30 Kasım 2012 Cuma

Oy dere Uludere





'Oy dere Uludere
Böyle akışın nere
Bizde hal mi bıraktın
Sana can vere vere'

Filmi kimin yaptığından çok, filmin 'kimin için' yapıldığına bakalım. Bu filmdeki 'kimseler' yok yere öldürülmediler. Bir daha söyleyeyim: Yok yere olmadı Roboski/Uludere olayı. Mustafa Kemal'den bu yana yürütülen Türkçülük, bir tek şeye sebep oluyor: Kürtlerle ayrışma! İslam'ın iki 'emin' kavminin arasındaki köprüler yıllardır yok edilmeye çalışılıyor. Bunu başarmanın en kolay yolu da öldürme, yak
ma, yıkma ve tabi ki bombalama! Ali Akel 'Roboski, Kürtlerin Kudüs'ü oldu.' demiş. Hayır, Roboski, Müslümanlara yeni bir Kudüs verdi. Yıllardır Filistinlilerin ölümlerini izledikleri gibi izlediler ve sustular. Tıpkı Şincan, Keşmir, Afganistan ve diğer İslam beldelerine yaptıklarını yapıyor Müslümanlar. Susyorlar. Zira Erdoğan hepsi adına ve bağırarak konuşuyor zaten!

Hatırlayalım: Uludere'de 19 on sekizin altında 34 kişi öldürüldü. Ve bu ölümler F-16 savaş uçaklarıyla gerçekleşti.

26 Kasım 2012 Pazartesi

Anekdot

''Ne çocuklar gibi avuntu olsun diye okuyun; ne de muhterisler gibi kendinizi talime zorlarcasına; hayır,hayır;okuyacaksınız şifa bulmak için okuyun.'' 


Gustav FLAUBERT 

Anekdot

İnsanlar Hıristiyan’ca şartlandırıldıkları için intikam almanın, öç almanın yanlış bir şey olduğunu düşünüyorlar. Bu çok korkunç, yanlış bir şey. Allah’ın isimlerinden birisi Müntekim’dir. Allah intikam alıcıların en güzelidir. Dolayısıyla insana intikam almak düşer. İnsan uğradığı haksızlığı sinesine çekmekle insanlıktan çıkar. İnsan uğradığı haksızlığın intikamını almak için yaşar. Onun için intikam peşinde olmak Müslüman’a en yakışan tavırdır. “Ben bunun intikamını alacağım.” dediğin zaman İslâmî bir söz söylemiş olursun. Ama, “Başıma geldi, çektim.” dersen Hıristiyanların riyakârlığına... Çünkü Hıristiyanlar da öç almaya hazır olarak yaşarlar.



İsmet ÖZEL

Anekdot

Dervişin birisi Allah’a dua etmiş. Demiş ki, “Yarabbi, Sen’den günde üç tayından başka bir şey istemiyorum.” Kısa bir süre sonra hapse atılmış ve ona günde üç tayın vermişler. Yani insanın, duasını yaparken hayırlısını istemesi lâzım. Çünkü biz bütün hayatımızı bu şekilde zehir ediyoruz, gerçekten hayatımızı karartıyoruz. Meselâ diyoruz ki, “Şu mektebi bitireyim ne olursa olsun.” Ya da, “Şu işe gireyim ne olursa olsun, şu ihaleyi alayım ne olursa olsun.” Bizim dediğimiz oluyor, duamız kabul oluyor, ama ne olursa da oluyor.


İsmet ÖZEL

Anekdot

 İttihatçı Enver Paşa’nın babası, “Ben ömrümde hiç harama uçkur çözmedim” diye övünürmüş. Birisi de ona demiş ki, “Ah efendim, keşke helâle de çözmeseydiniz.”

İsmet ÖZEL

7 Kasım 2012 Çarşamba

Açlık Grevleri ve Nihayetsiz Çabalar






Kürt meselesi, her görüşten yazarın, düşünürün, ortak olarak belirttiği gibi Türkiye’nin en büyük sorunlarından biri olmaya devam edecek. Kürtler, ‘razı edilmeyen her varlık gibi’ mesele çıkarmaya devam edecekler. Toplumunuzda kadınlar sorun haline geldi, işçiler, memurlar, öğrenciler… Çünkü razı edemediniz! Çünkü ilişkilerin temeli ‘rıza’dır!

İşte operasyonlar, karakol baskınları, sokak gösterileri derken şimdi de açlık grevi/ölüm orucu hadisesi. 12 Eylül 2012’de başlayan ve dönüşümsüz, süresiz devam ettirileceği açıklanan açlık grevi kritik eşiğe vardı. Eylemciler ve destekçileri tutsakların hayati risklerle karşılaşmaya başladığını söylüyor. Başbakansa ‘Adalet bakanım gitti, aç kalan yok, herkes her şeyi yiyor. Müdahale gerektiğinde yapılır’ diyor. Tabi başbakanın dediği doğruysa yani ‘aç falan yoksa’ ‘müdahale’den bahsetmesi bir tenakuz. Daha önce de bazı siyasiler açlık grevleri için benzer beyanatlar vermiş, . Şevket kazan 1996 açlık grevinde ‘Gizli gizli yiyorlar, numara yapıyorlar’ demişti ama sonuç olarak ölümler yaşanmıştı. Ölümler hiçbir zaman kimsenin umurunda olmamıştır yurdumuzda. Ne eylem talimatı verenlerin ne hükümetlerin ne de kalabalıkların. Bugün ne ‘şehit’ ne ‘etkisiz hale getirilen terörist’ haberleri bir irkilme oluşturuyor kimsenin üstünde. Allah’ın her günü yüz, iki yüz, üç yüz Suriyelinin ölmesi umurunda değil kimsenin. ‘Bu hafta yağışlı bir hava bekleniyor’ haberi bile daha çok etki uyandırıyor üzerimizde. Kapitalizmin dayattığı ‘bireycilik’ topraklarımızda daha garip bir hale bürünüp duyarsızlaştırıyor insanımızı tüm toplumsal meselelere. Kazananlar ise çıkarcı politikacılar oluyor.

Adalet Bakanlığı, 683 kişinin, BDP ise 663 kişinin açlık grevinde, 2 kişinin ölüm orucunda olduğunu söylüyor. Ve bu eylemcilerden 64’ünün eylemlerinin 54. güne ulaştığı söyleniyor. Bu arada Başbakan ile Adalet Bakanının rakamlar üzerinden çelişmesi de kaydedilmeli. Biri ‘şov’ derken diğeri ‘683 kişi açlık grevinde’ diyor.

Anadilde savunma, anadilde eğitim, Kürt kimliğinin tanınması, Abdullah Öcalan üzerindeki tecridin kaldırılması, askerî operasyonların durması. Açlık grevi eylemcilerinin talepleri bunlar. Bu taleplerin hiçbiri hükümet için sürpriz değil. Hatta bazıları 30 yıldır söyleniyor. PKK baskın yaparken, bomba patlatırken, KCK sokak gösterileri düzenlerken aynı talepleri dile getiriyor. Biz İslami bakış açısıyla bakınca bu taleplerin Kürtler tarafından dile getirilmesini kabul edemiyoruz ama bir realite var ki PKK Kürtler üzerinde bir tesir hâsıl edebilmiştir maalesef. Son olarak ‘Hayatı Durdurma’ eyleminde Diyarbakır bir hayalet şehre dönüştü neredeyse. Bu bilgiyi oradaki canlı tanıklıklara dayanarak söylüyorum. Ölümler olacak diye korkuluyor. Ama bu ülkede hiçbir zaman ‘halkın ölümü’ önemsenmemiştir. Çoğu zaman halk dahi önemsememiştir ölümleri. Müthiş oran afyon zerk edilmektedir halkın damarlarında. 30 yıldır binlerce insanın ölmesi kimsenin umurunda olmuyor çoğu zaman. Açlık grevindekiler için de durum değişmeyecektir. PKK de AKP de önemsemeyecektir. Öcalan önemsemeyecektir.

Garip olan bir nokta da şudur ki Kürt meselesi Öcalan’ın varlığına, varlık şartlarına endekslenmiştir. Açlık grevi eyleminde de taleplerden bir tanesi Abdullah Öcalan üzerindeki tecridin kaldırılması. ‘Özal ölünce Kürt meselesi çözülemedi’ zihniyeti de aynı yaklaşım tarzının bir ürünü. AKP’nin bekâsı Erdoğan’a bağlanıyor. Özetle Türkiye’de sorunlar şahıslar üzerinden halledilmeye çalışılıyor. Bu durum da çözümsüzlükten başka bir şeyi hâsıl etmiyor. Oysa olması gereken düşüncenin/ideolojinin çözümün merkezine oturtulmasıdır. Öcalan bir mit haline getirilmiştir. Özal’ın cenazesinin ‘bozulmadığı’ söylentisi de aynı durumu işaret ediyor. Erdoğan, bazı yazarlar tarafından tarihteki İslam kahramanlarına benzetiliyor. Bu, halkın/ümmetin kişilere kurban edilmesidir.

Ölümleri bir etki unsuru olarak görmek, muhataplar açısından yanlış bir tercihtir. Karşınızda çıkarcı, insan hayatına değer vermeyen siyasetler/siyasîler var. İşin kötüsü arkanızda olduğunu söyleyenlerin de onlardan ciddi farkları yok. Bu topraklarda devirler, adamlarla başlayıp adamlarla biter. Öyle ki koskoca İstiklal Savaş’ı Mustafa Kemal’a mal edilir. Bu anlamda Kürt meselesinin nihaî ve hakikî anlamda çözülmesi ne başkanlık sistemi ne de demokratik özerklilik gelince olacak. Biz yeni sorunlar oluşturacak ‘çözümler’ üzerine çalışmaktan, aç kalmaktan, ölmekten, öldürmekten vazgeçmeyinceye kadar bu böyle devam edecek.  Allah, bu ümmete Kürdüyle, Türküyle hayır uğrunda yaşamayı, hayır uğrunda ölmeyi nasip etsin.

NOT: Son olarak Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay’ın ‘Yeni Oslo sürecinin açlık grevi gibi çeşitli konularla sabote edildiğini, bunun da yeni süreçleri olumsuz etkilediğini ‘ demesi ise AKP hükümetinin Kürt meselesin bağlamında öteden beri ne kadar da kolay ‘sabote’ olduğunu gösteriyor! Mahmur Girişlerine de benzer bir görev ifa ettirildi hükümet tarafından. Bir devlet, halkı/tebaası ile ilgili bir sorunu çözüme kavuşturmayı birilerine endekslemişse o devlet hiçbir zaman o sorunu çözemeyecek demektir. 

Akçakale Bombalaması, Duyarsızlıklar, Karışıklıklar








‘Bir bir yürürlükten kaldırılıp çürümüş devrimleri 
En gürbüz bir devrimi dikmek yerine taş senin
                                               Osman Sarı


Şekli, tetikçisi, yöresi değişse de on yıllardır öldürülen hep Müslüman’dır. Niçin? ‘Niçin’ sorusunun önemi, her düşünen insan için aşikârdır. Zira olayların ‘sebebine götüren’ bir sorudur. Çünkü ‘davranışa yönelten’ bir sordur. Doğru cevaplanırsa da doğru davranışa…

Akçakale’de insanlar ‘niçin’ öldüler? Türk vatandaşı oldukları için mi? Bir yanlışlıktan dolayı mı? Arap oldukları için mi? Yoksa Müslüman oldukları için mi? Birileri Müslümanların 2 yıl evvel başlattıkları atılımdan ciddi manada ürktüler, ürküyorlar. Hele Suriye, onlar için tam bir kâbus halini aldı. Bu yüzden Süveyş yoluyla Esad’ın cephaneliğini takviye ediyor, BM temsilcileriyle zaman kazanmasını sağlıyorlar, medya yönlendirmeleriyle mücahitleri karalıyor, sahte mücahitleri, SUK gibi satılmış muhalifleri ön plana çıkartıyorlar.

Türk jetinin düşürülmesi, Antep saldırısı, PKK eylemlerinin Suriye ile alakalandırılması ve son olarak da Akçakale’nin bombalanması… Bunların hepsi olası bir Türkiye müdahalesine uygun bir zemin oluşması içindir.  Tabi bu müdahale ABD’nin içkin olduğu bir müdahale olacaktır. İpler onun elindedir. Tıpkı Irak savaşlarında, Libya operasyonunda, Afganistan savaşında olduğu gibi Türkiye, sadece bir yüklenicidir. Nasıl Kıbrıs Barış Harekâtı denen operasyona İngilizler adına girişildiyse bunda da aynısı olacaktır. Tersi bir durum Türkiye’nin ‘muktedir’ bir ülke olduğunu iddia etmektir ki böyle bir düşünce yakın ve çok yakın tarihi bilmemektir. Yakın tarihten bir iktidarsızlık örneği: Musul’u İngilizlerin elinden alamamanız. Çok yakın tarihten birkaç örnek: 2003 Çuval Olayı ve 2007 Güneş Harekâtı’nın ABD başkanı Bush tarafından durdurulması.  Daha çok örnek verebiliriz ‘Türkiye artık bölgesel bir güçtür (‘küresel güçtür’ diyen ileri versiyonları da var)’ diyenlere. AKP’nin Suriye’ye Allah rızası için yardım ettiğini ve yine O’nun rızası ve ‘Zulmü alkışlayamam, Zalimi asla sevmem’ tavrından dolayı  müdahale edeceğini iddia edenleri ise Allah’a havale ediyoruz. 

Peki, şu veya bu sebepten olsun yapılacak müdahale gerçekten Esad’a yönelik mi olacaktır? İki yıl önce Esad’ın babasına benzemediğini, hatta Suriye-Türkiye birleşmesi hayaline inanmamızı istediler. Şimdi de Esad zalimine karşı mazlumların yanında olduklarına inanmamızı istiyorlar. Evet, Esad zalim fakat siz de zalimsiniz. Birbirinizin kuyruğuna da basmazsınız bunu biliyoruz. O halde koparılan fırtına da neyin nesi? Tezkere çıkartılıyor, açıklamalar yapılıyor, esip gürleniliyor. Aslında baştan bu yana olan, öncesine nazaran biraz daha hızlı adımlarlarla gerçekleştiriliyor: Esad’a zaman kazandırma. Süre sona erince havadan veya hem havadan hem de karadan bir müdahale… Ama kime? Elbette ki ABD’nin ve batının, doğal olarak da Türkiye devletinin, başarısız olmalarını istediği mücahitlere. Kesinlikle Esad’a değil.

Müdahalenin Esad’a yönelik olacağını kabul etsek dahi başka bir sorun var: Yerine nasıl bir yönetim getirmek istiyorlar? Tabi ki Türkiye dâhil tüm İslam âleminin istediği şeriat, Hilafet değil! Belki Mısır, Tunus ve Türkiye örneklerinde olduğu gibi İslam tonlarıyla renklendirilmiş yarı demokrasiler. Batı çıkarlarını fazla zedelemeyecek, iktisadî, siyasî ve ideolojik olarak batıya fazla zorluk çıkarmayacak yönetimler.

Akçakale bombaları Suriye’deki mücahitlerin zafere ermesini engelleyecek bir müdahalenin, yoluna döşenmiş taşlardan biridir. Sürecin olgunlaşmasına dönük kontrollü bir operasyondur. Eğer işler yolunda gitmezse Akçakale’nin devamı ve beteri de gelecektir. Ama bilelim ki Türkiye savaşa ne kadar yaklaşıyorsa mücahitler de zafere o denli yaklaşıyorlardır.

Gelin görün ki Türkiye Müslümanları cephesinde tamamen bir duyarsızlık ve kafa karışıklığı hakim. Tam bir güdümlenme ve yönlendirme hali yaşıyoruz. Haber merkezlerine düşen ölü ve yaralı sayısı herkes tarafından kanıksanmış bir vaziyette. Mesele, Türkiye’nin ulusal çıkarlarına indirgendi. Kimileri de yanlış bir vicdan ile ‘Türkiye Suriyelileri Esad’dan kurtarsın da ne olursa olsun’ diyorlar. Daha önceden de Saddam ve Kaddafi için aynısını demişlerdi ki o ülkelerin ne halde olduğu ortada. Hâlbuki ‘müdahale’ ile beraber ‘nasıl bir müdahale olacağını’ ve ‘müdahale sonrası neyin gerçekleşeceğini’ de konuşmamız gerekmez mi? Şu ‘olsun da nasıl olursa olsun’ hastalığımızdan ne zaman kurtulacağız?

Bizler ise üstüne basa basa, ısrarla tek çözümün İslam’da ve onun yönetim biçimi olan Hilafet’te olduğunu söyleyeceğiz. Er ve ya geç gerçekleşecek ve haklı bulunacak olan çözüm bu olacaktır. Sabır.

2 Ekim 2012 Salı

Saçmalamak onun da harcı.


Şair İsmet Özel'den çok tartışılacak sözler


Demek ki saçmalamak herkesin olduğu gibi İsmet Özel'in de harcı. Kavramların namusunu kirleten, onları iğfal eden bir adam izliyoruz. Çok iyi şiirleri ve aklı başında birçok sözü olan bir adam. Ama mütecaviz.



“Allah, bana 20 yaşımda komünist olmayı nasip etti. Ben de Allah’ın bu lütfuna hiçbir zaman sadakatsizlik göstermedim. Eğer bir insan komünist olmadan Müslümansa bu insanın Ümmet-i Muhammet’e yapmayacağı kötülük yoktur.”
Bu sözler İsmetÖzel’e ait. Düşünce temelli yaşantısına sosyalizmle başlayan ve bugün başkanlığını yaptığı İstiklalMarşı Derneği çatısı altında Türk-İslamsentezli fikirlerini anlatmaya çalışan Şair İsmetÖzel, siyasi, sosyal ve dini manada çok konuşulacakkonuları Memleket Dergi Haber Koordinatörü M. Emin Yumuşak’a anlattı.
Şiire olan ilgisini, siyasi düşüncelerini, muhafazakarlıkkonusundakideğerlendirmelerini veİstiklalMarşı Derneği’nin kuruluş felsefesini paylaşanÖzel, bu süreçte önlerine konulmakistenenengelleri nasıl aştıklarına da değindi.
ŞairİsmetÖzelile yapılan röportaj şöyle:
Şiire karşı olan ilginiz ne zaman başladı? Şair olmaya nasıl karar verdiniz?
Eğer benim 40 yaşıma kadar yazdığım şiirlerin koleksiyonunu görmüşseniz “erbain” adını taşıyor. Orada ilk şiirin altındaki tarih, 1953′dür. Benim de 1944 yılında doğduğumu düşünürseniz demek ki o zaman 9 yaşından beridir şiire karşı ilgim var. Sanatın birçok alanına ilgim vardı. Bunun açıklaması çok basit. Ben 6 kardeşin en küçüğüyüm. Babam, 1955 yılında başkomiserlikten emekli oldu. Ailemdekiherkesiyi eğitim aldıkları için kitaplar yabancım olan bir şey değildi. En büyük ağabeyim resim öğretmeniydi. Daha ben okuma-yazma bilmeden büyük ressamların reprodüksiyonlarıyla karşılaştım. Böyle sanat eserlerine ihtiyaç duyulan bir ortamda profesyonel olarak kimsenin bir şey yaptığı yoktu. Ama ben yetişme çağlarında kendime bir gelecek eylemek için aklımı çalıştırdığımda hangi sanat dalıyla kendimi geliştirebileceğimi kendime sordum. Müzik ve resim çok masraflı olduğu için maliyeti en düşük olan şiirdi benim için. Bu yüzden şiir meşguliyet saham oldu. Kendimi şiire bağlı saymam lise son sınıftır. Ondan sonra bu işin beni taşıyacağına, benim de bu işe emek vererek kendimi sıhhatli kılabileceğime iyi gözle baktım.
BÜYÜK ŞAİRLERİN ÖNCESİ OLMAZ
Her şairin etkilendiği bir üstat vardır derler. Acaba bu doğru mudur? Sizin de etkilendiğiniz, size yön veren bir şair oldu mu?
Bir kere gerçekten öyle bir şey var mı? Şimdi tam tersine büyük şairlerin hepsi kendinden öncesi olmayan şairlerdir. Çünkü deriz ki; “bunun dili bahis konusu.” Bir şair ancak kurduğu cümlede diline baskı kurduğu zaman büyük şair kabul edilir. Yani, o yüzden bu bir zincir değildir. “Filanca filancayı doğurur” şeklinde gitmez. Ama ben, gençlik yıllarımda bir söz okumuştum. Şöyle diyordu: “Sanat alanında etkiden kaçanlar, kendilerini bu büyük akrabalığa layık görmeyenlerdir.” Zaten sanat alanı ister istemez müzik olsun, resim olsun, şiir olsun, etkilerle doğabilen bir alandır. Brahms’ın “Birinci senfonisini Bethowen’in 10. senfonisi etkisi altında yapmıştır” derler. Brahms, tamamen kendi rengini aksettirir, yine de Bethowen’in ruhu götürür işi… Nitekim kendisi de uzun yıllar demiştir Brahms:”Ensemde o kişinin nefesini hissetiğim için senfoni yazamadım.”
Biraz kendinizden bahseder misiniz? Bir dönem sosyalisttiniz. Daha sonra bu fikir değişimi nasıl oldu? İslam’ı tercih etmenize ne tesir etti?
Ben bunun için kitap yazdım. “Neden Müslüman oldun?” diye sordukları için böyle bir gerek hissettim. Şu kanaat temelden yanlıştır: “İsmet Özel, devre devre düşünce değiştiriyor.” Böyle bir şey yok. Ben, akılbali olduğum sırada dünyaya nasıl bakıyor idiysem hala öyle bakıyorum. Hiçbir görüş değişikliği benim için söz konusu değil. Sadece ben, üzerinde yaşadığım toprakların ve birlikte yaşadığım insanların akibeti konusunda endişelendiğim için şöyle veya böyle davrandım. Onlar bunu beceremedikleri için bana “Bir zamanlar şuydu, sonra şöyle oldu” diyorlar. Bunu söyleyen insanlar, bu toprakların ne olduğu, bu insanların kim olduğu sorusunu bir kere bile kendilerine sormamıştır. Yani, “Sen neden bir zamanlar sosyalist görüşleri savunuyordun?” diye sormaya kalkarlarsa bana eğer benim yaşımda birisiyse ben ona “Sen neden sosyalist görüşleri hiç savunmadın?” diye sorarım. Anlatabiliyor muyum?
SAĞCISI DA SOLCUSU DA İSHAL OLDU
“Sen neden Müslüman oldun” diye birileri sorarsa ne cevap verirdiniz?
“Müslümanlığın ne olduğunu biliyor musun?” diye soruyla karşılık veririm. Ve “Sen eğer Müslümanlığın ne olduğunu biliyor olsaydın hidayete ermenin ne demek olduğunu da biliyor olman gerekirdi, Fatiha Suresi’ni okuduğunda sana ne söylendiğini de anlıyor olman gerekirdi. ‘Sen, ne zaman Müslüman oldun ve niçin Müslüman oldun’ diye soranlara sen ne zaman Müslüman oldun” diye sorabilirim. Eğer Müslüman değilse de “Neden Müslüman değilsin?” diye sorarım. Eğer birileri benim fikir değiştirdiğimi söylüyorsa bu bana düşmanlıklarından gelir. Kendileri ne olmuşlar kendileri ne olmamışlar onu sormak lazım. Ben hiç görüş değiştirmedim. Benim yaşıtlarım arasında sağ olan ve gençlik ideallerine ihanet etmeyen tek insan benim. Hepsi, sağcısı da solcusu da ishal oldular.
Yani hala sosyalist misiniz? Bu dediklerinizden öyle bir anlam çıkıyor.
Sosyalist düşünce değil. Ben bunu söyledim de yazdım da. Allah, bana 20 yaşımda komünist olmayı nasip etti. Ben de Allah’ın bu lütfuna hiçbir zaman sadakatsizlik göstermedim. Eğer bir insan komünist olmadan Müslümansa bu insanın Ümmet-i Muhammet’e yapmayacağı kötülük yoktur. Çünkü komünist olmak demek, cemaati esas almak demektir. Ferdi olarak namaz kılmak, ruhsat verilmiş bir durumdur. Ancak, namazın esası cemaatle kılınmasıdır. Bizim İslam’ın 5 şartı olarak bildiklerimizin hepsi, Komünistlikten ibarettir. Bir insan neden zekat verir? İslam’ın şartı olduğu için verir. Neden bir insan mülkünün servetinin 40′da birini insanlara dağıtsın? E işte komünistlik yapıyorsun. Düz mantıkta cevabı budur. Ama zekat temizlenmektir. Servetinin pis olan kısmını elinden çıkarıyorsun. Kur’an-ı Kerim’de defalarca belirtiliyor. Kazancınızda hastanın, yoksulun hakkı vardır diyor. Bir kere değil, birçok kere bildiriliyor. Senin kazanç sahibi olman, senin onun sahibi olduğun anlamına gelmiyor. Ne kazanırsan kazan; bunu temizlemiş olman lazım. Senin bunu kullanabilmen için temizlemen gerekiyor. Yani bunlar hesaba katılmadan, gizlice faiz alarak işlerini yürütenlerin, Müslüman addedilmesi, bu dine yabancı kalınması demektir. Allah katındaki dini, yedeğe almak manasına gelmektedir.
MUHAFAZAKÂRLIK MÜSLÜMANLIK YERİNE KULLANILIYORSA BU SAHTEKÂRLIĞA BİR SON VERMEK LAZIM
Peki, muhafazakârlık sizce nedir? Nasıl bakıyorsunuz muhafazakârlığa?
Muhafazakârlık tercüme bir kelimedir. Konservatif kelimesinden türemiştir. Konserve kelimesinden anlaşılacağı gibi “muhafaza etmek” anlamına gelir. Şimdi, Avrupa’da siyaset alanında bu anlaşılabilir bir şey, konservatif olmak. Çünkü Avrupa’da Orta Çağ’dan itibaren hayatın nasıl idame edileceğine dair bir takım kaideler tayin edilmiştir. Bunlar, Hıristiyani, Yahudilikle alakalı veyahut başka bir görüşün uzantısı olan kaideler değildir. Bunlar zaruretin dayattığı, zaruretin icbar ettiği kaidelerdir. Avrupa’da hayat nasıl devam edecek? Bunu bir takım kaidelere bağlamışlar. İşte “Bu kaideler olmadan da bu kaideler terk edilerek de hayatımız devam edebilir” diyen insanlara “liberal” demişler. Yani, konservatif olmayan… Bunun Türk Tarihi ile alakası var. Çünkü Avrupalıları liberal yapan da konservatif yapan da Türk korkusudur. Yani onlar, kendi sahaları içinde “Ne yapacağız da bu durumda hayatta kalacağız” endişesini Türklerin onları orada yaşamaya mecbur etmeleri yüzünden hissetmişlerdir. Şimdi, Türkiye’de Müslüman dememek için muhafazakâr diyorlarsa bu sahtekârlığın bir sonu gelmesi lazım. Müslüman mısın, muhafazakâr mısın? Müslüman’san adı üzerine Müslümanlığın kendi gereklerine uygun hareket etmen lazım. Muhafazakârlık Avrupa’ya aittir. Bilhassa da İngiltere’ye. Muhafazakarlık daha çok İngiliz siyasi algısıdır. İngiltere’nin menfaatlerini “Mevcut kurumlara dayanarak koruyacağız” düşüncesidir.
İSTİKLAL MARŞI NASIL YAZILMIŞSA DERNEĞİ DE O AMAÇLA KURULDU
İstiklal Marşı Derneği’nin kuruluş amacından biraz bahseder misiniz?
İstiklal Marşı ne sebeple yazıldıysa İstiklal Marşı Derneği de bu sebepten kuruldu. İstiklal Marşı ne için yazıldı? Öncelikle bunu açıklayalım. Bugün her milletin bir marşı varsa bizim de İstiklal Marşı’mız var. Hepimiz İstiklal Marşı’nın hikayesini biliyoruz. Bir harbin Zaferle sonuçlandırılmasına katkıda bulunmak üzere yazıldı İstiklal Marşı. İstiklal Marşı yarışmasına girip de finale kalanlara da baksanız, onların da her biri bu espriyi taşırlar. Bağımsızlık ve vatan… Hatta Kemalettin Kamu’nun İstiklal Marşı adayı olarak finale kalan şiiri, “Kim bırakır Türk kızını Yunan’ın koynuna” diyor. İstiklal Marşı’nın yazılma gayesi dediğim gibi vatandır. M. Akif’in metni kabul edilmeseydi, her hangi biri kabul edilecekti. Hangisi kabul edilirse edilsin, bugün yaşadığımız topraklarda bir müstakil devletin kurulmamasına dönük bir şeydir. Yani bu devlet kurulmuş da kabul ediliyor ama Sakarya Meydan Muharebesi’nin sonucunun ne olacağı konuyu belirleyici olacak. Sakarya Meydan Muharebesi’nin kazanılmasına moral tesir uyandıran bir metin olarak İstiklal Marşı doğdu. İstiklal Marşı’na doğduğu zaman itiraz edenler de aslında belli etmeden Sakarya Meydan Muharebesi’nin Türkler tarafından kaybedilmesini içten içe arzulayan insanlardı.
Derneği kurduğunuzda olumsuz yönde tepkiler aldınız mı? Çünkü biliyorsunuz ki, ulusalcı cenah Mehmet Akif ve İstiklal Marşı aleyhtarlığı yapabiliyorlar. Sizin de önünüze engel koymak istediler mi?
Biz Türkler, bütün düşmanlarımızı şaşırtarak hayrete düşürerek bugüne geldik. Hiç böyle olacağını sanmazlardı. Yani benim gençliğim sırasında sosyalist görüşleri savunan gençler arasında bir sıralama yapılacak olsaydı ben, Müslüman’ım diyerek ortaya çıkacak en son kişi ben olurdum. Biz Türkler, her zaman gavurları şaşırtmışızdır. Hayrete düşürmüşüzdür. Yani böyle mi olacaktı? İstiklal Harbi’nin dönüm noktası Sakarya Meydan Muharebesi mi olacaktı? Evet, biz onları şaşırttık, hayrete düşürdük. İstiklal Marşı Derneği de aynı şekilde İstiklal Marşının doğuşu gibi doğdu. Amerika Birleşik Devletleri’nin Türkiye’deki uzantıları bir şekilde milli refleksler gösteren İsmet Özel’i aleladeleştirmek üzere çareler arıyorlardı. Ne zamanki İsmet Özel’in 90′lı yıllardan itibaren İstiklal Marşı Derneği kurmak gibi fikri olduğunu duydular ve buna balıklama atladılar. “Hah” dediler. “Şimdi İsmet Özel’i bu derneğe hapsederiz” dediler. “Onu bir de bal mumuyla örtüp bir de cila sürersek basan kayacak” dediler. Fakat gene şaşırttık. İstiklal Marşı Derneği, hiç onların düşündüğü gibi bir şey olmadı ve alnı açık başı dik bir pozisyonu muhafaza etti.
Son olarak eklemek istedikleriniz var mı?
Ben vatanı, kullukla bağdaştırıyorum. Eğer bir insan Allah’a secde edecekse yönünü Kabe’ye dönmek zorunda. Peki ayakları nereye basacak? Tabii ki üzerinde bulunduğu toprak parçası olan vatanına. Yani bir insan eğer vatansızsa, kul da olamaz. Bana bu cümleleri paylaşma imkanı verdiği için Memleket Dergi’ye ve size teşekkür ediyorum.
Kaynak: İzdiham.

Fikret Bayram Ve Kardeşliğimiz




Kardeşlik… Birçok mefhumumuz gibi maalesef içi boşaltılmış, boşaltılmaya çalışılan bir kavram.  ‘İslam Kardeşliği’ artık birçok Müslüman için hoş bir hayalden öte bir anlam ifade etmiyor. Bazıları daha da cüretkârlaşıp, çıkar endeksli bağları kardeşlik gibi ulvi bağlara yeğ tutuyor. Bu hal, nasıl bir anlam kayması yaşadığımızı da göstermiş oluyor bize.
 Zulme karşı omuz omuza karşı koyabilmek için yardımına sığındığımız kardeşlik ayetleri, kardeşlik hadisleri var. Asr-ı saadetten gözleri yaşartan, yürekleri titreten, şaşkına çeviren kardeşlik tabloları var. Bunların tümünü yok farz edersek dahi insanlığımız var. En temel erdemler var. Ama bütün bu ‘var’lıklar, birlilerinin duyarsızlığını ‘yok’ edemiyor maalesef.
 Bunca sözü Fikret Bayram kardeşimizden bahsetmek için sarfettim. Kardeşimiz, Hizbullah davasından zindanda yatıyor. Kendisi 20 yıldır felçli ve 14 yıldır cezaevinde. Garip bir yargı süreci yaşamış. Kardeşi, abisinin serüvenini şöyle anlatıyor:
 ‘1990'lı yıllarda güneydoğu bölgesinde oluşturulan kaotik ortamda meydana gelen sayısız olaylar sebebiyle bölge halkından birçok kişinin mağdur olması gibi abim de mağdur olmuş ve halada mağduriyeti katlanarak devam ediyor.1992 Nisan ayında meydana gelen bir olay sırasında abim silahla omuriliğinden yaralandı. Vücudunun %92'i felç oldu. Olay sırasında karşı taraftan da bir kişi öldüğü için abim tutuklanarak hastaneye yatırıldı. Ancak 1 yıl süren tedaviye hiç olumlu bir gelişme yaşanmadı. Ağır felçli olarak hayatını tekerlekli sandalyeye bağımlı olarak sürdürüyor. Adli suçlu olarak yargılanıp cinayetten hüküm giydi.
Felçli ve yatalak haliyle 5,5 yıl c.evinde yattı Anayasanın 104. Maddesinde cumhurbaşkanına verilmiş olan af yetkisinden istifade etmek için müracaat etti. İstanbul adli kurumu affa uygunluk raporu verdi. Dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel 1997 Eylül ayında abimin kalan cezasını affedip serbest kalmasını sağladı. Fakat abim herhangi yeni bir suç işlememesine rağmen 2000 yılında ortaya çıkan bir tanık abimin 1992 yılında karışmış olduğu olayın siyasi amaçlı olduğu iddiasında bulundu. Bunun üzerine polis abimi tekrar yakalayıp cezaevine koydu. Lakin abim bu sefer siyasi suçlu olarak yargılandı. Yargılanma devam ederken 4,5 yıl sonra sağlık durumundan dolayı abim 2004 Aralık ayında tutuksuz yargılanmak üzere tahliye edildi.
Devam eden yargı süresi neticesinde abim müebbet hapis cezasıyla hüküm giydi.2009 Mart ayında abim tutuklanıp cezaevine konuldu. Abim anayasal bir hak olan cumhurbaşkanlığı özel affından faydalanmak için tekrar müracaat etti. Ancak 1997 yılında affa uygunluk raporu veren adli tıp kurumu bu sefer affa uygun değildir hastane ortamında cezasının infazı uygundur şeklinde zoraki bir yorumlama ile aksi yönde yeni bir rapor düzenleyip kendisiyle büyük bir çelişkiye düştü.’[1]
 Anayasanın 104. maddesi Cumhurbaşkanı’na ‘Sürekli hastalık, sakatlık ve kocama sebebi ile belirli kişilerin cezalarını hafifletmek veya kaldırmak’ yetkisini veriyor ve bu yetki hem Ahmet Necdet sezer hem de Abdullah Gül tarafından bazı mahkûmlar için daha önce kullanılmış. Son olarak Gül, bazı PKK, DHKP-C mensuplarını ve adli mahkûmları affetti.[2] Yani bu yetkisini kullanabiliyor. Tabi, talebin Cumhurbaşkanı’nın önüne gelebilmesi Adalet Bakanlığı ve bakanlığın ilgili kurumlarına bağlı. Onlar başvuruda bulunanların ‘Sürekli hastalık, sakatlık ve kocama’  gibi bir durumları olup olmadığına karar veriyor ve bundan sonra inisiyatif Cumhurbaşkanı’na geçiyor.
 Fikret Bayram kardeşimizin dosyası, kardeşinin de belirttiği gibi Adlî Tıp’ta takılmış durumda. Ama şu an için AKP’nin hem devlet hem de hükümet olduğunu biliyoruz. Hatırlayın, Erdoğan daha geçen gün ne demişti: ‘Yargıya zaten gerekenleri söyledik, yargı da gereğini yapıyor, biz de parlamento da gereği neyse onu yapacağız’[3] Yani ilkin ‘olur’ sonra ‘olmaz’ diyen bir devlet kurumunun haksızlığına ‘doğrudan müdahale’ edebiliyorlarmış. Demek ki kardeşimizin şu halden kurtulması için aslında ciddi hiçbir yok!
 Bu hususu ne ‘merkez’ denilen medya ne de İslamî basın denilen cenah önemsemiyor. Başkaları için yakılan ‘insanlık’ türküleri kardeşimiz için dile alınmıyor. Mesele burada mazlumları yarıştırmak değil fakat açık bir şey var ki bu memlekette dindar/İslamcı olmak halen bir ‘negatif ayrımcılık’ bahanesi. Tıpkı geçmişte olduğu gibi. Köşe yazarları, sütun yazarları, televizyon programcıları v.s. %90’dan fazla felçli olan Fikret kardeşimizi gündemleştirirse devlet ve hükümet de harekete geçebilir belki. Vicdanen olmasa da siyaseten bunu yapabilirler. Bilhassa İslamcılığın tartışıldığı şu süreçte, İslam’ın ve doğal olarak da İslamcılığın en temel kavramlarından olan Kardeşlik ve Ümmetçiliğin bir gereği olarak, bu tartışmaya katkı sunan aydın ve entelektüellerin Fikret Bayram’ı hatırlamaları gerekir. Biz kardeşimizin yanındayız ve onun mazlumiyetinin ve mağduriyetinin bir an evvel giderilmesini diliyoruz. Rabbimizden, kardeşimizin çektiği derin acıları kendisi için kefaret kılmasını ve ehliyle birlikte cennet köşklerine konmasını niyaz ediyoruz.  إِنَّ اللّهَ مَعَ الصَّابِرِينَ [Bakara, 153]
 ‘Kardeşim, sen parmaklıklar ardında da olsan hürsün
Kardeşim, sen prangalara vurulsan da hürsün
Sen Allah'a bağlandığın zaman
Sana kölelerin tuzağı ne zarar verebilir ki
Kardeşim karanlığın ordularını kökten sileceksin
Ve bununla yeryüzünde yeni bir fecir doğacak
Sen ruhunu bu fecrin doğuşuna teslim et
O zaman fecrin bizi uzaktan karşıladığını göreceksin
Kardeşim, muhakkak ki ellerinden kanlar akmıştır
Ve zillete mahkûm olmaktan yüz çevirmiştir
Muhakkak ki bir gün o şahadet âşıkları
Ebediyet kanı ile cennete yükselecektir’ [Seyyid Kutub – Kardeşim Sen Hürsün]





[1] http://hurseda.net/Cevdet-Kara/4082/Fikret-Bayramin-Kardesinden-Mektup-Var_.html
[2] http://www.hurriyet.com.tr/gundem/8169767.asp?gid=229&sz=12474
     http://www.iha.com.tr/guler-zere-tahliye-oldu-95352-haber
[3]http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1099387&CategoryID=78

4 Eylül 2012 Salı

Hatay'da Olanlar Ne Anlama Geliyor?



Rabbimizin, ‘günleri insanlar arasında döndürmesi’ gereğince şu son iki yılda çok şey gördük. Olmaz denen şeyler oldu. Açılmaz kapıla aralandı. Sönmüş sanılan ateş harlandı ve kalkmaz denilen ümmet ayak-landı. Kimi beldeler ümitlerimizi kırdıysa da bazı beldeler halen bize ümit kaynağı olmaya devam ediyor. Suriye Müslümanları zulmün ve katliamın en ileri şekillerine uğratılmalarına rağmen direniyorlar. ‘Vazgeçmelerini’ ya da en azından ‘pazarlığa oturmalarını’ bekliyor herkes ama onlar sebat içindeler. Muhlis kardeşlerine gülümseyerek güç veriyorlar ve güç istiyorlar; kıyamın, zalimlerin uşağı konumundaki kimi ‘muhalif’ görünümlü ‘muktedirlerce’ çalınmaması için.  Şu ayeti öpüp başa koymuşlar sanki:
"De ki, çalışın! Çalışmanızı Allah da Resulü de mü'minler de göreceklerdir…" [Tevbe–105]’ 
Ama herkesin ayrı bir hesabı var, Allah’ın ve O’na iman edenlerin bir hesabı olduğu gibi ABD’nin, Rusya’nın, Britanya’nın, Erdoğan’ın, Kılıçdaroğlu’nun, Hamaney’in de bir hesabı var. Birileri karşı çıkıyor alabildiğine, birileri hâmi pozisyonunda. Arada ölenler ve zulme uğratılanlar ise birer detay, birer istatistik her iki cenah için de.
Son olarak ise Hatay üzerinden sürüyor Suriye kavgası. İlkin Suriye’de mücadeleye omuz veren Osman Karahan kardeşimizin şehadetiyle oradaki Türkiye’li mücahitler üzerinden bir propaganda yürütüldü birkaç gün. Sonra sıra Hatay’daki Suriyeli mültecilerin nasıl da ‘barbar’ olduğuna dair bir imaj oluşturulmak istendi. Şehirde dolaşan ‘uzun sakallı ve şalvarlı’ insanlardan bahsedildi sanki insan değilmişçesine bir edayla. ‘Halk rahatsız’mış, ‘bu adamlar da kim’miş. ‘Esnafa para vermiyorlar’mış alışverişlerde. ‘Neredeyse patlayacak’mış şehir. Bunları diyenler on yıllardır batılılara ‘Türk halkının misafirperverliğinden’ bahsedenler değil mi? Ne oldu da şimdi, size neredeyse peş parasız ve çulsuz gelen mazlumlardan rahatsız oldunuz? Yoksa bunlar Müslüman diye mi? Yoksa Irak’ta başlayan, Suriye’de devam eden, şimdi de Lübnan’a sıçrayan Alevi-Sünni savaşını batılı kâfirler lehine buralarda da yürürlüğe koymak mı çabanız? Elbette o yöre halkından birtakım insanlar ya Aleviliklerinden ya da kapitalistliklerinden dolayı rahatsız olmuş olabilir. Ama kardeşleriyle daha düne kadar aralarında sınır olmayan, tel örgüler çekildikten sonra bile her türlü maddî ve manevî alışverişe devam eden Hatay, ‘defolun gidin’ mi diyor Müslümanlara? Böyle bir şey söz konusu değil kanımca. Yürütülen yeni bir psikolojik harekât. Çok yönlü ve çok katmanlı bir hamleler savaşı.
Muhalefet, ABD’yi ve ‘batının egemen güçleri’ni boyuna eleştirmesine rağmen kendisi ve yakını olan medya eliyle ‘El-Kaide’ yaygarası koparıyor. ABD’nin ağzıyla konuşuyor. Mültecileri El-Kaide’li göstererek ‘geberip gitsinler’ demeye getiriyor. O cenah ve batılı medyacı, politikacı dostları bunu hep yapıyor zaten. Öyle ki El-Kaide ile ilgisi olmasa da İslami yönetim talebindeki her oluşumu bu yaftayla mahkûm etmeye çabalıyorlar. Tıpkı ABD ve batılılar gibi ‘terör’ kavramı üzerinden İslam’a ve Müslümanlara cephe açıyorlar. Tabi bu hususta hükümet de pek farklı bir tavırda değil açıkçası. Her yıl birkaç kez yapılan ‘El-Kaide operasyonları’nda tutuklananlar sakallı, şalvarlı kişiler ve çoğunun doğrudan bu örgütle ilgisi bile yok. İşte CHP ve merkez denilen medya ve onların ulusalcı küçük kardeşleri hem bir iç siyaset malzemesi olarak hem de İslam’a duydukları derin kinlerinden Hatay meselesini manipüle edip güncel bir ‘irtica’ yaygarası kopartıyorlar. Hatay’a göçen Suriyelilerin mazlum ve sürülmüş olmalarının onların nezdinde hiçbir değeri yok. Geçmişte Filistinlilerin katledilmesine de benzer tepkiler vermiş, Hamas ile PKK’yi bir tutmak suretiyle İsrail taraftarlığı yapılmıştı.
Hükümet ise birilerinin iddia ettiği gibi İslamî ve insanî endişelerden değil tamamen pragmatik/çıkarcı kaygılarla yaklaşmaktadır meseleye. Eğer tersi bir durum olsaydı Türkiye askeri Afganistan’da kardeşlerimizin katline katılmazdı. Yine Libya’da NATO komutasında işlenen zulümlere iştirak etmez, Kürecik’e onay vermezdi. ABD, dün Afgan-Rus savaşında yaptığını bugün Türkiye eliyle yapmak istiyor. Suriye’de bir şekilde güdümüne aldığı muhalifleri yönlendirmeye çalışırken, kendisinin ‘devrim sonrası süreçten emin olmasını’ engelleyen İslamî yapıları Davutoğlu eliyle yönlendirmek istiyor. AKP’nin hükümet olalı beri bu yolda yürümüştür. Suriye meselesine de bakışı başından beri böyledir. Apaydın Kampı’na bir de böyle bakmak lazım. Orada kimseyle görüştürülmeyen Hür Ordu elemanlarına nasıl bir müfredatla ders veriyorlar? Demokrasi’ye ısındırma çabaları mı yoksa?
Irak’ta binlerce kardeşimiz şehid edilip, mübarek değerleri çiğnenirken ABD’ye kucak açan da yine bu hükümetti. Ve onlar için bugün yapılanın yardımların onda biri dahi yapılmamıştı. Burada ‘mücahitler gelmesin tedavi olmasın, mülteciler Suriye’de kalsın’ demek istemiyoruz elbette. Bu saçmalıktır. Fakat AKP’yi İslam’ın hâmisi gibi göstermek de saflık değilse zalimliktir.
Suriyeli Mücahitler de geçmişte Afgan kardeşlerimizin düştüğü hataya düşmemek için kendilerine yardım edenlerin ileride bir şeyler talep edeceklerini unutmamalıdır. Kendileri ve dava arkadaşları iki yıl öncesine kadar Esad zindanlarında çürümeye terk edildiklerinde AKP hükümeti Esad’a ‘aile dostu’ muamelesi çekiyordu. Allah elbette bu sıkıntılı günleri nusretiyle güvene çevirecektir. Yalnızca O’ndan yardım dilenmek ve yalnızca O’nun hükmüne rıza göstermek gerekir. Bunu sağlayabilmek için de fikrî ve siyasî uyanıklığa sahip olmak lazımdır. Fikren uyanık olup İslam’ın ve Hilafet’in dışında ne demokratik ne de despotik hiçbir çözüme raı olmamak, siyaseten de batılı devletlerin ve onların coğrafyamızdaki uzantılarının hamlelerini boşa çıkarmak lazımdır. İnşallah da Suriye bunu sağlayacak veya en kötüsü Hilafet’in ikamesi için gerçek bir nüve olacaktır. Duamız ve temennimiz budur. İnşallah rabbimiz isteğimizi çevirmeyecektir. 

Şanlıurfa Cezaevi ve Türkiye’de İnsanın Değeri


Her gün onlarca belki yüzlerce insani kriz yaşanıyor bu memlekette.  Sadece gazetelerin 3. sayfa haberlerine bakmak bile kâfi bu durumu anlamak için. Fakat bizler bu krizleri kanıksamış bir halde olduğumuzdan bakıp geçiyoruz, önemsemiyor, hatırlamıyoruz. Ama bazen bu yıkımlar gözümüzün içine sokulacak kadar yaklaşıyor bize. O zaman biraz da olsa irkiliyoruz. Bu irkilmeyse çoğu kez ah vah demekle geçiştiriliyor. Oysa bu olayların hiçbiri münferit olaylar değil! Üzerimizde icra edilen bir düzen var ve bu düzen sürekli problem yaşıyor, acı ve sıkıntı çektiriyor halkına.
 İşte son yakıcı örnek Şanlıurfa Cezaevi!
Türkiye’de cezaevi koşullarının berbatlığı uzun süredir devam eden bir mesele. Bütün hapishanelerin uygunsuz ortamı orada kalan veya yakınları mahkûm olan insanlar tarafından biliniyor. Ama Şanlıurfa Cezaevi biraz ‘beterin de beteri’ bir durum arz ediyor. Kendim, bir yıldan fazla Şanlıurfa’da E Tipi Cezaevi’nde, bir süre de yakılan C-15 koğuşunda; 8 ay kadar da Sincan F Tipi’nde kalmak zorunda bırakıldım. Bu nedenle bütün anlatacaklarımın ilk elden bilgiler ve bireysel tecrübelerin bir neticesi olarak görmenizi rica ederim. Ki aynı koğuş (C-15) daha önce de (2010 yılı) bir tutuklunun ‘kendini battaniyeye sarıp yakarak öldürmesi!’ne tepki olarak çıkarılan bir isyanda ateşe verilmişti. Bir insanın elinde sadece bir çakmakla, kendini battaniyeye sarıp yakması ne kadar mümkündür, siz düşünün. Oysa tutuklu yakınları oğullarının başında çok derin darbeler olduğu teşhisinde bulunmuşlardı.
Cumartesi günü 13 tutuklunun ölümü, 5’inin de yaralanması ile neticelenen isyan veya kavga! İsmine ne derseniz deyin. Bu önemli değil! Önemli olan bu olayın neticesinde insanları ölmesi. Hem de yanarak! Aşırı sıcaklardan (40-45 hatta kimi kez 50 derece) günlük yaşantının bile zorlukla sürdürülebildiği bir şehirde mahkûm olmak; küçücük odalarda, balık istifi şeklinde, suyun birkaç saatliğine verildiği, tuvalet ve banyo ihtiyacının, uyku ihtiyacının ‘sıraya girilerek’ karşılanabildiği (daha doğrusu karşılanamadığı) bir hapishanede mahkûm olmak... Bakmayın yetkililerin ‘tadilat vardı o sebeple kalabalık oluştu’ demelerine. Yıllardır %300 dolu bir cezaevi burası. 350 kişilik yerde 1000 küsur kişi kalıyor yıllardır. İçerisinde hücrelerden bozma odalar var ki buraları ancak 2 kişinin kalabileceği yerlerken haberlerde de okuduğunuz gibi 18 kişi kalıyor, hatta mevcut bazen bu sayının bile üstüne çıkıyor. Öyle ki tuvaletlerin önüne bile yataklar seriliyor.
Türkiye vatandaşı iseniz insan değeri görmüyorsunuz, bunu anlamalıyız. Hastanede, askerde, mahkemede… Ama cezaevindeyseniz daha da katmerleşiyor zulüm. Zira suçlusunuz ve her şeyi hak ediyorsunuz!
Olayın sebebi ‘kavga’ mı yoksa bilinçli bir ‘isyan’ mı diye tartışmak aslında pek önemli değil! Zira bahsettiğimiz gibi öyle şartlar altında yaşatılıyor ki o insanlar, bir kavga da olsa isyan da olsa bu, devletin sağladığı koşullar ile ilgilidir. Sol kesimin uzun bir süre ‘gelmesin’ diye mücadele ettiği F Tipi cezaevleri, Şanlıurfa cezaevinin yanında beş yıldızlı otel gibidirler. Burada herhangi bir mübalağa veya edebiyat yok emin olabilirsiniz. Basık ve su damlatan tavanlar, daracık odalar, tıpkı bir köpek kulübesi şeklinde tasarlanmış müşahede alanları… Hiçbir sosyal, kültürel, sportif faaliyetin olmadığı, kapalı görüşlerin neredeyse birkaç dakika sürdüğü, açık görüşlerin kalabalık ve gayr-i insani şartlarda yere bir battaniye serilerek gerçekleştiği, mahkûmların sıkıntıdan, moral bozukluğundan, kavga için bahane arar bir hale geldiği bir cezaevi...  Sözde ıslah ve terbiye evleri öyle mi? Bir düşünün kışın battaniye talebiyle yazılan dilekçeye şu not düşülüyor cezaevi idaresi tarafından: ‘Battaniye yoktur. Sizde varsa siz bize gönderin.’
Hem İslam’ın insan sorunlarını çözmesine müsaade etmeyeceksiniz hem bunu talep edenleri hapishanelere dolduracaksınız hem de onlarla beraber bütün doldurduğunuz o insanları hayvanların bile layık görülmeyeceği bir uygulamaya tabi tutacaksınız! Adaletsiz bir ekonomik dağılım, kadın-erkek ilişkilerindeki sakat ve ters yüz olmuş hal, bireyselliğin getirdiği yozlaşı ve bencillik vs… Bütün bunların sağladığı suç ortamı, hırsızlık, gasp, cinayet, tecavüz, dolandırıcılık ve dolup taşan cezaevleri. Burada belki değinilmesi gereken çok nokta var. Mesela ‘suçu ortaya çıkaran sebepler üzerinde durup suçu ortadan kaldırmaya çabalamak yerine, suçluyu cezalandırmaya odaklanmanın sakatlığı meselesi’ fakat şu var ki şu anki meselemiz, daha ziyade cezaevlerine doluşturulan insanların -suçlu veya değil- hiçbir insana reva görülemeyecek şartlar altında zulüm görmeleridir. Hem de putperest toplumlarda görülen bir ayrımcılığa tabi tutularak… Bakınız bir örnek olarak, Mehmet Ağar’ın  "cürüm işlemek için silahlı teşekkül oluşturmak" suçundan 2 yıllık hapis cezasını çekeceği Aydın'ın Yenipazar ilçesindeki K-1 Tipi Kapalı Cezaevi, Ağar’ı, ağırlayacak diye, baştan aşağı tadilattan geçiriliyor, cezaevindeki 24 mahkûmdan 21’i başka cezaevlerine naklediliyor, güvenlik için asker sayısı artırılıyor… Hatta Mehmet Ağar, bu izzet u ikrama: "Otele gitmiyoruz" diyerek karşılık veriyor… Şanlıurfa’da ve diğer cezaevlerinde, tutukevlerinde, hapishanelerde dayanılmaz sıcaklar altında, kışın soğuklar altında ceza çektirilen mahkûmlara bir klimayı lüks gören devlet, kendi -eski- İçişleri Bakanına tüm bu lüksleri sağlamaktadır.
Son olarak hayatını kaybeden kardeşlerimize Allah’tan rahmet diliyor ve yakınlarına sabr-ı cemil niyaz ediyoruz. İnsana, insanca muamele eden, cezalandırması dahi rahmet olan ahkâm-ı şer’iyye’nin tatbikini bir an evvel görmeyi bizlere nasip etmesini Allah Subhanehu’dan niyaz ediyoruz.
"Yeryüzünde bir haddin uygulanması, insanlar için otuz veya kırk gün boyunca her sabah yağmur yağmasından daha hayırlıdır."
(Ahmed B. Hanbel, Müsned,8383; Neseî ve İbn-i Mace rivayet ettiler.)

Kürdistanî İslamî Partisi Sıdkı Zilan ile röportaj


1. Sayın Zilan, okurlarımızın sizi daha yakından tanıyabilmesi için kendinizden biraz bahsedebilir misiniz?
Bu sorunuza cevap olarak (http://tr.wikipedia.org/wiki/S%C4%B1dk%C4%B1_Zilan) linkini ve medyaya yansıyan diğer malumatı önerebilirim.
2. Nisan ayı sonlarında ‘Kürdistanî İslamî’ isminde bir parti kurma çalışmanızın olduğunu ve neticelendirmek üzere bulunduğunuz kamuoyuna duyurdunuz. Böyle bir çalışma ile amaçladığınız şeyler nelerdir? Şu an hangi süreçtesiniz? Faaliyet takviminiz nedir?
Kuzey Kürdistan’daki özgür ve siyasi faaliyetlerinde özerk bireylerin bir araya gelmesiyle; İslamî sorumluluk gereği Kürdistan’da İslamî bir inisiyatif başlatma kararımız vardır. Bu kararımızı 9 Haziran’da Diyarbakır’da yapacağımız toplantıda olgunlaştırıp, 10 Haziran günü de kamuoyuna duyuracağız.
3. Siz İslamî kültüre ve İslamî çevreye aşina bir şahsiyetsiniz. Ki kurmayı planladığınız partinin ismi de bunu vurguluyor. Yine hitap ettiğiniz çevrenin de dindar Kürtler olduğunu ifade ettiniz. Malumunuzdur ki İslamî yöntem bağlamında demokratik/laik araçların kullanılması tartışılan bir mesele. Sizce demokrasi ile İslam çelişmiyor mu? Demokrasi’nin İslamî harekette bir araç olarak kullanılması ne kadar doğru?
Bu konuya ilişkin çok sayıda çalışma vardır ve tüm bu çalışmalardan istifade ediyoruz. Demokrasi ile laiklik ayrı kavramlardır. Malumunuz İslamî ıstılahlar ile çağımızdaki (çoğu batı kökenli) kavramların çakıştığı yönler olduğu gibi, çeliştiği yönler de vardır. İşlerin istişare ile yapılması Kur’an’ın emri olmasına rağmen, demokrasi ile istişarenin aynı şeyler olduğunu söylemek doğru değildir. Ancak Türkiye şartlarında Kemalist-Faşist diktanın ismi de cumhuriyet olmasına rağmen, uygulama cumhurun görüşüne ters olmuştur. Haliyle kirletilen kavramlara değil, o kavramların hakiki manasına yani kitabi ve ilmi manasına bakmakta fayda vardır. Haliyle Cumhuriyetin, Demokrasinin İslam’la bağdaşmadığını ileri sürmek sorunlu bir meseledir. Keza, İslam=Demokrasi ve Cumhuriyet denklemi de yanlıştır. Bir din ile dünyevi meselelerin belli zaman dilimlerinde çözümüne dair beşeri çözümlerin aynılık arz etmesi zaten mümkün değildir. İslam, siyasi açıdan devlete, idareye, uygulamalara ilişkin belli bir alanı insanların kendi iradelerine bırakmıştır. Zaman ve zemine göre, insanların, toplumun, ümmetin maslahatına uygun olan çözümler dillendirilmiş ve uygulama şansı bulmuştur. Haliyle Adil bir devlet-yönetim İslamî olana daha yakındır. Adil olmayan yönetimler ise İslamî iddiasında da olsa İslam’a aykırıdır. Haliyle Krallık, Monarşi, Hilafet, İmamet, Cumhuriyet, Demokratik Cumhuriyet, Tek Parti, Çok Partili yönetim, Sosyalist veya Kapitalist sistem vs. tartışması güncele dairdir. Müslüman dediğimiz İnsanlar bu dünyada yaşıyorlar ve bulundukları ülke-siyasi sınırlara göre de sorunlara muhataptırlar. Yere ve zemine göre en İslamî olanı ne ise veya başka yol yok ise ehveni şer hangisi ise onunla amel etmekle mükelleftirler.
Yerine göre bir monarşi pek ala İslamî bir yönetim olabileceği gibi, aksi de mümkündür. Keza, cumhuriyet yönetimleri de diktatör olabilecekleri gibi, İslamî bir yönetim biçimini de benimseyebilirler. Monarşik Demokrasiler olduğu gibi, sosyalist veya kapitalist demokrasiler de olabilir. Bu noktada araç veya amaç olarak değil de sorunları halkın tasvibine göre çözme, halkın yönetimde söz sahibi olması, halkın yöneticilerini seçmesi ve denetlemesi manasında demokratik bir zeminin İslam’a aykırılığı ileri sürülebilir mi tartışması yapılmalıdır. Keza, İslamî demokrasi meselesi veya ödünç kelimelerle İslamî siyaset yapma meselesi de tartışılarak bir neticeye varılmalıdır. İslam düşüncesinin kendini yenilemesi, şartlara ve zemine-zamana göre fıkhi fetvaların verilmesi elzemdir. Toplum, sosyal ve siyasi hayat donuk olmadığı gibi, İslamî siyasi literatürün de zenginleştirilmesi gerekmektedir. Türkiye şartlarında dernek, vakıf, parti, meslek odası, STK’lar fiilen vardırlar. Bu araçlardan istifade etmek caiz mi değil mi meselesi; hayatın için de mi olalım yoksa kenardan mı seyredelim sorusuyla da ilgilidir. Bu araçları hizmet için seçenler, sosyal ve siyasi hayata müdahil olanların iddiası yegâne yol ve yöntem budur demediklerini biliyoruz. İslamîlik iddiası ise birçok soruya verilecek cevaptan sonra bir mana ifade eder. Her insan fiillerinden, sözlerinden, yaptıklarının bilinen ve beklenebilecek neticelerinden sorumludur. Allah’ın rızası, halkın maslahatı, adalet, ıslah esas olmalıdır. Buna hizmet etmeyen adımlardan uzak durulmalıdır.
4. Kamuoyunda, ilerleyen süreçte anayasadaki 86. Maddenin değişme ihtimalinden bahsediliyor. Yani içinde laikliğe ve demokrasiye bağlılığın bir şart olarak bulunmayacağı bir anayasa maddesinden söz ediliyor. Sizce böyle bir durum olursa doğrudan İslamî yönetimi, hilafeti, İslam devletini isteyen partiler kurulabilecek midir?
Bugün bile laikliği esas almayan, hatta laikliğin anayasa ve mevzuattan çıkarılmasını savunan siyasi partiler kurulabilir. Şiddeti savunmayan her türlü siyasi parti kurmak mümkündür. Demokrasi eleştirisi mümkündür.
5. Siz, hitap ettiğiniz kesimi ‘Kuzey Kürdistan’daki dindar Kürtler’ diye tarif ettiniz. Bu durum yerelin de yereline sıkışmak değil midir? Yani Türkiye’nin ümmetten ayrılan ‘ulusal’ endişeleri, Kürt ulusçularının yerel endişeleri derken siz bu duruma bile bir parantez açıyorsunuz. Müslüman kavimlerin problemleri birbirinden ayrı mıdır?
Hz. Muhammed (SAV) bile önce kavminden başlayarak tebliğ yapmıştır. Tüm uzun mesafeler mütevazı adımlarla kat edilmiştir. Birey, aile, yakın çevre, memleket, doğal coğrafya, komşu coğrafya, kültürel muhit, Kürdistan, Türkiye, Ortadoğu, Asya-Afrika, Avrupa ve tüm dünya diye tedrici olarak coğrafyaya göre plan ve proje yapmak maslahata ve İslam’a daha uygun olabilir. Tüm hareketler bir yeri kendilerine üs olarak, lojistik destek merkezi olarak seçip, diğer coğrafyalara yayılmışlardır. Bugün İslam âleminde İran Şii camianın merkezidir. Suudi başka bir merkezdir. Fethullah Hoca Cemaatinin merkezi Türkiye’dir. İhvan Hareketinin Merkezi Mısır’dır. Nurculuk Türkiye merkezlidir. Merkezi ve zemini olmayan bir hareket etkisiz, afakî bir harekettir. İslam’ın değil ama biz Müslümanların belli bir coğrafyada örgütlenme sorunu vardır. Vakıa olarak biz Kuzey Kürdistan’da yaşıyoruz ve Kuzey Kürdistan’da siyasi olarak, içtimai olarak ve İslamî olarak işler yolunda değildir. Kürdistan İslam coğrafyasının kalbi veya önemli bir parçası ise bu sorundan sarfı nazar edip uzak mesafedeki bir soruna el atmamız fiilen imkânsızdır. Önce kendi coğrafyamızda adaleti ikame ettikten sonra komşu coğrafyalarla bütünleşmek, yardımlaşmak daha doğrudur. Bu sorunlara duyarsız kalmayı gerektirmez. Zaten Kuzey Kürdistan halkı tüm İslam coğrafyasına karşı duyarlıdır ve sorumluluğunu fazlasıyla yerine getirmektedir. Peygambere saygı mitingleri, Filistin’e destek mitingleri, İslam coğrafyasının işgaline karşı en büyük itirazlar Kürdistan coğrafyasından gelmektedir. Buna rağmen Kuzey Kürdistan Türkiye Kemalist devletinin askeri, siyasi ve kültürel işgali altında bulunmaktadır. Özgürlük ve adalet talebi bizim için güncel ve acil bir taleptir. Aksi halde ne kendimize ne de İslam coğrafyasına ve ümmete bir faydamız olamaz.
Türkiye siyasi sınırları Kemalistlerle, İngiliz ve Fransızların ortak mutabakatı ile belirlenmiştir. Ve bu mutabakat ile Kasrı Şirin ile Osmanlı-Safevî mutabakatı ile bölünen Kürdistan ikinci bir bölünmeye (Lozan anlaşması) maruz kalmıştır. Bu siyasi sınırlar meşru değildir. Haliyle Kürdistan’ın bütünlüğü İslamî bir sorumluluktur. Çünkü aynı dili, dini, kültürü paylaşan insanların arasını zorla ayırmıştır. Düne dair mecburiyeti ileri sürenler, bugün hangi maslahata binaen bu yapay sınırları savunmaktadır. Türkiye kelimesi Türk İli anlamına gelir. Haliyle ilmen bu tabir yanlıştır. Fırat’ın doğusu Kürdistan’dır, Türklerin ili değildir. Türkleri kayıran, Kürdistan halkının toprağını onların egemenliğine veren bir anlayışın İslamî olmadığı aşikârdır. Haliyle adalet ve özgürlük talebi için çalışmak, örgütlenmek, mazluma yardım etmek, zalimin karşısında durmak İslamî bir sorumluluktur. Bizim Türk, Arap veya Fars halkına bir husumetimiz yoktur. Husumetimiz rejimlere, zalim yöneticileredir.

Kürtaj, Uludere ve Manipülasyonda Zirve Yapmak


Makyavel, bir gün çıkıp gelse ve ‘Şu kadar asırdır beni en iyi anlayan öğrencim kimdi acaba?’ diye bir gözlemde bulunsa, herhalde Erdoğan onun takipçileri içerisinde ilk üçe girerdi. Hatta ‘Yahu‘hedefe götüren her yol mubahtır’ diyen bendim. Fakat sen ustanı dahi geçmişsin.’ deyip şapka çıkartarak eğilebilir, Başbakanın önünde.
Tabiî Türk siyasetinde bu koltuğa en layık görülen kişi Süleyman Demirel’dir çoğumuza göre. Ama Erdoğan, son yıllardaki çabasıyla onu da sollamış görünüyor. Ki zaten kendisi de ‘ustalık’ dönemine girdiğini söylüyor.İşte yine müthiş bir bağlama tekniğiyle ne yaptı etti, kürtaj meselesi ile Uludere’de katledilen Müslümanları aynılaştırdı. Öylesine kirli bir ortamda hayatımızı idame ettirmeğe çalışıyoruz ki bütün kavramlar, meseleler bir Firavun sihirbazı marifetiyle birbirine düğümlenmiş adeta.
Kürtajın İslamî açıdan savunulabilir tarafı yok. Ve bir zamanlar ‘aile planlaması’ diye bu memlekette sıkı bir şekilde uygulanmaya çalışılan şeyler tamamen bir kandırmacadır. Ama neden nüfus artışı bu denli istenen bir şey halini aldı siyasetçiler tarafından? Bu soruyu sormamız lazım. Bizim kalabalıklaşmamızı neden istiyorlar? Bu soruyu da. Pazara ve tüketime daha müsait bir toplum, asker ihracına daha müsait bir ülke olmamız için mi yoksa? Bunu da. Öyle diyordu ya George Soros: ‘Türkiye’nin en iyi ihraç ürünü askerdir.’Mesela, Afganistan işgaline, Libya işgaline meşruiyet kazandırmada kullanılacak ‘birkaç adet’ asker! İslam Ümmeti'ni Kürt ulusu, Türk ulusu diye biraz daha ayrıştırmak için kullanılacak birkaç er ve erbaş! Asgari ücretlerle, birkaç aylık sürelerde; ot yolacak, yer süpürecek, fabrikalara, tersanelere yollanacak işçi sağlamak; TÜSİAD’lara, yabancı sermayeye. Ne diyordu Erdoğan mayınlı tarlaları özelleştirileceği vakit: ‘İzak çalıştıracak, Hasan da çalışacak.’
Hem neden, kürtajdan önce kürtajı vareden ortam konuşulmuyor? ‘Gençleri zaptedemezsiniz, onlara bekçilik yapamazsınız" diyor bazıları. Öyle ya, Demokrasi ve Özgürlükler fikrinin bu kadar propagandasını yapıp daha sonra bunun bir neticesi olan kürtaja karşı çıkmak bir çelişki değil mi? Allah Subhanehu, gençlere de evlilere de ‘zinaya yaklaşmayın’ diyor ama bugün ücretli olsun gönüllü olsun her türlü zina gayet ulaşılabilir bir şey. Bu hükümet eliyle her yere prefabrik konut gibi dikilen onca üniversitede -ki eğitim kalitesi açısında "üniverlise" desek daha doğru olur- neler yaşanıyor herhalde biliyorlardır. Bırakın üniversiteyi, lise ve ilkokulların orta kademelerinde bile neler dönüyor bilmeleri lazım. Tabiî bazı Müslümanlar kürtaja getirilen yasağın ‘yavaş yavaş’ gerçekleşen değişimin bir parçası ve Türkiye’de İslam’ın hâkim kılınmasına doğru atılmış bir adım daha olduğunu düşünüyor. Ama istatistikler bile onları desteklemiyor. Mesela, on yıllık süre içerisinde genelev sayısında gerçekleşen yüzde elliye yakın artış… Acaba orada vesikalandırılıp fuhşa zorlanan onca kadın da öldürülmüş olmuyor mu? Aynı şekilde uyuşturucu ve içki tüketimindeki artan kullanım miktarı… Böylece ilerleyen bir fahşa ve yozlaşı varken nasıl oluyor da halen ‘yavaş yavaş düzelme’den bahsedebiliyoruz?
Meselenin Uludere olayıyla irtibatlandırılmasına gelince... Başbakan’ın "Her kürtaj bir Uludere’dir" sözü manipülasyonun zirvelerini zorluyor. Kendisini eleştirenleri bu şekilde susturmak, ancak üstün bir perdeleme yeteneğiyle gerçekleştirilebilir. Anne karnındaki ceninleri siyasî malzeme yapacak kadar pragmatist/makyavelist bir zihnin ürünü olsa gerek. Bir de nüfusun artmasından yana olduğunu iddia eden Başbakan’a şu soruyu sormak lazım: "Siz var olan nüfusunuza nasıl bir hayat imkânı sunuyorsunuz?" Öyle bir devlet düşünün ki 34 vatandaşını ‘yanlışlıkla’ öldürülüyor ve onların yakınlarının üzerine birkaç lira atıp"sesinizi kesin" diyor, bu kıyımı ‘tebrik edercesine’ de Genelkurmay Başkanı’na teşekkür ediyor. Hatta çevreden gelen her türlü eleştiriye, işten attırma ve benzeri taktiklerle haddini bildiriyor.
Oysa Uludereliler sırf Müslüman oldukları için katledilmişlerdir. Kürtaj yasağı gibi tamamen güdümlü ve git gide magazinsel bir hale gelen bir meseleye alet edilmemeliydiler. Ortadoğu’da devlet veya devletler eliyle öldürülen neredeyse bütün insanlar; Kürt, Türk, Arap olduğu için değil, İslam olduğu için öldürülüyor. Müslüman olduğumuz için cezalandırılıyoruz; küresel kâfirler ve onların yandaşları eliyle... Eğer Türkiye ve Irak arasında, tamamen küfür marifetiyle çizilen sınırlar olmasa idi bugün o insanlar ne ‘terörist’ ne de’kaçakçı’ denilerek katledilemezlerdi. Onlar kaçakçılık yapmıyor zira. Gidip geldikleri yerlerde dindaşları, akrabaları yaşıyor ve buralar, yakın bir zaman kadar oralarla tek bir parça halinde yaşıyordu. Ahmed Arif’in dizeleri ne kadar da iyi anlatıyor bu durumu:
‘Pasaporta ısınmamış içimiz
Budur katlimize sebep suçumuz
Gayrı kaçakçıya çıkar adımız
soyguncuya, hayına...’
Başbakan ‘dünya lideri’ imajını parlatmak için hiçbir fırsatı kaçırmıyor. Nüfus meselesiyle uğraşmasının sebebi de tıpkı özendikleri Batılı devletler gibi kendilerinin de bir ‘devlet politikalarının’ olduğunu ispatlama isteği olabilir. Her ne olursa olsun. ‘Kelle’ sayımızı artırmakla bize bir iyilik yapılmıyor. Mühim olan onca insanın nasıl bir ortamda yaşadığı, öldüğüdür. Ve bunun İslamî açıdan ne ifade ettiğidir.