nostalji. O
gün sanırım bir dünya haritasının başına oturmuş, yolculuk hayalleri
kuruyordum. Kapı sertçe vuruldu, uşakla kadınlardan biri kapıda duruyordu, her
ikisinin gözleri de şaşkınlıktan fal taşı gibi açılmıştı. Ellerini kollarını
sallayarak bana bir hanımın, bir hanımefendinin, beyaz bir kadının geldiğini
anlattılar. "Ayağa fırladım. Bir araba, otomobil sesi duymamıştım. Bu
cangılın ortasında bir beyaz kadın ha! "Merdivenden inmek istiyor, ama
sonra kendimi toparlıyorum. Aynaya bir göz atıp üstümü başımı düzeltiyorum.
Sinirliyim, huzursuzum, tatsız bir önsezi rahatsız ediyor beni, yanıma
dostlukla gelecek kimseyi tanımıyorum bu dünyada. Sonunda aşağı iniyorum.
"Holde bekleyen hanım telaşla yanıma geliyor. Yüzünü kalın bir yolculuk
peçesi örtüyor. Onu selamlamak istiyorum, ama hemen sözümü kesiyor. "İyi
günler doktor,' diyor, akıcı bir İngilizce'yle (fazlaca akıcı ve önceden
ezberlenmişe benzeyen bir tarzda). "Böyle haber- 79 siz geldiğim için
bağışlayın. Ama istasyondaydık, arabamız karşıda...', neden evin önüne kadar
gelmemiş arabayla düşüncesi hızla geçiyor aklımdan, "tam o sırada sizin
burada oturduğunuz geldi aklıma. Sizin hakkınızda çok şey duydum. Başkan
vekiline yaptığınız şey gerçekten müthişti, bacağının hiçbir şeyi kalmadı,
eskisi gibi golf oynayabiliyor. Evet bizim orada herkes bundan söz ediyor hâlâ,
siz oraya gelseniz, şu huysuz cerrahımızı ve iki yardımcısını hemen yollarız.
Hem neden hiç aşağıya gelmiyorsunuz, yogi gibi yaşıyorsunuz...' "Böylece,
benim konuşmama fırsat vermeden, konuşup durdu telaşla. Kadının bu gevezeliğinde
sinirli ve dağınık bir hava var, bu beni de huzursuz ediyor. Neden bu kadar çok
konuşuyor diye geçiriyorum içimden, neden kim olduğunu söylemiyor, neden
peçesini kaldırmıyor. Ateşi mi var? Hasta mı? Deli mi? Kadının sağanak gibi
inen lafları karşısında, hiç konuşmadan öylece durmakla gülünç bir duruma
düştüğümü düşünüp öfkeleniyorum. Sonunda biraz yavaşlıyor, ben de yukarı davet
ediyorum onu. Çocuğa orada kalması için işaret edip önüm sıra merdiveni
çıkıyor. "Odama girince, 'Ne hoşmuş burası,' diyor. "Ah, ne güzel
kitaplar! Hepsini okumak isterdim!" Kitaplığın yanına gidip kitapların
adlarını inceliyor. Onunla karşılaşmamdan bu yana ilk kez bir dakika susuyor.
'"Çay içer miydiniz?' diye soruyorum. "Arkasına dönmüyor, gözlerini
kitapların adlarına dikmiş. Hayır doktor, teşekkür ederim,' diyor. 'Fazla
kalamayacağım... pek vaktim yok... şöyle bir çıkmıştım zaten... Ah, Flaubert de
var burada, öyle severim ki onu... harika, çok harika, L'Éducation
sentimentale... demek Fransızca da okuyorsunuz... ne de beceriklisiniz... evet,
şu Almanlar okulda her şeyi öğreniyorlar... Bu kadar çok. dil bilmek gerçekten
müthiş bir şey! Başkan yardımcısı 80 size hayran, siz olmasanız bıçak altına
yatmayacağını söylüyor, bizim oradaki cerrahımız briç oynamaktan başka bir işe
yaramıyor... Bakın ne diyeceğim (hâlâ yüzünü bana dönmemişti), benim de size
muayene olmam gerektiği geldi aklıma bugün... buradan geçerken dedim ki... ama
sizin şimdi işiniz vardır, en iyisi ben başka bir zaman geleyim.' '"Demek
dilinin altındaki baklayı çıkarıyorsun!' diye düşündüm hemen. Ama bir şey belli
etmedim, şimdi ya da ne zaman isterse o zaman kendisine hizmet etmekten onur
duyacağımı söyledim ona. "'Önemli bir şey değil,' dedi, raftan aldığı bir
kitabın sayfalarını çevirirken hafifçe dönmüştü bana doğru, 'önemli bir şey
yok... önemsiz bir şey... kadınlara özgü şeyler... baş dönmeleri, bayılmalar.
Bugün bir dönemeci dönerken birden yere devrildim, yardımcım arabanın içinde
beni doğrulttu, gidip su getirdi... ama belki de sürücü hızlı gitmiştir, öyle
olabilir mi doktor?' "Henüz bir şey söyleyemem. Sık sık baygınlık
geçiriyor musunuz?' "Hayır... yani evet... son zamanlarda... özellikle son
günlerde... evet... böyle baygınlıklar ve mide bulantıları oluyor.' Yine
kitaplığın önünde, elindekini yerine koyup bir başka kitap çıkarıyor,
sayfalarını karıştırıyor. Durmadan kitapların sayfalarını çevirmesi, böyle
sinirli bir biçimde, peçenin altındaki gözlerini kaldırıp bakmaması, çok tuhaf.
Mahsus konuşmuyorum. Onu bekletmek istiyor canım. Sonunda, o teklifsiz, geveze
konuşmasına başlıyor yine: "'Öyle değil mi doktor, kaygılanacak bir şey
yok değil mi? Tropikal bir hastalık değil... tehlikeli bir şey değil, değil
mi?' '"Önce bir bakalım, ateşiniz var mı. Nabzınızı ölçebilir miyim?' 81
"Ona yaklaşıyorum. Hafifçe yana kaçıyor. "'Hayır, hayır, ateşim
yok... kesinlikle yok, kesinlikle... her gün ateşimi ölçtüm ben, o... o
baygınlıklar başladığından beri. Hiç çıkmadı ateşim, hep 36.4'tü ölçtüğümde.
Midemde de bir şey yok.' "Bir an tereddüt ettim. Ta başından beri beni
rahatsız eden bir şey var, bu kadının benden bir şey istediğini seziyorum,
insan cangılın göbeğine Flaubert'den söz etmek için gelmez. Onu bir, iki dakika
bekletiyorum. 'İzin verirseniz,' diyorum sonra doğrudan doğruya, birkaç soru
sormak istiyorum size.' "'Elbette doktor! Hekimsiniz siz,' diye yanıtlıyor
beni, ama yeniden arkasını dönüyor bana ve kitaplarla oynamaya başlıyor.
'"Çocuğunuz var mı?' "'Evet, bir oğlum var.' '"Peki o zaman...
yani o günlerde... o dönemde... o zaman da böyle şeyler oluyor muydu?'
"'Evet.' "Sesi değişmişti. Berrak ve pürüzsüzdü şimdi, titremiyor,
sinirli çıkmıyordu. 'Acaba şimdi de... şimdi de... sorumu bağışlayın... yine
öyle bir durumda olmanız mümkün mü?' "'Evet.' "Bu sözcük ağzından
bıçak gibi çıkmıştı. Öte yana dönük başında en ufak bir kıpırtı bile yoktu.
" O zaman belki de hanımefendi... belki de sizi tam olarak muayene etmem
iyi olur... acaba rica etsem... yandaki... yandaki odaya geçebilir misiniz?'
"İşte o zaman bana dönüyor. Peçenin arkasından soğuk ve kararlı bakışlarını
görüyorum karşımda. "'Hayır... buna gerek yok... durumumdan kesinlikle
eminim.'" 82 Adamın sesi bir an titredi. İçi dolu bardağı karanlıkta
yeniden ışıldadı. "Dinleyin... ama bir an bunları kafanızda iyice düşünün.
Yalnızlığı içinde çöküp giden birinin yanına kadının biri zorla geliyor,
yıllardır odasına adım atan ilk beyaz kadın bu... ansızın odada kötü bir şey
olduğunu seziyorum, bir tehlike olduğunu. Birden bardağı taşıran damla düşüyor:
bu kadının o yıkılmaz kararlılığı karşısında dehşete düşmüştüm, geldiğinde
saçma sapan konuşmuş, sonra birden kınından kılıcını çeker gibi ne istediğini
söyleyivermişti. Çünkü benden ne istediğini anlamıştım, hemen anlamıştım,
kadınların benden böyle bir şey istemesi ilk kez olmuyordu, ama başka türlü
gelirlerdi yanıma, utanarak, yalvararak, gözyaşları içinde ya da yeminler
vererek. Ama şimdi karşımdaki çelik gibi... erkeksi bir kararlılıkla
duruyordu... bu kadının benden daha güçlü olduğunu daha ilk saniyede
anlamıştım... beni isteklerine boyun eğdireceğini biliyordum... Ama... ama...
benim içimde de kötü bir şey vardı... direnen bir adam, bir nefret... çünkü...
söylemiştim ya... ilk andan beri, hatta o kadını görmemden önce, bu kadının
düşmanım olduğunu düşünmüştüm. "Önce sustum. İnatla, ısrarla sustum. Peçesinin
altından beni seyrettiğini hissediyordum, gözlerini dikmiş, meydan okurcasına
bakıyordu bana, konuşturmaya çalışıyordu beni... Ama ben... kaçamaklı konuştum,
evet... onun geveze, kayıtsız konuşma tarzına bilinçsizce öykünerek konuştum.
Onu anlamıyormuş gibi yaptım, amacım −benim hissettiklerimi hissedebiliyor
musunuz bilemem− onu daha açık konuşturmaktı, ben bir şey sunan değil, bir şey
istenen kişi olmak istiyordum, özellikle de onun benden istekte bulunmasını
istiyordum, çünkü öylesine buyurganca gelmişti ki bana... ayrıca kadınlarda bu
kibirli, soğuk tavır kadar beni rahatsız eden şey yoktur. 83 "Lafı
döndürüp dolaştırdım, korkulacak bir şey yok dedim, bu tür baygınlıklar bu
durumun gereğidir, sağlıklı bir gelişmenin habercisidirler hatta dedim. Klinikteki
gazetelerde yer alan vakalardan söz ettim... konuştum da konuştum, kayıtsızca,
umursamazca konuştum, bu durumu sıradan bir şey gibi gösteriyor, kadının sözümü
keseceği ânı bekliyordum. Çünkü onun bu davranışıma katlanamayacağını
biliyordum. "Sonunda dayanamadı, elinin bir hareketiyle benim o
sakinleştirici konuşmamı bir kenara süpürüp atarcasına sözümü kesti.
'"Doktor, beni rahatsız eden bu değil. Daha önce, oğlumu dünyaya
getirirken sağlığım yerindeydi... ama artık öyle değilim... kalbimden rahatsızım...'
"Ah, demek kalbinizden rahatsızsınız,' diye yineledim onun sözlerini,
huzursuz olmuş gibi davranıyordum, 'o zaman bir bakalım size.' Ayağa kalkıp
stetoskopuma uzanır gibi yaptım. "Ama kadın öne atılmıştı bile. Sesi şimdi
sert ve kararlıydı − sanki bir komutan gibiydi. "'Kalbimden rahatsızım
doktor, anlattıklarıma inanın lütfen. Bu muayenelerle zaman yitirmek
istemiyorum Yani bana birazcık güvenmelisiniz. Çünkü ben size olan güvenimi
yeterince kanıtladım.' "Artık bir savaşa dönüşmüştü iş, bir meydan okumaya.
Ben de kabul ettim bu meydan okumayı. '"Güvenmenin koşulu dürüstlüktür,
mutlak bir dürüstlük. Açık konuşun, ben doktorum. Öncelikle de şu peçenizi
çıkartın, gelin şuraya oturun, kitapları lafı döndürüp dolaştırmayı bir kenara
bırakın. Doktora peçeyle gelinmez.' "Bana baktı, dimdik ve gururluydu. Bir
an duraksadı. Sonra oturdu, peçesini kaldırdı. Tıpkı görmekten korktuğum
gibiydi yüzü − nüfuz edilemez, sert, serinkanlı, yaşla 84 sınırlı olmayan bir
güzellikte, huzurlu görünen ama gerisinde bütün tutkuları hayal edebileceğiniz
gri İngiliz gözleri vardı. İnce, birbirine sımsıkı bastırılmış dudakları, ancak
isterse açığa vuruyordu sırrını. Bir dakika boyunca birbirimize baktık, onun
bakışları hem buyurgan hem soru sorar gibiydi, öylesine soğuk ve sert bir acımasızlık
taşıyordu ki dayanamayıp gözlerimi başka yana çevirdim. "Parmaklarıyla
hafifçe masayı tıklattı. Demek o da sinirliydi. Sonra aceleyle, 'Doktor,' dedi,
'sizden ne istediğimi biliyor musunuz, bilmiyor musunuz?' "Sanırım
biliyorum. Ama gelin açık konuşalım. Bu durumunuza son vermek istiyorsunuz...
Sizi bu bayılmalardan, mide bulantılarından kurtarmamı istiyorsunuz, bunu da...
bunu da bu durumun nedenini ortadan kaldırarak yapacağım. Öyle değil mi?'
"'Evet.' "Giyotin gibi inmişti bu sözcük. '"Bu denemenin... her
iki taraf için de tehlikeli olduğunu biliyor musunuz?' "'Evet.'
"'Yasaların bunu engellediğini?' "'Yasaların engellemediği, aksine
önerdiği durumlar vardır.' '"Ama ancak tıbbi bir zorunluluk olursa.'
"'Bu zorunluluğu siz bulacaksınız. Doktor sizsiniz.' "Bunları
söylerken gözleri dupduru, bakışları dimdikti, göz kırpmadan bakıyordu bana.
Emir vermişti bana, zavallı ben de kadının arzusunun şeytansı buyurganlığı
karşısında hayranlıkla titriyordum. Yine de lafı döndürüp dolaştırıyor, pes etmiş
olduğumu ona belli etmek istemiyordum henüz. 'Acele etme! Güçlük çıkart! Rica
etmesini sağla!' diye bir dürtü vardı içimde. "'Bu her zaman doktorun
elinde olan bir şey değildir. Ama hastaneden bir meslektaşımla...' 85
'"Meslektaşınızı istemiyorum... ben size geldim.' '"Neden özellikle
bana geldiğinizi sorabilir miyim?' "Soğuk bakışlarla süzdü beni.
"'Bunu açıklamamda bir sakınca görmüyorum. Çünkü kent dışında
oturuyorsunuz, beni tanımıyorsunuz, iyi bir doktorsunuz ve...' ilk kez
duraksıyordu, 'buralarda pek uzun kalmayacaksınız, özellikle de evinize...
evinize yüklü bir parayla dönebilirseniz.' "Birden buz gibi oldum. Bu
küstahça ifade, bu tüccar işi hesaplama beni sersemletmişti. O ana kadar
dudaklarından bir rica sözcüğü çıkmamıştı, her şeyi önceden hesaplamış, önce
beni yoklamış, sonra izlemişti. Onun şeytansı iradesinin beni etkilediğini
hissediyor ve elimden geldiğince karşı duruyordum buna. Bir kez daha nesnel,
hatta alaycı bir sesle konuşmaya çabaladım. '"Bu yüklü parayı da siz...
siz mi sağlayacaksınız bana?' "Yardımlarınız ve buradan hemen ayrılmanız
karşılığında.' "Böyle yaparsam emeklilik hakkımı kaybedeceğimi biliyor
musunuz?' "Ben onu karşılarım.' "Çok açık konuştunuz. Ama daha da
açık olmalısınız. Bana bu iş için ödemeyi düşündüğünüz miktar ne kadar?'
"'On iki bin gulden, çekle Amsterdam'da ödenecek.' "Titredim...
öfkeden ve... evet, hayranlıktan. Her şeyi hesaplamıştı, paranın miktarını,
nasıl ödeneceğini; böylece oradan ayrılmaya zorlanacaktım, beni hiç tanımadan
değerimi biçmiş ve beni satın almıştı, iradesinin önsezisiyle beni eline
geçirmişti. İçimden yüzüne bir tokat atmak geliyordu. Ama titreyerek ayağa
kalktığımda 86 −o da ayağa kalkmıştı− ve kadının gözlerinin içine baktığımda,
onun o rica nedir bilmeyen, sımsıkı kapalı dudaklarını, eğilmek istemeyen
kibirli alnını gördüğümde, delice bir hırs kapladı içimi. O da bunu hissetmiş
olmalı ki, kendisini rahatsız eden birini başından atmak istercesine kaşlarını
kaldırdı; aramızdaki nefret birden açığa çıkmıştı. Bana ihtiyacı olduğu için
benden nefret ettiğini biliyordum, ben de ondan... rica etmek istemediği için
nefret ediyordum. O bir saniyelik suskunluk boyunca ilk kez olmak üzere
birbirimizle dürüstçe konuştuk. Sonra bir sürüngen gibi sokulan bir düşünce
girdi aklıma ve ona dedim ki... ona dedim ki... "Ama bir dakika,
yaptığımı... söylediklerimi yanlış anlayabilirsiniz, bu çılgınca düşünceye
nasıl kapıldığımı size açıklamalıyım." Yine karanlıkta bardağı hafifçe
tıkırdadı. Heyecanının arttığı belliydi. "Kendime bahane yaratmak, haklı
çıkarmak, temize çıkarmak değil amacım... Ama açıklamazsam anlayamazsınız...
İyi bir insan olup olmadığımı bilemiyorum... ama her zaman yardımsever
biriydim... O berbat ülkede insanın tek mutluluğu buydu, zihninize kazıdığınız
bir avuç bilgiyle, bir insan hayatının devam etmesini sağlamak... ilahi bir
mutluluktu adeta. Gerçekten de hayatımın en mutlu anları, korkudan mosmor
kesilmiş, yılan ısırmış bacağı ta kasığına kadar şişmiş, bacağı kesilmesin diye
ağlayan bir sarı adam önüme geldiğinde onu kurtarmayı başardığım anlardı.
Ateşler içinde yanan bir kadın olduğunda saatlerce yol giderdim; bu kadının
istediği türden yardımları da yapmıştım ben, hem de Avrupa' daki klinikte
çalışırken. Ama o zaman bu insanın böyle bir yardıma ihtiyacı olduğunu
hissediyordunuz, birisini ölümden ya da çaresizlikten kurtardığınızı
biliyordunuz 87 − yardım etmek için de bu duyguya ihtiyacınız vardı,
karşınızdakinin size ihtiyacı olduğu duygusuna. "Oysa bu kadın −size tam
olarak anlatabilir miyim bilmiyorum− sanki gezintiye çıkmışken uğramışçasına
evime giren bu kadın, girdiği andan başlayarak kibiri yüzünden beni kışkırtıp
kendisine meydan okumama neden oldu, içimdeki bütün −nasıl söylesem−
bastırılmış, gizlenmiş, kötü şeyleri harekete geçirdi. Ortada bir ölüm kalım
sorunu varken, hanımefendi rolü oynaması, buz gibi bir tavırla iş görüşmesi
yapması, beni delirtmişti. Ve sonra... sonra... insan golf oynarken gebe kalmaz
ya... biliyordum ki... daha doğrusu beni dehşete düşüren bir kesinlikle
hatırladım ki, ben onu caydırıcı, evet neredeyse itici bakışlarla süzerken, buz
gibi bakışlı gözlerinin üzerindeki kaşlarını yukarı kaldıran bu serinkanlı, bu
kibirli, bu soğuk kadın, daha iki ya da üç ay önce bir yatakta, hayvanlar gibi
çırılçıplak ve şehvetten inleyerek adamın biriyle oynaşıyordu, bedenleri iki dudak
gibi birbiriyle kaynaşmıştı... O beni öyle kibirle, tıpkı bir İngiliz subayı
gibi yanına yaklaştırmayan bir soğuklukla süzerken, işte bu yakıcı düşünce
düştü aklıma... işte o zaman... o zaman birden bir yay gibi geriliverdim, o
kadını aşağılamaktan başka bir şey düşünemez oldum... o andan başlayarak
giysisinin altındaki çıplak bedenini gördüm, o andan başlayarak o kadına sahip
olmak düşüncesiyle yaşadım, o katı dudaklarının arasından bir inleyiş duymak,
bu soğuk, bu kibirli kadını, tanımadığım öteki erkeğin yaptığı gibi şehvetin
koynuna düşürmek düşüncesiyle yaşadım. Size açıklamak istediğim buydu... Ne
kadar sefil bir duruma düşmüş olursam olayım, daha önce hiçbir zaman doktor
olmamdan yararlanmadım... Ama bu kez şehvet yoktu işin içinde, kızışma ya da
cinsellik yoktu... gerçekten yoktu... olsaydı söylerdim... yalnızca kibire baş
eğdirmek hırsı vardı, erkek olarak baş eğdirmek... Sa- 88 nırım daha önce
söylemiştim size, kibirli, soğukkanlı görünüşlü kadınların benim üzerimde
etkinlik kurduklarını... ama bir de şu vardı: yedi yıldır burada yaşıyordum ve
bir tek beyaz kadınla bile birlikte olmamıştım, bana direnilmesine alışkın
değildim... çünkü buradaki kızlar, bu cıvıl cıvıl, küçücük, narin hayvancıklar
bir beyaz, bir 'beyefendi' kendilerine sahip olduğunda saygıdan tir tir
titrerler... teslim olurlar, her zaman açıktırlar size, alçak sesle, kesik
kesik gülerek size hizmet etmeye hep hazırdırlar... oysa tam da bu boyun eğiş,
bu kölelik işin zevkini kaçırır. Kibirli ve nefret dolu bir kadın ansızın çıkıp
gelince benim nasıl perişan olduğumu şimdi anlayabiliyor musunuz? Baştan ayağa
kapalı, ama aynı zamanda giz dolu ve eskil tutkularla yüklü... böyle bir kadın
böyle bir adamın, böylesine yalnız, aç ve kafese tıkılmış insanhayvanın yanına
gelince... Bundan sonrasını, yani şimdi anlatacağımı anlamanız için size
bunları söylemem gerekti... Ne diyordum, gözümü hırs bürümüştü, o kadının,
çıplak, kösnül, tutkulu halini düşünmek beni adeta zehirlemişti; kendimi
toparladım, umursamaz havalara girdim. Soğukkanlılıkla, 'On iki bin gulden mi?'
dedim. 'Yo, bu kadar para için bu işi yapmam.' "Bana baktı, rengi uçmuştu.
Ona karşı koymamın para hırsıyla ilgisi olmadığını seziyordu herhalde. Yine de
şöyle dedi: '"Peki ne istiyorsunuz?' "Soğukkanlı pozlarını umursamıyordum
artık. İsterseniz kartlarımızı açık oynayalım,' dedim. Ben iş adamı değilim...
Romeo ve Jülyet'teki, kokuşmuş altın karşılığında zehir satan yoksul eczacı da
değilim... işadamının tam tersiyim belki de... arzunuzu bu yolla
gerçekleştiremeyeceksiniz.' '"Demek istediğimi yapmayacaksınız?'
'"Para karşılığında yapmam.' 89 "Bir saniye yoğun bir sessizlik oldu
aramızda. Öyle bir sessizlik ki kadının soluklarını ilk kez duydum.
'"Başka ne gibi bir isteğiniz olabilir ki?' "Artık kendimi tutamadım.
'"İlk isteğim, benimle bir... bir bakkalla konuşur gibi değil, bir insanla
konuşur gibi konuşmanız. Yardıma ihtiyacınız olduğunda hemen o... rezil
paranızı öne sürmemeniz, benden, bir insandan, size, bir insana, yardım etmemi
istemeniz... Ben yalnızca hekim değilim, yalnızca muayene etmem, muayene
saatleri dışında kalan saatlerim de var, belki de sizin geldiğiniz saat böyle
bir saatti...' "Bir an susuyor. Sonra dudakları hafifçe bükülüyor,
titreyerek, bir çırpıda, 'Sizden rica edersem, ricamı yerine getireceksiniz,
öyle mi?' diyor. '"Yine pazarlığa başladınız, size söz verirsem rica
edeceksiniz. Önce siz rica edin, ben yanıtımı sonra veririm.' "İnatçı bir
at gibi başını geriye atıyor. Öfkeli gözlerle bakıyor bana. "'Hayır,
sizden rica etmeyeceğim. Ölürüm de etmem!' "İşte o zaman hırsa kapıldım,
gözüm hiçbir şey görmez oldu. '"Siz rica etmezseniz ben talep ederim
öyleyse! Ne istediğimi açıklamama gerek yok sanırım, sizden ne istediğimi
biliyorsunuz. Ancak ondan sonra yardım ederim size.' "Bir an gözlerini
dikip baktı bana. Sonra... ah bunun ne kadar korkunç olduğunu anlatmam mümkün
değil, sonra yüz hatları gerildi, arkasından da... bir kahkaha attı, yüzünde
anlatılmaz bir küçümseme ifadesiyle güldü yüzüme... hem paramparça oldum hem de
büyülendim... Bu aşağılayan kahkaha tıpkı bir patlama gibiydi, 90 öylesine
beklenmedik, öylesine hızlı, korkunç bir güç tarafından öylesine şiddetle
harekete geçirilen bir patlamaydı ki, ben... yere kapanıp onun ayaklarını
öpebilirdim. Her şey bir saniye sürdü, şimşek çakmış gibiydi, bütün bedenim ateşler
içindeydi, o anda arkasını döndü ve kapıya doğru yürüdü. "Düşünmeden
peşinden gittim... özür dilemek, ona yalvarmak istiyordum... gücüm
tükenmişti... o sırada arkasına döndü ve şöyle dedi... yo, demedi, emir verdi:
'"Arkamdan gelmeye ya da izimi bulmaya kalkışmayın... Yoksa pişman
olursunuz.' "Kapıyı arkasından çarparak kapattı." Yine durakladı
adam. Yine sustu... Ay ışığı akıyormuş gibi yine o hışırtı yalnızca. Sonunda
sesi duyuldu. "Kapı çarpılarak kapandı. Ama ben yerimden kıpırdayamamıştım...
o kadının verdiği emir beni adeta ipnotize etmişti... merdivenden indiğini,
sokak kapısını kapattığını duydum... her şeyi duydum, benliğim onun peşinden
gitmemi emrediyordu, onu... ne bileyim ... geri çağırmamı, ya da dövmemi ya da
boğmamı... ama peşinden gitmeliydim, peşinden... oysa yapamadım. Sanki yıldırım
çarpmış gibi tutulup kalmıştım olduğum yerde, o kadının buyurgan bakışları beni
can evimden vurmuştu. Biliyorum, anlatması kolay değil bunu, açıklaması...
gülünç gelebilir size, ama ben olduğum yerde kaldım, adım atabilmem için belki
beş, belki de on dakika geçmesi gerekti... "Ama ayağımı kıpırdatır
kıpırdatmaz birden harekete geçtim, hızlandım... merdiveni bir çırpıda indim...
insanların arasına doğru, sokağın öbür ucuna doğru gitmiş olmalıydı... depoya gidip
bisikletimi almak istedim; anahtarı unutmuş olduğumu görünce kapıyı zorlayarak
açıyorum, bambular kırılıp sağa sola sıçrıyor... bisiklete 91 atlayıp kadının
peşinden gidiyorum... arabasına varmadan önce ona yetişmem gerek... onunla
konuşmalıyım... Sokak önümde tozuyor... yukarıda ne kadar bir süre kıpırdamadan
kalakalmış olduğumun farkına şimdi varıyorum... işte... ormandaki dönemeçte,
istasyonun hemen yakınında görüyorum onu, yanında oğlanla hızlı hızlı, dimdik,
düz adımlarla seyirtiyor. O da beni görmüş olmalı ki, çocuğa bir şeyler
söylüyor, çocuk geride kalırken o tek başına yoluna devam ediyor... Ne yapacak
acaba? Neden yalnız kalmak istedi? Çocuk duymadan benimle konuşmak mı istiyor?
Deli gibi basıyorum pedallara... Tam o sırada yandan doğru yoluma bir şey
fırlıyor... çocuk... bisikleti yana kıracak zamanı ancak buluyorum ve duvara
tosluyorum... "Söverek ayağa kalkıyorum... o serseriye indirmek üzere
yumruğumu havaya kaldırıyorum, ama çocuk yana sıçrıyor. Bisikletimi doğrultup
yeniden üstüne binmek istiyorum, ama velet öne fırlıyor, bisikleti tutuyor ve
acınası bir İngilizce'yle, 'You remain here,' diyor bana. "Siz tropiklerde
yaşamadınız... Onun gibi sarı ırktan bir veletin beyaz bir beyefendinin
bisikletini tutup ona orada kalmasını söylemesinin ne demek olduğunu
bilmezsiniz. Ona yanıt vereceğime yumruğumu suratına patlatıyorum... sendeliyor
ama bisikleti bırakmıyor... gözleri, o küçük, korkak gözleri kölemsi bir
korkuyla fal taşı gibi açılmış. Ama elini gidondan çekmiyor, sımsıkı tutuyor...
'You remain here,' diyor bir kez daha. Bereket yanımda tabanca yoktu. Olsaydı
vururdum o çocuğu. 'Defol hergele!' diyorum yalnızca. Sinip bakıyor bana, ama
gidonu yine bırakmıyor. Kafasına bir yumruk daha patlatıyorum, yine de
bırakmıyor. İşte o zaman hırslanıyorum, kadının gitmiş, çoktan uzaklaşmış
olduğunu anlıyorum... anlayınca da çocuğun çenesine tam bir boksör yumruğu
indiriyorum, çöküp kalıyor. Bisikletime atla- 92 mak istiyorum, ama oturur
oturmaz pedal takılıyor, o çekiştirme sırasında reyonu çarpılmış... Titreyen
ellerimle onu düzeltmeye çalışıyorum... Olmuyor... bisikleti yolun üzerine, o
serserinin yanına fırlatıyorum, çocuk üzerinden kanlar akarak ayağa kalkıyor,
yana çekiliyor... Sonra da... onca insanın önünde bir Avrupalının bu durumda
olmasının ne kadar gülünç olduğunu... yo, bunu anlamazsınız... Kafamda bir tek
düşünce vardı: o kadının peşinden gitmek, ona yetişmek. Bu yüzden koştum,
kulübelerin önünden, karayolu boyunca deli gibi koştum, beyaz bir adamı, bir
doktoru koşarken görmek üzere toplanmış o sarı ırktan ayaktakımının önünden
geçerek koştum. "Kan ter içinde istasyona vardım... İlk sorum, araba
nerede, oldu... Az önce gitmişti... İnsanlar bana şaşkın gözlerle bakıyorlardı;
oraya öyle ter içinde, kir pas içinde gelip, daha durmadan, uzaktan bağırarak
arabayı sorduğumu görünce beni deli sanmış olmalılar. Aşağıda, yolda otomobilin
kaldırdığı beyaz toz bulutunu görüyorum... başarmıştı... acımasızca yürüttüğü
katı hesapları sayesinde başardığı her şey gibi bunu da başarmıştı. "Ama
kaçmakla kurtulamayacaktı... Tropiklerde yaşayan Avrupalılar birbirlerinden
hiçbir şey gizlemezler... herkes birbirini tanır, her şey olay olur... Arabanın
şoförünün hükümetin bungalovunda bir saat beklemesi boşa gitmemişti... birkaç
dakika içinde her şeyi öğrendim... Kadının kim olduğunu biliyorum artık, onun
buradan trenle sekiz saatlik uzaklıkta olan başkentte oturduğunu, büyük bir
tüccarın karısı olduğunu, oldukça varlıklı, soylu ve İngiliz olduğunu...
kocasının beş aydır Amerika'da bulunduğunu ve karısını alıp Avrupa'ya gitmek
üzere ertesi günü başkente döneceğini de... "Kadınsa −bu düşünce
damarlarımdaki kanı tutuşturuyordu− olsa olsa iki ya da üç aylık gebe
olabilirdi." 93 "Şimdiye kadar her şeyi size açıkça anlatabildim...
bunun nedeni belki de o ana kadar kendimi anlayabilmiş olmam, doktor olarak
kendi durumuma bir teşhis koyabilmemdi. Ama o andan sonra içimde bir ateş
tutuştu, kendi üzerimdeki kontrolümü kaybettim... yani yaptığım her şeyin ne
kadar anlamsız olduğunu biliyordum, ama kendime söz geçiremiyordum artık...
kendimi anlayamıyordum... hedefime kilitlenmiş durumdaydım... Durun bakayım,
belki size daha açıkça anlatabilirim, Amok'un ne olduğunu biliyor
musunuz?" "Amok mu?.. Galiba hatırlıyorum... Malezyalılarda görülen
bir tür sarhoşluk..." "Sarhoşluktan öte bu... çılgınlık, insanın
öfkeden gözünün dönmesi... insanın korkunç, delice bir saplantıya kapılması,
öyle ki hiçbir biçimde alkol zehirlenmesiyle kıyaslanamaz... ben oradayken
bunun gibi birkaç vaka incelemiştim −başkaları söz konusu olunca insan her zaman
mantıklı ve nesnel davranabiliyor− ancak bu vakaların kaynağının korkunç gizini
çözememiştim... İklimle bir bağlantısı var bunun, sinirlerin üzerinde fırtına
gibi baskı yapan ve sonunda patlama noktasına getiren o boğucu, yoğun
havayla... İşte Amok... evet Amok, şöyle oluyor: Bir Malezyalı, herhangi bir
sıradan, kendi halinde adam içkisini içiyor... Ruhsuz, ilgisiz, donuk bir
biçimde oturuyor oracıkta... tıpkı benim odamda oturduğum gibi... sonra ansızın
ayağa fırlıyor, hançerini kapıyor, sokağa fırlıyor... dosdoğru koşuyor,
dosdoğru... nereye gittiğini bilmeden... Yoluna ne çıkarsa, insan olsun hayvan
olsun, hançerini saplıyor, akan kan onu daha da çıldırtıyor... Ağzı köpürüyor,
kudurmuş gibi uluyor... ama koşuyor, koşuyor, koşuyor, ne sağa bakıyor ne sola,
acı acı haykırarak, elinde kanlı hançeriyle, korkunç koşusunu sürdürüyor...
Köylerdeki insanlar bu Amok koşucusunu 94 hiçbir gücün durduramayacağını
bilirler... o gelirken uyarmak için 'Amok! Amok!' diye haykırırlar ve herkes
kaçışır... ama o bunları hiç duymadan koşar, görmeden koşar, önüne çıkanı
devirir... sonunda kuduz bir köpeği vururcasına vurup öldürürler onu ya da o
ağzından köpükler çıkararak yere yığılıp kalır... "Bir keresinde,
bungalovumun penceresinden böyle bir şeye tanık olmuştum... korkunçtu... ama bu
olaya tanık olmuş olmam, o günlerde kendimi anlayabilmemi sağladı... çünkü ben
de öyle, tıpı tıpına öyle, gözlerimde o dehşet verici bakışla, sağa sola
bakmaksızın, aklımda yalnızca bir tek düşünceyle bir koşu tutturdum... o
kadının peşinden... Bütün bunları öyle deli gibi koşarken nasıl yaptım
bilemiyorum, yaptıklarımı nasıl yaptığımı hiç bilemiyorum, öyle çılgınca
koşarken, o delice hız içinde her şey yıldırım gibi geçip gitti... O kadın
hakkında her şeyi, adını, oturduğu evi, yazgısını öğrendikten on, yo beş, yo
iki dakika sonra aceleyle ödünç aldığım bir bisiklete atlayıp eve dönmüş,
bavuluma bir elbise atıp cebime para koymuş, arabama binip tren istasyonuna
koşmuştum bile... Kasaba yöneticisine haber vermeden yola çıktım, yerime
bakacak birini ayarlamadan, evi olduğu gibi bırakarak... Uşaklar çevremi
almışlardı, kadınlar şaşkına dönmüşler soru soruyorlardı, ama ben onları
yanıtlamadım, arkama bakmadım... tren istasyonuna koşup ilk trenle kente
gittim... Bu kadının odama girmesinin üzerinden henüz bir saat geçmeden bütün
yaşamımı geride bırakıp bilinmeze doğru delice bir koşu tutturmuştum, Amok
koşusu... "Hiçbir yere sapmadan, dosdoğru koştum... akşamın altısı
olduğunda gideceğim yere varmıştım, saat altıyı on geçe kadının evine ulaştım ve
geldiğimi bildirmelerini istedim... bu yaptığım... anlayacaksınız... yapılacak
en anlamsız, en budalaca şeydi... ama Amok koşucusu boş 95 bakışlarla koşar,
nereye gittiğini bilmez... Birkaç dakika sonra uşak geri geldi... nazik ve
soğuktu... hanımefendinin kendini iyi hissetmediğini ve benimle
görüşemeyeceğini bildirdi. "Sendeleyerek kapıdan dışarı çıktım... Bir saat
daha evin çevresinde dönüp durdum, belki de beni arar diye hiç olmayacak bir
umuda kapılmıştım... sonra sahildeki otelde bir oda tuttum, yanıma iki şişe
viski alıp odama çıktım... viskilerle birlikte aldığım iki doz Veronal işe
yaradı... sonunda uykuya daldım... yaşamla ölüm arasındaki bu koşuda, bu
bunaltıcı, yapış yapış uyku tek durağım oldu" Geminin çanı çaldı. İki
sert, dolu dolu vuruş, neredeyse kıpırtısız havanın yumuşak gölünde titreşerek
sürdü ve sonra, omurganın altında ve heyecanlı konuşmanın arasında ısrarla
sürüklenen, hafif, bitmek bilmeyen hışırtının içinde gitgide silindi.
Karanlıkta karşımda oturan adam bu sesten ürkmüş olmalı ki konuşması yarım
kaldı. Elinin yeniden şişeye uzandığını, içkinin gırtlağından yavaşça aktığını
duydum. Sonra, sakinleşmişçesine, titremeyen bir sesle konuşmaya başladı.
"O andan sonraki saatleri size anlatmam çok güç. Şimdi düşünüyorum da o
sıralarda ateşimin çıkmış olduğuna inanıyorum, en azından aşırı sinirliydim,
neredeyse çılgınlık sınırında bir sinirlilik; daha önce de söyledim ya, 'Amok
koşucusu'ydum. Şunu da unutmayın, ben oraya vardığımda günlerden salı, vakit de
gece yarısıydı; kocası ise Cumartesi günü −o arada bunu öğrenmiştim− P.&O.
gemisiyle Yokohama'dan gelecekti; demek ki karar verip yardım etmem için üç
gün, üç kısacık gün kalmıştı. Şunu anlamınızı istiyorum: O kadına derhal yardım
etmem gerektiğini biliyordum, ama onunla tek sözcük bile konuşamıyordum.
Özellikle de benim o gülünç, kudurmuş 96 davranışım için özür dileme ihtiyacım
beni daha da huzursuz ediyordu. Her geçen dakikanın ne kadar değerli olduğunu,
bu işin onun için ölüm kalım sorunu olduğunu biliyordum; yine de onun yanına
yaklaşıp bir şeyler fısıldama, bir işaret verme fırsatım bile yoktu; çünkü onun
arkasından öyle çılgınca, kabaca koşuşum onu ürkütmüştü. Öyle bir durumdu ki...
nasıl anlatsam... hani biri bir başkasını bir caniye karşı uyarmak için
arkasından koşar da öndeki onu katil sanıp kendi ölümüne koşar ya... O kadın
bende yalnızca kendisini aşağılamak için arkasından koşan Amok koşucusunu
görmüştü, oysa ben... işte işin korkunç çelişkisi de burada ya... ben artık
öyle bir şey düşünmüyordum... ben pes etmiştim, yalnızca ona yardım etmek, kulu
kölesi olmak istiyordum... ona yardım edebilmek için adam bile öldürürdüm, suç
işlerdim, oysa o bunu anlamıyordu. Sabah uyanır uyanmaz yine hemen kadının
evine koştum, yumrukladığım çocuk kapının önünde bekliyordu, beni uzaktan görür
görmez −beni bekliyor olmalıydı− kapıdan içeri dalıverdi. Belki de gizlice
gidip geldiğimi bildirmek için yapmıştı bunu, ya da belki... ah bu belirsizlik
nasıl da acı veriyor bana şimdi... belki de beni karşılamak üzere
hazırlanmışlardı... ama çocuğu görüp de çıkardığım rezaleti hatırlayınca o evi
ziyaretten vazgeçen yine ben oldum... dizlerim titriyordu. Tam kapının eşiğine
varmışken geri dönüp oradan uzaklaştım... ben giderken belki de kadın benzer
acılar içinde beni bekliyordu. "Ayaklarımın altında alev alev yanan o
yabancı kentte ne yapacağımı bilemez durumdaydım. Birden aklıma bir şey geldi,
bir araba çağırdım, daha önce hastanemde yardım etmiş olduğum başkan
yardımcısına gittim, kendisiyle görüşmek istediğimi bildirdim. Dış görünüşüm
herhalde çok tuhaftı, çünkü başkan yardımcısı bana adeta korku dolu gözlerle
baktı, nezaketinde bir huzursuz- 97 luk gizliydi... belki bende Amok koşucusunu
görmüştü... Kısa ve öz sözcüklerle ona kente tayin edilmeyi istediğimi,
bulunduğum yerde artık kalamayacağımı bildirdim... derhal buraya
taşınmalıydım... Bana baktı... bana nasıl baktığını size anlatamam... Bir
doktorun hastasına baktığı gibi baktı... 'Sinir krizi geçiriyorsunuz, sevgili
doktor,' dedi sonra, 'sizi çok iyi anlıyorum. Tamam bir şeyler ayarlarız, ama
ancak... dört haftada olur... yerinize koyacak birini bulmalıyız önce.'
"'Bekleyemem,' dedim, 'bir gün bile bekleyemem.' Yine tuhaf tuhaf baktı
bana. 'Beklemeniz gerek doktor,' dedi ciddi bir sesle, 'revir doktorsuz
kalamaz. Ama size söz veriyorum, hemen bugün harekete geçeceğim.' Dişlerimi
sıkıp durdum orada; satılmış biri, bir köle olduğumu ilk kez açıkça seziyordum.
Adamakıllı inatlaşmaya hazırlanıyordum ki ustaca konuşan o adam benden önce
davrandı: 'İnsanlara yabancılaşmışsınız doktor, bu da bir tür hastalıktır. Buraya
hiç gelmemeniz, hiç tatile çıkmamanız hepimizi şaşırtıyordu. İnsanların içine
girmeye, hareketlenmeye ihtiyacınız var. Hiç olmazsa bu akşam bize katılın,
hükümet konağında bir davet var, bütün koloni orada olacak, hem sizinle ne
zamandır tanışmak isteyenler de var, hep sizi soruyorlar, buraya gelmenizi
istiyorlardı.' "Son sözcükleri birden ilgimi çekti. Beni mi soruyorlardı?
Acaba soran o kadın mıydı? Birden değişiverdim: Beni davet ettiği için kibarca
teşekkür edip tam vaktinde gelirim dedim. Gittim de, hem de erkenden.
Sabırsızlığım yüzünden hükümet konağının o kocaman salonuna ilk gelenin ben
olduğumu, çevremde yalınayak, sağa sola savrula savrula koşuşturan sarı derili
hizmetkârların arkamdan −kafam öyle karışıktı ki belki de bana öyle geliyordu−
benimle alay ettiklerini söylememe gerek var mı? Sessizce yürütülen o
hazırlıkların içinde, on beş dakika 98 boyunca tek Avrupalı ben oldum, öylesine
bir başımaydım ki, yelek cebimdeki saatin tik taklarını duyuyordum. Sonunda
aileleriyle birlikte birkaç hükümet memuru geldi, arkalarından da vali göründü;
uzun uzadıya konuştu benimle, nazik ve ustalıklı yanıtlar verdim sorularına ta
ki... ta ki, nasıl doğduğunu bilemediğim bir gerginliğe düşüp dilim dolanana ve
kekelemeye başlayana kadar. Sırtımı salonun kapısına yaslamış olmama karşın, o
kadının içeri girdiğini, salonda bulunduğunu sezdim; nasıl olup da bu kadar
emin olduğumu size söyleyemeyeceğim, ama valiyle konuşurken, adamın sözleri
kulaklarımda yankılanırken bile arkamda kadının varlığını hissettim. Bereket
vali konuşmasını uzatmadı, yoksa neredeyse arkamı dönmek üzereydim, sinirlerim
anlaşılmaz bir biçimde öylesine gerilmiş ve merakım öylesine bilenmişti ki.
Gerçekten de arkama döner dönmez, bulunduğunu bilinçaltımda hissettiğim yerde
buldum onu. Dar, bembeyaz omuzlarını mat fildişi gibi öne çıkaran sarı bir
tuvalet giymişti, bir grup insanın ortasında durmuş sohbet ediyordu.
Gülümsüyordu, ama bana yüzü gerginmiş gibi geldi. Ona yaklaştım −beni göremiyor
ya da görmek istemiyordu− ve incecik dudaklarının çevresinde tatlı tatlı, kibar
kibar titreşen gülümsemeye baktım. Bu gülümseme yeniden başımı döndürdü, çünkü
onun... onun sahte olduğunu biliyordum, sahteydi, sanattı, teknikti, tam bir
ikiyüzlülüktü. Bugün çarşamba diye düşündüm, cumartesi günü kocasının gemisi
geliyor... nasıl böyle gülümseyebilir... böyle kendisinden emin olarak,
kayıtsızca gülümseyebilir, yelpazesini korku içinde elinde ezeceğine nasıl
böyle iki yana sallayabilir? Ben... bir yabancı olan ben... tam iki gündür o
saati korkuyla bekliyordum, bir yabancı olan ben o kadının korkularını,
dehşetini, alabildiğine coşmuş duygularla yaşıyordum... o ise kalkmış baloya
gidiyor, durmadan gülümsüyordu. 99 "Arka planda müzik duyuldu. Dans
başladı. Yaşlıca bir subay, kadını dansa davet etmişti, sohbet ettiği
insanlardan izin isteyerek ayrıldı, subayın koluna girdi, yanımdan geçip
yandaki salona yürüdü. Beni gördüğü anda yüzü şiddetle kasıldı, ama bir saniye
sürdü bu, sonra beni tanıdığını belli eden kibar bir gülümseyişle, öylesine
tanıştığı biriymişim gibi (ben ona selam verip vermemeye henüz karar
verememişken) selamladı beni: 'İyi akşamlar doktor,' ve geçip gitti. O
gri-yeşil bakışların neler gizlediğini hiç kimse tahmin edemezdi, ben de
bilmiyordum. Neden selam vermişti bana, neden birdenbire kabullenivermişti? Bir
savunma mıydı bu, yakınlaşma mıydı, yoksa beklenmedik bir şeyin verdiği
şaşkınlık mı? Nasıl bir heyecan içinde orada kalakaldığımı size anlatmam
olanaksız, içimde her şey kabarmış, patlayacak gibi gerilmişti; onun, subayın
kollarında tasasızca vals yapışını görüyordum, alnında kaygısızlığın dingin
pırıltısı, oysa ben onun da... onun da benim gibi yalnızca bir tek şeyi
düşündüğünü biliyordum, bu salonda onunla benim korkunç bir gizi paylaştığımızı
biliyordum; o ise vals yapıyordu, işte o saniyelerde içimdeki korku, hırs ve
hayranlık bir anda tutkuya dönüştü; beni gözleyen olup olmadığını bilmiyorum
ama benim davranışım, onun sakladığından çok daha fazlasını açığa vuruyordu.
Gözlerimi ondan alamıyordum; gözüm onun üstündeydi, evet üstündeydi, maskesi
bir an için olsun düşer mi diye onun o ifadesiz yüzünü adeta emiyor, onca
uzaktan didikliyordum. Bu keskin bakışlarımdan hoşlanmamış olmalıydı.
Kavalyesinin kolunda geri dönerken bir saniyenin binde birinde baktı bana, hem
emir verir, hem iter gibiydi; alnında, daha önceden tanıdığım, kibirli
öfkesinin o küçücük kötü kırışığı belirmişti. "Ama... ama... söylemiştim
size, Amok koşucusuydum ben, ne sağa bakıyordum ne sola. Ne demek istedi- 100
ğini hemen anladım, bu bakışın anlamı şuydu: Kimsenin gözüne çarpma! Kendini
tut! Onun benden... nasıl söyleyeyim... burada, herkesin içinde, bir şey belli
etmememi istediğini anlamıştım. Şimdi çıkıp gidersem, ertesi gün onun beni
kabul edeceğinden emin olabilirdim, bunu biliyordum... onunla aramda bir tür
yakınlık olduğunu belli etmemi istemiyordu, şimdi istemiyordu... benim
beceriksizliğim yüzünden olay çıkmasını −haklı olarak− istemiyordu.
Görüyorsunuz... her şeyi biliyordum, bu buyurgan, karanlık bakışları
anlıyordum, ama... ama onunla konuşmadan duramayacaktım. Sohbet ettiği gruba
doğru sarsak adımlarla yürüdüm, oradakilerden yalnızca birkaçını tanımama
karşın yanlarına sokuldum, amacım onun sesini duymaktı, yine de dayak yemiş bir
köpek gibi kaçıyordum onun bakışlarından, bakışları soğukça değip geçiyordu
bana, sanki dayandığım kapı perdelerinden biriydim ya da perdeleri hafifçe
dalgalandıran havaydım. Bana söyleyeceği bir sözcüğü, beni onayladığını
gösteren bir işaretini özlemle bekleyerek durdum orada, o hareketli
konuşmaların ortasında, gözlerim bir noktaya dikili, kazık gibi durdum. Öylece
duruşum herkesin dikkatini çekmiş olmalı ki kimse benimle konuşmadı, benim o
gülünesi varlığım ona da acı vermiş olmalı. "Orada ne kadar o durumda
kaldığımı bilmiyorum... sonsuzluk kadar sürdü... büyülenmiş gibiydim. Özellikle
de geçmek bilmeyen öfkem elimi ayağımı felç etmişti... Ama kadın daha fazla
dayanamadı... ansızın doğasının o çarpıcı tazeliğiyle yanındaki erkeklere döndü
ve, 'Biraz yorgunum,' dedi. 'Bugün erken yatmak istiyorum... İyi geceler!'
sonra bir yabancıyı selamlar gibi başını hafifçe eğip yanımdan geçti...
alnındaki kırışığı ve sonra da onun sırtını gördüm, beyaz, soğuk, çıplak
sırtını. Onun gittiğini anlayana kadar bir saniye geçti... bu akşam, kurtulabi-
101 leceğim tek akşam olan bu akşam onu artık göremeyeceğimi, onunla
konuşamayacağımı anlayana kadar. Ne olduğunu anlayana kadar bir an kalakaldım
orada... sonra... sonra... "Ama durun... durun... Yaptığımın
anlamsızlığını, saçmalığını anlayamayabilirsiniz...size o salonu iyice
betimlemem gerek... Hükümet konağının büyük salonundaydık, bütün ışıklar
yanıyordu, neredeyse boştu o koca salon... çiftler dansa gitmişlerdi,
erkeklerse oyuna... yalnızca köşelerde sohbete dalmış birkaç çift vardı...
salon boştu anlayacağınız, her hareket göze çarpıyordu o parlak ışığın altında...
ve o, işte bu kocaman, geniş salonun içinden omuzlarını dikleştirerek ağır
ağır, salına salına yürüyüp geçti, ara sıra o tanımlaması olanaksız tavrıyla
birine selam veriyordu, beni kendine bağlayan o görkemli, buz gibi, soylu
dinginliğiyle. Bense... bense geride kalmıştım, söyledim ya, adeta felç
olmuştum, sonunda onun gitmekte olduğunu kavradım... ben ne olduğunu anlayana
kadar o salonun öteki ucuna, kapıya varmıştı bile... O zaman... ah, şimdi bunu
düşünmek bile utandırıyor beni, birden kendimi toparladım ve koştum, duydunuz
mu koştum, yürümedim, takır takır ses çıkaran ayakkabılarımla salonu koşarak
geçtim, onun arkasından gittim. Adımlarımın sesini duyuyor, herkesin şaşkınlık
dolu bakışlarını üzerimde hissediyordum... utançtan yerin dibine geçebilirdim...
daha koşarken yaptığım çılgınlığın farkındaydım... ama artık... artık geri
dönemezdim. Kapıda ona yetiştim... bana döndü, gözleri kurşuni bir çelik gibi
içime işledi, burun delikleri öfkeden titriyordu, kekeleyerek konuşacaktım
ki... birden... birden bir kahkaha attı... berrak, kaygısız, içten gelen bir
kahkaha ve yüksek sesle, herkesin duyabileceği bir sesle, 'Ah, doktor,' dedi,
'oğluma yazacağınız reçete şimdi aklınıza geldi demek... ah, şu bilim
adamları...' Yakınımızda duran birkaç 102 çift iyi niyetle güldüler... anladım,
durumu kurtarmakta gösterdiği ustalık beni sersemletmişti... elimi cebime atıp
bloknotumu çıkardım, boş bir yaprak kopardım... yaprağı önemsemeden aldı, sonra
da... soğukça, teşekkür edercesine gülümseyip gitti... İlk önce ferahladım,
ustalığıyla benim çılgınlığımı telafi ettiğini, durumu kurtardığını
görmüştüm... aynı zamanda her şeyi yitirmiş olduğumu, bu kadının, o aşırı
çılgınlığım yüzünden benden nefret ettiğini de anlamıştım... hem de ölesiye
nefret ettiğini... kapısının önüne yüz kez de gitsem her seferinde beni
kovacaktı. "Sendeleyerek yürüdüm salonda... insanların bana baktıklarını
fark ediyordum... herhalde tuhaf bir görünümüm vardı. Büfeye gidip peş peşe
iki, üç, dört kadeh konyak yuvarladım... bu beni yere yıkılmaktan kurtardı...
sinirlerim iyice laçka olmuştu, dayanamıyordum... Sonra yan kapıların birinden,
bir suçlu gibi gizlice dışarı süzüldüm... Kadının kahkahasının hâlâ duvarlarda
asılı kaldığı o salondan beni hiçbir güç bir daha geçiremezdi artık. Gittim, tam
olarak nereye gittiğimi bilemiyorum... birkaç meyhaneye girip çıktım ve sarhoş
oldum... Bir saniye bile ayık kalmak istemeyen biri gibi kafayı çektim... ama
duyularım uyuşmuyordu bir türlü... onun kahkahası aklımdan çıkmıyordu, tiz ve
kötücül kahkahası... o kahkahayı, o lanet olası kahkahayı aklımdan
silemiyordum... Sonra limanda oradan oraya dolaştım... tabancamı evde
bırakmamış olsaydım kendimi vurabilirdim. Bundan başka hiçbir şey
düşünemiyordum, kafamda bu düşünceyle eve gittim... dolabın sol yanındaki,
tabancamın durduğu çekmeceye salt bu düşünceyle yaklaştım... yalnızca bu
düşünceyle. "Kendimi öldürmememin nedeni... size yemin ederim ki korkaklık
değildi... silahın o soğuk horozuna basmak benim için bir kurtuluş olurdu...
ama nasıl anlat- 103 sam... içimde bir sorumluluk hissediyordum... o kadının
bana ihtiyacı olabileceği, ihtiyacı olduğu düşüncesi beni deli ediyordu, odaya
döndüğümde perşembe sabahı olmuştu, cumartesi günü de... söylemiştim ya... gemi
gelecekti, bu kadının, bu kibirli, gururlu kadının, kocasının ve herkesin
önünde bu utanca dayanamayacağını biliyordum... düşüncesizce harcanan o değerli
günleri, zamanında yapılacak bütün yardımları engellemiş olan o saçma
aceleciliğimi düşünmek beni nasıl eziyordu bilseniz... odamda saatlerce, evet yemin
ederim saatlerce bir aşağı bir yukarı dolaştım, ona nasıl yaklaşabilirim,
olanları nasıl telafi edebilirim, ona nasıl yardımcı olabilirim diye beyin
patlattım... çünkü onun beni artık evine sokmayacağına emindim... onun
gülüşünü, burun deliklerinin öfkeyle titreyişini bütün hücrelerimde duyuyordum
hâlâ. O üç metrelik küçücük odada saatlerce, gerçekten saatlerce dolandım
durdum... sabah oldu. öğle üzeri oldu... "Birden kendimi masanın başında
buldum... Bir deste mektup kâğıdı alıp ona mektup yazmaya başladım... her şeyi
yazıyordum... yaltaklanıyor, bağışlanmamı diliyor, ben bir çılgınım, caniyim
diyordum... bana güvenmesini istiyordum... eğer isterse bir saat içinde o
kentten uzaklaşacaktım, o ülkeden, hatta dünyadan... tek istediğim beni
bağışlaması, bana güvenmesiydi, son anda, en son anda ona yardım etmeme izin
vermesiydi, böylece tam yirmi sayfa doldurdum... bu yazdıklarım, cinnet anında
yazılmış anlatılmaz, müthiş bir mektup gibiydi, masadan kalktığımda ter
içindeydim, oda çevremde dönüyordu, bir bardak su içmek zorunda kaldım... Ancak
ondan sonra mektubu bir kez okumayı denedim, ama ilk satırları okurken içimi
dehşet sardı... titreyerek katladım mektubu, bir zarf aldım... İşte o andı
birden sarsıldım. Asıl ne yazmam gerektiğini, taşı gediğine koyacak sözcükleri
bulmuştum Yazı kamışını tekrar elime aldım, en 104 son sayfaya şunları yazdım:
'Burada, sahildeki otelde sizin beni bağışladığınızı bildirecek haberi
bekleyeceğim. Saat yediye kadar sizden bir yanıt almazsam, kendimi vuracağım.'
"Sonra mektubu aldım, oteldeki çocuklardan birini çağırıp mektubu hemen
yerine ulaştırmasını istedim ondan. Sonunda her şeyi söylemiştim − her
şeyi!" Yanı başımızda bir şey tıkırdadı, tangırdadı. Eliyle sertçe
çarpınca viski şişesini devirmişti; yerleri yoklayarak onu aradığını duydum,
sonra birden elini uzatıp tutuverdi şişeyi; sonra da o boş şişeyi küpeştenin
üstünden denize fırlattı. Birkaç dakika sessiz kalmıştı, sonra yeniden başladı
söze, bu kez daha da heyecanlı ve telaşlıydı anlatımı. "Artık inançlı bir
Hıristiyan değilim ben... benim için cennet de yok, cehennem de... cehennem
diye bir şey varsa da korkmuyorum ondan, çünkü bu cehennem, benim o gün öğle
öncesinden akşama kadar yaşadığım saatlerden daha kötü olamaz... Küçük bir oda
düşünün, güneşin sımsıcak ısıttığı, hele öğle güneşinde ateş gibi... içinde
masa, sandalye ve yataktan başka bir şey olmayan küçük bir oda... masanın
üzerinde yalnızca bir saat ve bir tabanca... masanın önünde de bir adam... bu
masadan ve saatin saniye kolundan gözünü ayırmayan bir adam... yemek yemeyen,
içki içmeyen, sigara içmeyen ve heyecanlanmayan bir adam... bu adam... iyi
dinleyin... bu adam tam üç saat boyunca... gözünü kadranın beyaz çerçevesinden
ve bu çerçeve boyunca tik taklarla ilerleyen koldan ayırmadı. O günü... o günü
böyle geçirdim, yalnızca bekledim, bekledim, bekledim... ama bu bekleyişim
tıpkı... tıpkı bir Amok koşucusunun anlamsızca, yolundan sapmadan, çılgınca,
hayvanca bir inatla yaptığı şey gibiydi. 105 "Evet... ben size bu saatleri
betimleyemeyeceğim... bu olanaksız... böyle bir şeyi, aklını kaçırmadan
yaşamanın nasıl mümkün olabildiğini ben de anlayamıyorum... İşte... saat tam üç
yirmi ikide... bunu biliyorum, çünkü gözüm saatteydi, birden kapı tıklatıldı...
Ayağa fırladım... kaplanın avının üstüne atlaması gibi bir fırlamaydı bu; bir
hamlede odayı geçip kapıya varıyorum, kapıyı açıyorum, kapının önünde ürkek bir
küçük Çinli çocuk duruyor, elinde katlanmış bir kâğıt var, ben kâğıdın üstüne
atlarken Çinli bir anda gözden kayboluyor. "Kâğıdı açıyorum, okumak istiyorum,
ama okuyamıyorum. Gözlerim kıpkırmızı... şu işkenceye bakın, sonunda, en
sonunda o kadından bir haber alıyorum, ama gözbebeklerimin önünde her şey
titreşiyor, kıpırdıyor... başımı suyun altına sokuyorum, biraz gözüm açılıyor,
kâğıdı yeniden elime alıp okuyorum: 'Çok geç! Ama evde bekleyin. Belki size
telefon ederim.' "Eski bir broşürden kopartılmış o buruşuk kâğıt
parçasında imza yoktu, kurşunkalemle aceleyle yazılmış, birbirine girmiş
harfler aslında yazısı düzgün birine ait... bu kâğıdın beni neden bu kadar
sarstığını bilmiyorum... bir dehşet, bir gizem saklıydı o kâğıtta, sanki
kaçarken, yolda bir pencerenin girintisine dayanılarak ya da hareket halindeki
bir arabanın içinde yazılmış gibiydi... Bu gizemli kâğıttan benim ruhuma
tanımlanmayan bir şey vurdu soğuk soğuk, korku gibi, telaş gibi, dehşet gibi
bir şeydi bu... yine de... yine de mutluydum; bana yazmıştı, henüz
ölmemeliydim, ona yardım edebilirdim... belki... edebilirdim... en çılgın
olasılıkların, umutların içine gömüldüm, o küçük kâğıdı yüz kez, bin kez
okudum, öptüm... unutulmuş, atlanmış bir sözcük var mı diye inceledim onu...
kurduğum hayaller gitgide derinleşti, karıştı, sanki açık gözle muhteşem bir
düş görüyordum, felç olmuştum sanki, uykuyla uyanıklık arasında belirsiz ama
106 yine de hareketli bir şey yaşıyordum, belki çeyrek saat sürdü bu, belki de
birkaç saat... "Birden irkildim... Kapı mı çalınmıştı?.. Soluğumu
tuttum... bir dakika, iki dakika kıpırtısız bir sessizlik... Sonra yine
yavaşça, tıpkı fare kemirir gibi, kapıda hafif ama ısrarlı bir tıkırtı... Ayağa
fırladım, dengemi bulamamıştım, kapıyı ardına kadar açtım, dışarıda o çocuk
duruyordu, yumruğumla ağzını dağıttığım çocuk... esmer yüzü kül rengi olmuştu,
şaşkın bakışlarından mutsuzluk okunuyordu... Korkunç bir şey olduğunu sezdim. 'Ne...
ne oldu?' diyebildim güçlükle. 'Come quickly,' dedi, başka da bir şey
söyleyemedi... Merdivenden aşağı atıldım, o da peşimden geldi. Bir sado, yani
küçük bir araba bekliyordu kapıda, hemen bindik... 'Ne oldu?' diye sordum
çocuğa. Titreyerek baktı bana ve dudaklarını sımsıkı kapayıp sustu... Bir kez
daha sordum; ama o hiç konuşmadı... İçimden yine suratına yumruğu patlatmak
geliyordu, ama kadına bir köpek gibi sadık oluşu yüreğimi sızlatmıştı... bir
daha soru sormadım... Küçük araba kalabalığın arasından öyle bir hızla
geçiyordu ki insanlar küfürler savurarak iki yana fırlıyorlardı; sahilde
Avrupalıların oturduğu mahalleden çıkıp yoksulların mahallesine geçtik ve devam
ettik, Çinlilerin karmaşasının içine girdik... Sonunda daracık bir sokağa
geldik, iyice kentin dışındaydı burası... alçak bir evin önünde durduk... Pis
bir evdi bu, kendi içine gömülmüş gibiydi; önde, kapısında fener asılı bir
dükkân vardı... içinde esrar çekilen evlerin ya da genelevlerin gizlendiği,
hırsız yuvası ya da hırsızlara yataklık eden yerlerden biriydi... Çocuk kapıyı
telaşla çaldı... Kapının aralığından biri fısıldadı, üst üste sorular sordu...
Artık dayanamadım, oturduğum yerden fırladım, aralık duran kapıyı itip açtım...
yaşlı bir Çinli kadın bir çığlık atarak geriye kaçtı... çocuk arkamdan geldi,
beni koridordan geçirdi... bir başka kapıyı açtı... karanlık 107 bir odaya
açılıyordu bu kapı, keskin bir içki kokusu vardı içeride ve pıhtılaşmış kanın
pis kokusu. Odada bir şey inledi, el yordamıyla ilerledim..." Yine sustu
adam. Sonra duyduğum ses, konuşmadan çok hıçkırığa benziyordu. "El
yordamıyla... el yordamıyla ilerledim... ve orada... orada, pis bir şiltenin
üzerinde... acıdan iki büklüm olmuş... inleyen bir insan parçası vardı... o
vardı... "Karanlıkta yüzünü göremiyordum... Gözlerim henüz karanlığa
alışmamıştı... bunun için ellerimin yardımıyla yürüdüm... eli... sıcaktı...
yanıyordu... Ateşi vardı, yüksek ateşi... tüylerim diken diken oldu... her şeyi
anlamıştım... benden kaçıp buraya sığınmıştı... pis bir Çinli kadının elinde
sakatlanmıştı... çünkü buradaki insanların ağızlarını açmayacağını umuyordu...
bana güvenmektense şeytan gibi bir cadının kendini öldürmesine izin vermişti...
çünkü çılgın ben, onun gururunu yaralamış, zamanında yardımcı olmamıştım...
benden korktuğundan daha az korkuyordu ölümden çünkü... "Işık istedim
haykırarak. Çocuk fırladı; iğrenç Çinli kadın titreyen elleriyle isli bir gaz
lambası getirdi... O sarı benizli rezilin gırtlağına sarılmamak için kendimi
güç tuttum... lambayı masaya koydular... lambanın sarı, parlak ışığı işkence
çekmiş o bedenin üzerine vuruyordu... Ve birden... birden her şeyden sıyrıldım,
bütün o sersemlikten, öfkemden, pis bir gübre yığını gibi birikmiş tutkumdan...
artık yalnızca doktordum, yardım eden, hisseden, bilen bir insandım... kendimi
unutmuştum... açılmış zihnim, aydınlık kafamla o korkunç şeyle mücadele
ediyordum... Düşlerimde arzuladığım o çıplak bedeni artık... nasıl
söyleyeyim... bir nesne olarak, bir organizma olarak görüyordum... hissettiğim
artık kadın değil, ölüme karşı savaşan bedendi, ölümcül bir acıyla kıvranan o
insanı hissediyordum... Kanı; sıcak, kutsal ka- 108 nı ellerime fışkırıyordu,
ama ne şehvet duyuyordum, ne de dehşet... yalnızca doktordum şimdi... yalnızca
çekilen acıyı görüyordum ve... "Ve bir mucize olmazsa her şeyin bitmiş
olduğunu da gördüm bir anda... o cani, beceriksiz ellerin altında yaralanmış,
kanı neredeyse tükenmişti... bu leş kokulu kovukta o kanı durduracak hiçbir şey
yoktu elimde, temiz su bile yoktu... elimi neye atsam leş gibiydi... "'Hemen
hastaneye gitmeliyiz,' dedim. Ben bunu söyler söylemez, o perişan beden birden
doğruldu. 'Hayır... hayır... ölmeyi yeğlerim... kimse bilmemeli... bilmemeli...
eve gidelim... eve gidelim...' "Anlamıştım... onun için önemli olan
sırrıydı, onuruydu... hayatı değil... Ben de − ben de onu dinledim... Çocuk bir
sedye getirdi... kadını üstüne yatırdık... ve böylece... o bitkin ve ateşli,
neredeyse cansız bedeni... gecenin içinde taşıdık... eve götürdük... sorular
soran, dehşete düşen hizmetkârları yanıtsız bıraktık, bir hırsız gibi onu
odasına taşıyıp kapıyı kilitledik... Sonra da... sonra da ölüme karşı o uzun
savaş başladı...' Ansızın bir el kolumu sımsıkı kavradı, duyduğum acı ve
korkudan neredeyse haykıracaktım. Karanlıkta yüzü öyle yakınımdaydı ki bir
maskeye benzemişti, birden parlayan bembeyaz dişlerini görüyordum, ay ışığının
solgun yansısında gözbebeklerini görüyordum, iki kocaman kedi gözü gibi
parlıyorlardı. Artık konuşmuyor, çığlık çığlığa bir öfkenin pençesinde
haykırıyordu: "Siz, yabancı; burada şezlonga uzanmış yatan, dünyayı gezen
yabancı; bir insanın ölmesinin ne demek olduğunu biliyor musunuz? Bedenin
bükülmesini, moraran tırnakların boşluğa saplanışını, gırtlaktan gelen
hırıltıları, her uzvun mücadelesini, dehşet verici sona karşı direnen parmakları,
gözlerin anlatılmaz bir dehşetle açıl- 109 masını gördünüz mü, böyle bir şeye
tanık oldunuz mu, böyle bir şey yaşadınız mı, siz avare adam; bir görevden söz
edercesine yardımdan söz eden siz dünya gezgini? Doktor olarak sık sık gördüm
böyle şeyler, birer vaka olarak gördüm... bir olgu olarak... adeta inceledim
bunları... ama bir kez yaşadım bunu, biriyle birlikte yaşadım, bir kez biriyle
birlikte öldüm o gece... Akıp duran kanı durdurmak için bir şey bulmak, bir şey
yaratmak, gözümün önünde ateşler içinde yanan o bedenin ateşini almak için...
gitgide yaklaşan ve o yatağın uzağında tutamadığım ölüme karşı bir şey
bulabilmek için oturup kafamı patlatırcasına düşündüğüm o korkunç gece...
doktor olmanın, bütün hastalıkların çaresini bilmenin -sizin bilgece ifade
ettiğiniz gibi, yardım etmek görevini üstlenmenin- ama yine de ölen birinin
başında çaresizce oturmanın, olacakları bilmenin ama yine de elinden bir şey
gelmemenin ne demek olduğunu bilir misiniz? Bedeninizdeki bütün damarları
parçalasanız da yardım edemeyeceğinizi, bu korkunç gerçeği bilirsiniz bir
tek... sevdiğiniz bir bedeni görmek, acıların pençesinde kıvranan, çaresizce
kanayan bir bedeni ve bir coşan bir duran, parmaklarınızın altından kayıp giden
bir nabzı dinlemek... doktor olmak ve yine de hiçbir şey bilememek, hiçbir şey,
hiçbir şey... yalnızca orada oturup, kiliselerde dua eden yaşlı kadınlar gibi
dua etmek, sonra varolmadığını bildiğiniz acınası bir tanrıya yumruklarınızı
sıkmak; bunu anlıyor musunuz? Anlıyor musunuz? Bir tek... bir tek şeyi aklım
almıyor... nasıl oluyor da insan böyle anlarda yanındakiyle birlikte ölmüyor...
nasıl oluyor da insan ertesi sabah uykudan uyanıyor, dişlerini fırçalıyor,
kravatını takıyor... benim hissettiklerimi yaşayan biri nasıl oluyor da
yaşamaya devam edebiliyor, onun soluğu, uğruna mücadele ettiğim, ruhumun bütün
gücüyle elimde tutmak istediğim o ilk insan nasıl da elimden uçup 110 gitti...
nereye bilmem ama gitgide hızlanarak gitti, bense o hasta zihnimde bu insanı,
bu tek kişiyi alıkoyabilmek için hiçbir şey bulamadım... "Üstüne üstlük,
çektiğim işkenceyi iki katına çıkartan bir başka şey vardı... Onun başucunda
otururken −acıları hafiflesin diye ona morfin vermiştim, öylece yatıyordu,
yanakları alev alev, hem sıcak hem solgundu− evet... orada öylece otururken,
bakışlarında korkunç bir gerilim ifadesi olan bir çift gözün arkamdan üzerime
dikildiğini hissettim. .. Çocuk yere oturmuş alçak sesle dua ediyordu...
Bakışlarımız karşılaştığında o... yo, bunu anlatmam çok güç... köpeksi
bakışlarına öyle bir yalvarış, öyle bir minnet ifadesi geliyordu ki... bir
yandan da kadını kurtarmam için bana yalvarırcasına ellerini havaya
kaldırıyordu... anlıyor musunuz, ellerini uzatıyordu bana, bana, bir Tanrıya
uzatır gibi... bana... bu iktidarsız zavallıya... her şeyin bittiğini... yerde
koşuşturan bir karınca kadar işe yaramaz olduğunu bilen bu adama... Ah nasıl da
işkence ediyordu bana onun bakışları, benim mesleğime beslediği bu fanatik,
içgüdüsel umut... öyle dokunuyordu ki bana onun bu hali, neredeyse bağıracak,
tekmeleyecektim... ancak, kadına duyduğumuz sevginin... gizin... bizi
birleştirdiğini seziyordum... Tam arkamda oturuyordu o sinmiş hayvan, o kaygı
topağı... bir şey istemeyegöreyim, hemen çıplak ayaklarının üzerinde sessizce
doğruluyor, elleri titreyerek uzatıyordu bana istediğim şeyi... umutla
uzatıyordu, sanki yardım edebilecekmiş, verdiği şey kadının kurtuluşu olacakmış
gibi... Biliyorum, kadına yardım edebilmek için bileklerini bile keserdi...
işte böyle biriydi o kadın, insanları bu kadar etkileyebiliyordu... bense...
bense bir damla kanı kurtaracak güce bile sahip değildim... Ah o gece, o
korkunç gece, yaşamla ölüm arasında geçen o bitmez gece! "Sabaha karşı bir
kez daha uyandı kadın... gözlerini 111 açtı... artık kibirli ve soğuk değildi o
gözler... adeta yabancı bakışlarla odayı tararken içlerinde nemli bir ateş
yanıyordu... Sonra bana baktı; düşünüyor, benim kim olduğumu hatırlamak istiyor
gibiydi... ve ansızın... gördüm... beni hatırladı... çünkü bir ürkü, bir
kasılma... yüzü düşmanlıkla, dehşetle gerildi... kaçmak istercesine çırpındı
kolları... benden uzağa... uzağa, uzağa... onu... geçmişte kalan o saati
düşündüğünü anladım... Ama sonra bilinçlenir gibi oldu, bakışları dinginleşti,
derin derin soluk aldı... konuşmak, bir şeyler söylemek istediğini sezdim...
elleri yeniden kasılmaya başladı... doğrulmak istedi, ama çok güçsüzdü... onu
yatıştırdım, üzerine eğildim, o zaman bana uzun uzun, acılı gözlerle baktı...
dudakları kıpırdadı... son bir çabayla, 'Kimse bilmeyecek değil mi?... Kimse?'
diyebildi. "'Kimse,' dedim, onu inandırabilmek için tüm gücümü harcayarak,
'size söz veriyorum.' "Ama gözlerinde hâlâ huzursuzluk okunuyordu...
Ateşten yanan dudaklarından belli belirsiz şu sözcükler dökülebildi:
'"Yemin edin... kimse bilmeyecek... yemin edin.' "Yemin eder gibi
elimi havaya kaldırdım. Bana baktı... anlatılmaz bir bakışla baktı...
yumuşacıktı bakışı... sıcacıktı, minnettardı... evet gerçekten, gerçekten
minnettardı... Bir şey daha söylemek istedi, ama gücü yetmedi. Upuzun
yatıyordu, gösterdiği çabadan bitkin düşmüştü, gözleri kapalıydı. İşte o zaman
korkunç olay başladı... korkunç olay... tam bir saat boyunca mücadele etti; ama
ancak sabah olunca bitti her şey." Uzunca bir süre sustu. Ne kadar zaman
sustuğunu ancak orta güvertedeki çanın sesi sessizliği bölünce fark ettim: bir,
iki, üç kez sertçe çaldı çan − saat üçtü. Ayın ışığı gücünü yitirmişti, ama
havada bir başka, daha solgun 112 aydınlık titreşiyordu, ara sıra da meltemsi
bir rüzgâr esiyordu üzerimize. Yarım saat, bir saat geçince hava aydınlandı,
sabahın ışığında havanın griliği çözüldü. Bulunduğumuz yere düşen gölgeler
artık yoğun ve koyu olmadığı için yüzünü daha açık seçik görebiliyordum;
kasketini çıkarmıştı, saçsız başında acılar içindeki yüzü daha da ürkünç
görünüyordu. Parlayan gözlük yine bana çevrildi, adam kendini toparladı,
sesinin tonu alaylı ve kesindi. "Onun sonu gelmişti, ama benimki değil.
Ölüyle baş başaydım, ama tanımadığım bir evde, sırlara tahammülü olmayan bir
kentte yapayalnızdım ve ben... bu sırrı korumalıydım... İçinde bulunduğum durumu
bir düşünün: Sömürgedeki en iyi aileden gelen bir kadın, sağlığı yerinde, bir
gece hükümet konağındaki baloda dans ediyor, sonra yatağında ölü olarak
yatıyor... yanında güya uşağın çağırmış olduğu yabancı bir doktor var, doktorun
nereden, nasıl geldiğini evde gören olmamış, kadını gece bir sedyeyle eve
taşıyıp kapıları kilitlemişler... sabahleyin de ölmüş... ancak o zaman
hizmetkârları çağırmışlar, evin içi feryat figan dolmuş... bir anda komşular da
öğrenmiş durumu, bütün kent de... şimdi birinin bunları açıklaması gerek...
yani benim, uzaktaki bir hastaneden gelme bu yabancının... Ne keyifli durum,
değil mi?.. "Beni neyin beklediğini biliyordum. Bereket o çocuk
yanımdaydı, o efendi oğlan, ne istediğimi gözlerimden anlıyordu; bu sarı
benizli üzgün yaratık da burada bir savaş olacağını anlıyordu. 'Neler olup
bittiğini kimsenin bilmemesini istiyor bayan,' demiştim ona. Köpek gibi nemli,
ama kararlı bakışlarıyla bana bakıp, 'Evet efendim,' demiş, başka da bir şey
söylememişti. Ama döşemedeki kan izlerini silmiş, ortalığı düzeltmişti; onun
kararlılığı sayesinde ben de kendimi toparlamıştım. "Hayatımda hiç bu
kadar güçlü olmamıştım, bir daha da kolay kolay olamam zaten. İnsan her şeyini
kaybe- 113 derse, elindeki son şeyi kaybetmemek için umarsızca mücadele eder,
benim elimdeki son şey de o kadından kalanlardı, onun giziydi. Büyük bir
dinginlik içinde, insanlarla görüştüm, hepsine uydurduğum aynı öyküyü anlattım,
doktor çağırmak üzere yolladığı çocuğun yolda bana rastladığını söyledim. Ama
görünüşte dingin bir biçimde konuşurken... asıl önemli olacak şeyi bekliyordum;
defin ruhsatı verecek denetçiyi; o gelmeden cesedi ve onunla birlikte gizini
tabuta koyamazdık... Unutmayın ki günlerden perşembeydi, cumartesi günü de
kocası dönüyordu... "Saat dokuzda hükümet doktorunun geldiğini
bildirdiler. Onu ben çağırtmıştım, benim hem amirimdi hem de rakibim; kadının
bir zamanlar aşağılayarak söz ettiği ve tayin olma talebimi şimdiye dek mutlaka
öğrenmiş olması gereken kişiydi. Bana bakar bakmaz hissettim zaten: Bana düşmandı.
Ama bu düşmanlık bana daha da güç verdi. "Daha odaya girmeden sordu:
'Bayan...−adını söyledi kadının− ne zaman... öldü?' "'Sabah altıda.'
'"Sizi ne zaman çağırttı?' '"Akşam on birde.' '"Onun doktoru
olduğumu biliyor muydunuz?' '"Evet, ama bekleyecek zaman yoktu...hem...
merhume beni çağırtmıştı. Başka doktor getirtilmesini istememişti.'
"Gözlerini bana dikti: solgun, hafifçe yağ bağlamış yüzü kızarmaya
başladı, öfkelendiğini seziyordum. Bana gereken de buydu işte; çabuk karar
verilmeliydi, çünkü sinirlerimin daha fazla dayanmayacağını hissediyordum. Ters
bir yanıt vermek istedi bana, sonra umursamazca, 'Bana ihtiyacınız olmadığını
düşünüyorsunuz ama ölümü ve nasıl olduğunu belgelemek benim görevim.' "Onu
yanıtlamadım, arkasından odaya girdim. Son- 114 ra bir adım geri çekilip kapıyı
kilitledim, anahtarı alıp masanın üzerine bıraktım. Şaşkınlıkla kaşlarını
kaldırdı. 'Bu da ne demek?' "Dingince karşısına dikildim. "'Burada
söz konusu olan, ölüm nedenini saptamak değil, bir başka neden bulmak Bu kadının
beni çağırtma nedeni... talihsiz bir müdahalenin arkasından kendisini tedavi
edebilmemdi... onu kurtaramadım, ama ona onurunu koruyacağıma söz verdim, bunu
da yapacağım. Bana yardımcı olmanızı rica ediyorum!' "Gözleri şaşkınlıktan
fal taşı gibi açılmıştı. Benim, yani hükümet doktorunun burada bir suçu örtbas
edeceğini düşünmüyorsunuz herhalde?' diye kekeledi. "'Evet, düşünüyorum,
bunu bekliyorum.' '"Sizin işlediğiniz bir suç için...' '"Bu kadına
elimi bile sürmemiş olduğumu size söyledim... yoksa şimdi karşınızda durmaz,
kendi işimi kendim bitirirdim. Bu kadın suçunun −siz böyle düşünüyorsanız−
cezasını çekti, ama herkesin bunu öğrenmesi gerekmez. Bu kadının onurunun
gereksiz yere kirletilmesine de izin vermeyeceğim.' "Benim kararlı ses
tonum karşısında iyice öfkelendi. 'Siz buna tahammül... yani... artık benim
amirimsiniz ya da amirim olduğunuzu sanıyorsunuz... bana emir vermeye kalkışın
bakalım... sizi o sindiğiniz kovuktan buraya çağırdıklarında burada pis bir
şeyler döndüğünü hemen anlamıştım zaten...daha temiz bir muayenehanede
çalışacaktınız, daha temiz bir göstermelik... Ama şimdi ben muayene edeceğim,
ben, altında benim adım olan bir raporda, doğruların yazılacağına emin
olabilirsiniz. Bir yalanın altına imza atmam ben.' "Bense sakindim.
'"Evet; bu defa atacaksınız. Yoksa bu odadan dışarı çıkamazsınız.' 115
"Bunu söylerken elimi cebime atmıştım, tabancam yanımda değildi. Ama
karşımdaki kasıldı. Ona doğru bir adım atıp yüzüne baktım. "'Dinleyin,
size bir şey söyleyeceğim... işler çığırından çıkmasın diye. Hayatım hiç önemli
değil... başkasınınki de; nasıl olsa yola çıktım bir kez... benim için önemli
olan, vermiş olduğum sözü tutmam ve bu ölümün biçiminin gizli kalması...
Dinleyin: Belgeye bu kadının ölümünün sıradan bir ölüm olduğunu yazarsanız,
size şerefim üzerine söz veriyorum ki bu hafta içinde bu kentten ve
Hindistan'dan ayrılırım; eğer isterseniz, tabut mezara indirildikten ve ben,
kimsenin... anlıyor musunuz, kimsenin bu işi araştırmayacağından emin olduktan
sonra tabancamı alıp kendimi vururum da. Bu sözlerim yeterli sanırım; yeterli
olmalı.' "Sesimde tehditkâr, tehlikeli bir ton olmuş olmalı ki, ben
farkında olmadan ona yaklaşınca, dehşete kapılmışçasına geri çekildi, tıpkı
hançerini çekmiş, çılgın gibi koşan Amok koşucusunun önünden kaçan insanlar gibiydi...
Bir anda değişiverdi... nasıl desem, büzüldü, tutulup kaldı... sert
davranışından iz kalmadı, son bir kez, alttan alarak karşı koymaya çalıştı:
'Hayatımda ilk kez sahte bir belgeyi imzalamış olacağım... yine de, nasılsa bir
hal yolu bulunur... neler olduğu biliniyor... ama benim böyle hiç düşünmeden
bunu...' '"Elbette yapmamalıydınız,' diye destekledim onu, kararına
yardımcı olmak için −(Haydi çabuk! Haydi çabuk! diye zonkluyordu şakaklarım)−
'ama şimdi, yaşayan birini inciteceğinizi ve ölmüş birine kötülük edeceğinizi
düşünürseniz, sanırım hiç tereddüt etmezsiniz.' "Başıyla evetledi. Masaya
yaklaştık. Birkaç dakika içinde ölüm raporu hazırdı (sonradan gazetede de bu
rapor yayınlandı, ölümün bir kalp krizi sonucu olduğu açıklanıyordu raporda).
Sonra doktor ayağa kalktı, bana baktı: 116 '"Bu hafta gidiyorsunuz, değil
mi?' '"Söz veriyorum.' "Yine baktı bana. Sert ve tarafsız görünmek
istediğinin farkındaydım. 'Hemen bir tabut getirteyim,' dedi, içinde bulunduğu
sıkıntıyı gizlemek için. Ama içimde ne vardı da beni böyle... bu derece
rahatsız ediyordu. Birden bana elini uzattı ve içtenlikle sıktı. 'Umarım
atlatırsınız,' dedi. Ne demek istediğini anlamamıştım. Hasta mıydım ben? Deli
miydim? Kapıya kadar eşlik ettim ona, kapıyı açtım, kalan son gücümle de kapattım.
Sonra yeniden şakaklarım zonklamaya başladı, çevremde her şey sallanıyor,
dönüyordu; kadının yatağının önünde yere yıkıldım... tıpkı Amok koşucusunun,
koşusunun sonunda dayanma gücünün tükenip kendinden geçerek yere yuvarlanması
gibi." Yine ara verdi konuşmasına. Nedense ürperdim; geminin üstünde hafif
bir uğultuyla esmeye başlayan sabah yelinin getirdiği ilk ürperti miydi bu? Ama
karşımdaki o acılı yüz −ağaran günün yansımasıyla seçilir olmuştu− yine kendini
toparladı: "Yerde ne kadar yattığımı bilmiyorum. Biri bana dokundu.
Yerimden fırladım. Çocuktu; çekinerek, köpeklenerek önümde duruyordu,
huzursuzca gözlerime bakıyordu. '"İçeri girmek isteyen biri var... onu
görmek istiyor...' '"Kimse giremez içeri.' '"Evet... ama...' "Gözleri
korku doluydu. Bir şey söylemek istiyor ama cesaret edemiyordu. Bu sadık hayvan
belli ki çıkmazdaydı. '"Kimmiş gelen?' "Dayak yemekten korkar gibi
titreyerek baktı bana. 117 Sonra söyledi, bir ad söyledi... Nasıl oluyor da
böylesine değersiz birinde bir anda bunca bilgelik oluyor, nasıl oluyor da bazı
anlarda bunun gibi ahmaklar inanılmaz derecede nazik olabiliyorlar? Sonra
söyledi... ürkerek söyledi... '"O geldi,' dedi. "Yerimden fırladım,
anlamıştım, bu yabancıyı tanımak için sabırsızlanıyor, yerimde duramıyordum.
Anlıyor musunuz, onca işkencenin ortasında, özlemle, korkuyla ve telaşla yanıp
tutuştuğum sırada 'O'nu tümüyle unutmuştum, işin içinde bir erkeğin daha
olduğunu unutmuştum... bu kadının sevdiği, benden esirgediği şeyi tutkuyla
verdiği bir adam olduğunu... On iki ya da yirmi dört saat önce ben bu adamdan
nefret ediyordum, onu parçalayabilirdim... Şimdiyse... onu görmek... o kadın
tarafından sevildiği için onu sevmek arzusuyla nasıl yanıp tutuştuğumu size...
size anlatamam. "Bir adımda kapıya gittim. Kapıda genç, hem de çok genç
bir subay duruyordu, çekingen, küçük, solgun. Tıpkı bir çocuk gibiydi, öyle
gençti ki, bir erkek gibi davranmaya, kendini tutmaya çalışıyordu... heyecanını
gizlemeyle çabalaması içime öyle dokundu ki... Şapkasını çıkarmaya çalışırken
ellerinin titrediğini hemen gördüm... İçimden onu kucaklamak geldi... çünkü
görmek istediğim gibiydi, bu kadına sahip olduğunu düşlediğim adam gibiydi...
baştan çıkarıcı, kibirli biri değildi yani... hayır, çocuk sayılırdı, kadının
kendini verdiği saf kırılgan bir insandı. "Çekinerek duruyordu karşımda o
genç adam. Merakla bakan gözlerim, aşırı heyecanım onu daha da şaşkına
çevirmişti. Dudaklarının üzerindeki ince bıyığı, onu ele verircesine titredi..
Hıçkırarak ağlamamak için kendini zor tutuyordu bu genç subay, bu çocuk.
'"Özür dilerim,' dedi sonunda. 'Bayanı... şeyi, onu görebilir miyim?' 118
"Hiç düşünmeden, farkına bile varmadan kolumu omzuna attım o yabancının ve
hasta bir insana yardım edercesine onu tutup götürdüm. Sımsıcak, minnettar bir
bakışla baktı bana, şaşkındı... bizi bağlayan bir şey olduğunu o anda
anlamıştık... Ölünün yanına gittik... Orada, beyaz çarşafların arasında
bembeyaz yatıyordu; orada olmamın genç subayı rahatsız ettiğini sezdim, onu
kadınla yalnız bırakmak için biraz geriye çekildim. Çekingen, tutuk adımlarla
ağır ağır yaklaştı ona, içinin nasıl dolup taştığını omuzlarından
görebiliyordum, korkunç bir fırtınaya karşı yürüyen biri gibi adım atıyordu...
yatağın önünde birden yere diz çöktü, tıpkı daha önce benim yaptığım gibi.
Hemen öne fırladım, omuzlarından tutup kaldırdım onu ve bir koltuğa götürdüm.
Artık utanmıyor, acısını ağlayarak dışa vuruyordu. Hiçbir şey söyleyemiyordum;
yalnızca bilinçsizce, onun sarı, çocuklarınki gibi yumuşacık saçlarını
okşuyordum. Elime uzandı... hafifçe, ama korkarak tuttu... bakışlarını üzerimde
hissettim... 'Söyleyin doktor,' dedi, 'canına mı kıydı?' "'Hayır,' dedim.
'"Peki... yani... ölümünden sorumlu... olan kimse var mı?' "'Hayır,'
dedim yine, oysa içimden ona, 'Ben! Ben! Ben!' diye haykırmak geliyordu. 'Bir
de sen! İkimiz! Bir de onun inadı, o uğursuz inadı!' Ama sustum. Bir kez daha,
'Hayır,' dedim, 'kimsenin suçu yok... yazgısı böyleymiş!' "'İnanamıyorum,'
diye inledi, 'inanamıyorum. Daha önceki gün balodaydı, gülümsüyordu, bana el
sallamıştı. Böyle bir şey nasıl mümkün olabilir, nasıl olabilir?' "Upuzun
bir yalan anlattım ona. Kadının sırrını ona da açıklamadım. O birkaç gün iki
kardeş gibi konuştuk, bizi bağlayan duygu adeta bir ışık gibiydi üzerimizde...
119 birbirimize güvenmiyor, ama ikimiz de hayatımızın bu kadına bağlı olduğunu
hissediyorduk... Kimi zaman gerçek dudaklarımın ucuna kadar geliyor, ama
dişlerimi sıkıyordum; o kadının kendisinden bir çocuk beklediğini o subay
hiçbir zaman öğrenmedi... o çocuğu öldürmemin istendiğini ve kadının kendisiyle
birlikte çocuğu da uçuruma sürüklediğini de... Yine de o subayın evinde
saklandığım o günlerde −size söylemeyi ihmal ettim, ben aranıyordum çünkü− tek
konumuz kadındı... Kocası geldiğinde tabut kapatılmıştı... Ölüm raporuna
inanmak istememişti adam, insanlar türlü şeyler anlatıyorlardı... adam da beni
aradı... Ama benim onu görmeye tahammülüm yoktu, çünkü kadına eziyet
çektirdiğini biliyordum... saklandım... dört gün boyunca evden çıkmadım, ikimiz
de çıkmadık... kadının sevgilisi, kaçabilmem için sahte bir ad vererek benim
için bir gemi bileti almıştı... kimse beni tanımasın diye gece vakti bir hırsız
gibi bindim gemiye... sahip olduğum ne varsa geride bıraktım... yedi yıldır
edindiğim her şeyle birlikte evimi, malımı mülkümü bıraktım; kim isterse alabilir
bunları... görevimden izinsiz ayrıldığım için hükümettekiler de herhalde beni
kara listeye almışlardır... ama artık o evde, o kentte kalamazdım... her şeyin
bana onu hatırlattığı bu dünyada... Geceleyin bir hırsız gibi kaçtım, ondan
uzaklaşabilmek, unutabilmek için... Ama güverteye adım atar atmaz...
geceleyin... gece yarısı... yanımda arkadaşımla... tam o sırada vinçle...
vinçle bir şey çekiyorlardı yukarıya... dikdörtgen, kara bir şey... onun
tabutunu... duydunuz mu: onun tabutunu... ben onu nasıl izlediysem o da beni
buraya kadar izlemişti... ben orada durup onu tanımıyormuş gibi yaptım, çünkü
kocası da oradaydı, tabutla birlikte İngiltere'ye gidiyordu... belki de orada
otopsi yaptırtacak...Kadını çekip kendine aldı o... şimdi yine kocasına ait...
bize ait değil... ikimize de ait değil... Ama 120 ben buradayım... son dakikaya
kadar onun yanında olacağım... kocası bunu asla bilemeyecek, bilmemeli de...
onun sırrını asla açığa vurdurtmayacağım... onun yüzünden ölüme gittiği bu
hergeleye karşı da koruyacağım... Hiçbir şey... hiçbir şey öğrenemeyecek o...
onun sırrı bana ait, yalnız bana... "İnsanları neden görmek istemediğimi
şimdi... şimdi anlıyor musunuz... Cilveleşen, birleşen insanların kahkahalarını
duymaya katlanamıyorum... çünkü aşağıda... geminin ambarında, çay balyalarıyla
cevizlerin arasında onun tabutu duruyor... oraya gidemiyorum, o bölüm
kilitli... ama bütün duyularımla biliyorum, her an biliyorum... burada vals ya
da tango yapsalar da biliyorum... budalaca bir şey bu, şu denizin altında
milyonlarca ölü var, ayağımızı bastığımız her karış toprağın altında çürüyen
bir ceset var... ama yine de dayanamıyorum, dayanamıyorum böyle maskeli balolar
düzenleyip şehvetli kahkahalar attıklarında... bu ölü kadını hissediyorum,
benden ne istediğini biliyorum... biliyorum, görevim henüz sona ermedi... henüz
işim bitmedi... sırrı henüz güvenlikte değil... beni henüz serbest bırakmıyor o
ölü..." Orta güverteden ayaklarını sürüye sürüye yürüyen insanların
sesleri, şakırtılar geliyordu: tayfalar gemiyi temizlemeye başlamışlardı.
Suçüstü yakalanmış gibi irkildi adam; gergin yüzü korkuyla doldu. Ayağa kalkıp,
"Ben gidiyorum," dedi, "gidiyorum artık." Onu seyretmek acı
veriyordu bana: bakışları boş, gözleri ya içkiden ya da ağlamaktan kırmızı ve
şişti. Duygularını paylaşmamı istemedi; büzülmüş bedeninden, duyduğu utancı
sezdim, hem de sonsuz bir utançtı; sırrını bana, bu geceye açtığı için duyduğu
utançtı. İçimden gelerek, "Öğleden sonra kabininize gelebilir miyim?"
diye sordum. Bana baktı; dudaklarına alaycı, sert, kinik bir ifade 121 oturdu,
ağzından çıkan her sözcük kötülüğün elinde eğilip büküldü, çarpıldı.
"Yaa... şu ünlü yardımcı olmak göreviniz ha... yaa... bu özdeyişle benim
dilimi çözdürdünüz. Ama yo, teşekkür ederim. Karşınızda içimi döktüğümden bu
yana kendimi daha iyi hissettiğimi sanmayın sakın. Benim bu rezil hayatımı
artık kimse onaramaz. Saygıdeğer Hollanda hükümetine boşuna hizmet etmişim...
Emeklilik hakkım gitti, beş parasız dönüyorum Avrupa'ya... bir tabutun
arkasından kuyruğunu sallayan bir köpek gibi... Amok koşucusu olursanız sonsuza
kadar cezasız kalamazsınız, sonunda insanı yere çarpar bu, umarım ben de yolun
sonuna varmışımdır... İyi niyetli ziyaretinizi kabul edemem beyefendi,
kabinimde bana arkadaşlık edecek şeyler var... birkaç şişe iyi cins viski,
bazen beni avutur onlar, bir de eski dostum var, ne yazık ki zamanında
kullanmamıştım onu, şu uslu Browning'imi... Gevezeliklerden daha çok işe yarar
o... Lütfen rahatsız olmayın... İnsanın elinde kalan tek hak, canı istediği
biçimde gebermektir... bunun için de yabancıların yardımına ihtiyaç
duymamaktır." Bir kez daha alayla baktı bana... hatta meydan okurcasına
baktı, ama şunu hissettim: utanç duyuyordu, sonsuz bir utanç. Sonra omuzlarını
kıstı, veda etmeden arkasını döndü, dikkati çekecek derecede yamuk bir biçimde,
ayaklarını sürüyerek, aydınlanmış olan ön güverteden geçip kabinlerin bulunduğu
yere doğru gitti. Ondan sonra onu bir daha görmedim. O gece ve onu izleyen
gecelerde onu her zamanki yerinde aradım. Yolcuların arasında, kolunda siyah
yas kurdelesi taşıyan bir Hollandalı tüccara rastlamış olmasaydım düş gördüğümü
ya da fantastik bir olay yaşadığımı sanacaktım; bana söylendiğine göre bu
tüccar karısını tropiklerde rastlanan bir hastalık yüzünden kaybetmişti. Adamı,
insanların uzağında, 122 yüzünde ciddi ve acılı bir ifadeyle dolaşırken
görüyordum, onun en gizli derdini bildiğim düşüncesi bana tuhaf bir çekingenlik
veriyordu; önümden ne zaman geçse yana çekiliyordum, onun yazgısı hakkında
kendi bildiğinden de fazlasını bildiğimi bakışlarımla ele vermekten korkuyordum
çünkü. Napoli limanında o tuhaf kaza oldu sonra, sanırım o yabancı, bana
anlattığı öyküsünde bunun ipuçlarını vermişti. Akşam, yolcuların çoğu karaya
çıkmıştı, ben de önce operaya gitmiş, arkasından da Via Roma'daki ışıklı
kahvelerden birine oturmuştum. Bir sandalla gemiye geri dönerken, birkaç
sandalın meşaleler ve gaz lambalarıyla geminin çevresinde dönüp durdukları
dikkatimi çekmişti, karanlık güvertede de polislerle jandarmalar gizemli bir
biçimde gidip geliyorlardı. Tayfalardan birine neler olduğunu sordum. Beni
yanıtlamaktan öyle bir kaçındı ki susması konusunda talimat almış olduğunu
hemen anladım, ertesi gün de, gemi yine huzur içinde ve hiçbir şey
olmamışçasına Cenova'ya doğru yola çıktığında hiçbir şey öğrenemedik. Napoli
limanındaki sözüm ona kazayı ancak İtalyan gazetelerinden, allanıp pullanmış
olarak, öğrenebildim. O gece, diye yazıyordu gazeteler, yolcular görüp de
rahatsız olmasınlar diye, ortalıktan el ayak çekildikten sonra Hollanda'ya ait
sömürgelerden gelme soylu bir hanımefendinin tabutu geminin güvertesinden
alınıp bir sandala konulmak istenmişti; kocasının gözetiminde tabut ip
merdivenden indirilmiş, tam o sırada güvertenin üstünden ağır bir şey aşağı
düşmüş, düşerken de tabutla birlikte onu indiren hamallarla kadının kocasını da
sürükleyip denize fırlatmıştı. Bir gazete, merdivenden aşağı tabutun üstüne
düşenin bir deli olduğunu iddia ediyordu; bir başkası da olayı yaldızlayarak
anlatıyor, ip merdivenin yükün ağırlığına dayanama- 123 yıp koptuğunu
söylüyordu; her ne olursa olsun, gemi şirketinin, olayın asıl oluş biçimini
örtbas etmek için elinden geleni yaptığı anlaşılıyordu. Sandallara binenler,
kadının kocasıyla hamalları epeyce uğraşarak denizden çıkarmışlardı, ancak
kurşun tabut hemen denizin dibini boylamıştı, çıkarılması da mümkün değildi
artık. Aynı anda bir başka haberde, kısaca söz edilen, kırk yaşlarındaki bir
erkek cesedinin limana vurmuş olmasıyla, gazetelerde romantik bir biçimde yer
alan kaza arasında okurlar hiçbir bağlantı kurmamıştı; o üç beş satırı okur
okumaz, gazete sayfasının arkasından, o adamın bembeyaz suratıyla parıldayan
gözlük camlarını, bir kez daha, bir hayalet gibi gördüm sanki.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)