24 Temmuz 2014 Perşembe

" Kardeşim bu akşam Kadir Gecesi'dir beni camiye götürmeni istiyorum"






‘‘Nazım Hikmet, Nisan 1957'de Bükreş'e geldiğinde Romanya Komünist Partisi tercüman olarak beni görevlendirdi. Nazım Hikmet, Athena Palace Oteli'ndeki odasında bana ‘Kardeşim, bu akşam Kadir Gecesi. Bu akşam beni camiye götür' dedi. Onu Komünist Partisi'nin bilgisi dışında, gizlice Carol Camisi'ne götürdüm. Ama orada başıma neler geldi neler...'' Prof. Mustafa Mehmet yıllarca sakladığı bu sırrı anlatırken heyecandan terliyordu. 





Yıl 1957, Ramazan ayının 27'nci günüydü. Romanya Bilimler Akademisi Tarih Enstitüsü'nde çalışıyordum. Enstitü Müdürü beni odasına çağırınca çok heyecanlandım. Komünist rejimde bir işçinin müdürü tarafından odasına çağrılması pek hayra alamet değildi çünkü. Bana ‘‘Otur'' dedi. ‘‘Scinteia Gazetesi'ni okudun mu?'' O gazete İşçi Partisi Merkez Komitesi yayın organıydı. Evet, dedim. ‘‘O zaman Nazım Hikmet'in Bükreş'te olduğunu duymuşsundur'' dedi. Beni şöyle aşağıdan yukarı doğru süzdü. ‘‘Hemen evine git, elbiselerini değiştir ve Athena Palace Oteli'nde kalan Nazım Hikmet'in yanına git. Nazım Hikmet Türkçe bilen biriyle konuşmak istiyormuş. Ne isterse ona göre hareket et.'' Ardından ‘‘Bize de bilgi ver'' diye ekledi. 



Athena Palace Oteli'nde Nazım Hikmet'in odasının kapısını ürkek ürkek tıklattım. Kapıyı kendisi açtı. İriyarı bir insandı. Çok heyecanlanmıştım. İçimden ‘‘Ey garip Mustafa, sen nire, Nazım Hikmet nire'' dedim. ‘‘Türkçe konuşan sensin değil mi?'' diyerek beni odasına buyur etti. Odada Ankara mı, İstanbul mu bilemediğim bir radyo çalıyordu. Yanında sonradan adını yanlış hatırlamıyorsam Galina (Nazım'ın doktoru ve sevgilisi Galina Grigoryevna Kolesnikova olsa gerek) olduğunu öğrendiğim hanım da bana tebessüm etti. 



ŞOFÖR GİTTİĞİMİZ YERİ BİLSİN İSTEMEDİ



Nazım Hikmet bana ne iş yaptığımı sordu. Gözlerinden Türkçe bilen biri ile konuşmanın mutluluğunu okuyordum. Birden sandalyeden ayağa kalktı ve bana tok bir sesle ‘‘Oruç tutuyor musun?'' dedi. ‘‘Kardeşim bu akşam Kadir Gecesi'dir. Beni camiye götürmeni istiyorum.'' 



Şaşkınlık içinde, olur efendim, diyebildim. İçimden, ‘‘Allah Allah! Koskoca bir komünist nasıl olur da...'' diye geçirdim. Siz akşam ezanından sonra hazır olun, dedim. Devlet ona bir araba tahsis etmişti. Teravihe kadar camiyi ziyaret ederiz diye anlaştık. Odadan çıkınca beni bir panik aldı. Teşkilata haber versem bir türlü, vermesem bir türlü. Şimdi yıkıldı orası ama Carol parkının içinde bir göl, ortasında bir adacık, onun üstünde de şirin bir camimiz vardı. İmama önceden haber verdim. Çok önemli bir misafiri akşam ile teravih namazı arasında camiyi ziyarete getireceğimi ve küçük bir mevlit programı yapmasını istedim. 



Nazım ve yanındaki hanımla camiye doğru yola çıktık. Nazım Hikmet, gittiğimiz yeri şoförün bilmesini istemiyordu. Arabayı camiye uzak bir yerde durdurttu, şoförü yolladı. Cami yarıya kadar doluydu ve mevlit okunuyordu. Nazım Hikmet için caminin ortasına bir sandalye konulmuştu. Nazım sandalyeye oturdu. Yanındaki hanım ise ayakta durdu. İmam bana mevlitten kısa bir parça okumamı istedi. Ben de Ey Azizleri okudum. Nazım dinledi. Sonra cemaate ünlü şairin aramızda bulunduğunu duyurdum. İşte bu sırada Nazım kalkıp, cemaate ‘‘Ben komünistim. Ama sizleri böyle cami gibi kutsal bir mekanda derli toplu görmekten son derece mutlu oldum ve çok duygulandım'' dedi. 



CAMİDEN ÇIKINCA FENALAŞTI, YIĞILDI



Vedalaştık ve camiden çıktık, köprüyü geçtik. Birkaç adım attıktan sonra Nazım sendelemeye başladı. Eliyle göğsünü tuttu. ‘‘Kardeşim ben ölüyorum'' dedi. Yere doğru yığılırken, bir kolundan ben diğer kolundan ona eşlik eden hanım zorlukla doğrultup parktaki bir kanepeye yatırdık. Hayatımın en güç anlarını yaşıyordum. İçimden ‘‘Burada ölürse ben Komünist Partisi'ne ne derim'' diyordum. ‘‘Onu neden camiye götürdün'' diye sorduklarında ne cevap verecektim? Yanındaki kadın Nazım'ın başını dizlerine koydu. Çantasını karıştırıp bir ilaç verdi, taksi çağırmamı istedi. Nazım arabaya biner binmez nefes almakta zorluk çektiği için bütün camları açmamızı istedi. Şoföre bizi ormanlık Herastrav Parkı'na götür dedim. Nazım biraz açılır gibi oldu. Karnının aç olduğunu söyleyerek gittiğimiz yerde lokanta olup olmadığını sordu. Lokantada kendine geldi. 



Dört ay sonra Nazım Hikmet'le bir kez daha karşılaştım. Akrabalarımı ziyaret etmek için Bulgaristan'a gitmiştim. Eski bir gazeteci arkadaşımla Sofya'da buluştum. ‘‘Tam zamanında geldin. Sana bir sürprizim var'' dedi. Beni Sofya'nın en lüks lokantasına götürdü. Uzun bir masada Nazım Hikmet Bulgar yazarlarıyla dondurma yiyordu. Kollarını sıvamış dondurmayı kaşıklarken, göz göze geldik. Beni kucaklayıp, ‘‘Kardeşim, beni sen kurtardın'' dedi. Arkadaşımın Bükreş'teki olayları bilmesini istemediğim için, Nazım'ı Bükreş'te görmüştüm, kısa bir tanışıklılığımız olmuştu, diyerek vaziyeti geçiştirdim.






9 Temmuz 2014 Çarşamba

denize atılan bir şişe...








'ey karşısında vecitli saatler yaşadığım eski dostum kâğıt! ne zaman dertlerime kulak verecek, ne zaman kafamdakilere makes olacaksın? fikirler kelebekler gibi, onları hafızaya iğnelemeye kalkınca bir toz yığını haline geliyorlar... yazabilsem benim de hürriyetim olacak. belki yaşadığımı ve yaşamaya layık olduğumu hissedeceğim. bu zavallı satırların hiçbir okuyucusu olmasa bile. denize atılan bir şişe onlar. belki dalgalar asırlarca sonra aşina bir ele tevdi edecek onları... radyoda örümcek ağına benzeyen sesler... bunları senin için yazıyorum, meçhul dost. bu bir davet, sevgi daveti. isterdim ki kelimeler çiçek çiçek eşiğine yağsın; isterdim ki kelimeler yıldız yıldız aydınlatsın odanı. sönen gözlerimin bütün aydınlığı kıvılcımlaşsın onlarda. kelimeler bûseleşsin ve güvercinler gibi, kuğular gibi, kırlangıçlar gibi uçsun sana... güller, menekşeler, krizantemler bir mevsimlik, kelimeler paros mermerinden daha ebedi... ama ben ne onlarla bir türbe kurmak istiyorum, ne bir heykel yapmak. şöhretin en azametlisi bir dakika yasamaya değer mi diyeceksiniz. doğru. yalnız kelimeler o dakikayı ebedileştirdiği ölçüde mânâlıdırlar.' (c. meriç - jurnal-1 sf. 36)


'okyanusta bir sal, salda bir yolcu ve gece... bu kitap fırtınaya tutulan o yolcunun, içine kafasındaki bütün ışığı doldurup, dalgalara fırlattığı şişe! denize atılan şişe hangi sahilde, hangi bahtiyar tarafından bulunacak... kumsalda oynayan çocuklar içindeki tomarı uçurtma mı yapacaklar? düşüncelerine inatçı bir zıpkın gibi saplanan ıstıraplardan utanıyor, utanıyor. kanatları oklarla delik deşik düşüncelerinin. onlarda ne kartal ihtişamı var, ne albatros azameti... bir zamanlar bataklıklardan enginlere bir kırlangıç gibi süzülen düşünceler... şimdi enginler sis içinde. deha, dikenli bir taç.' (c. meriç - jurnal-1 sf. 40)


'denize atılan şişe, denize değil, kör kuyuya. kuyunun sahili yok ve şişedeki kalp ve şişedeki kafa, kıyamete kadar karanlıklarda taaffüne mahkûm. zavallı, zavallı çocuk!' (c. meriç - jurnal-1 sf. 366)