M. Asım
Karaömerlioğlu1
1930’lu yıllar Türkiye’sinde köy
ve köylülük Cumhuriyet aydınları arasında hem büyük bir ilgi, hem de büyük bir
endişe kaynağıydı. Bu ilgiyi aydınlar arasında giderek yaygınlaşan köycülük
ideolojisinde görmek mümkündür. Köycülük bir ideolojik ve pratik söylem olarak
Halkevleri faaliyetlerinde, yayınlarında; Köy Enstitüleri deneyiminde, toprak
reformu bağlamındaki tartışmalarda açıkça görülebilir.2 Kısaca ifade
etmek gerekirse, köycülük ideolojisi sınıf temelli ideolojileri yadsırken;
durağan, toplumsal farklılaşmalardan arınmış bir ülke tahayyülünü savunmuş; bir
taraftan tabandan gelebilecek potansiyel hareketlerin önünü kesmek için bir
araç olarak düşünülürken, bir taraftan da büyük ölçüde tarıma dayalı bir ülkede
milliyetçiliğe anti-sosyalist bir kitle tabanı oluşturmaya çalışmıştır.
Köycülükle bir yandan Büyük Buhran’ın meşâkkatli zamanlarında tarımla geçimini
sağlayan nüfusun taleplerini karşılamaya çalışırken, bir yandan da Türk
köylüsünün muhafazakâr olduğu varsayımından yola çıkarak rejimin
muhafazakârlığını pekiştirmeyi hedeflemiş, “gerçek” Türk’ü köylerde arayan bir
efsaneleştirme sürecine esin kaynağı olmuştur.
Birçok ülke ile karşılaştırıldığında
edebiyatın Türkiye’de ne kadar önemli bir rol oynadığı gerçeği göz önüne
alındığında köycülüğün entelektüel tarihini yazarken Türk edebiyatındaki köycü
eğilimleri de göz ardı etmemek gerekir. Tek parti döneminde düşünce hayatına
uygulanan sansür mekanizması yüzünden ideolojik görüşlerin savunulmasında ve
yayılmasında edebiyatın görece önemli bir rolü olduğu muhakkaktır. Aydınlar
arasındaki yaygın kanı, muhalif görüşleri ifade etmenin en iyi yolunun edebî
eserler olduğu yönündedir. Ayrıca Türk aydınları, tıpkı Rus intelligentsiası
gibi, edebiyatı ideolojik ve tarihsel görüşlerini ifade etmek, savunmak, yaymak
için iyi bir araç olarak görüyordu.3 Bu eğilim, siyasî, tarihî
görüşlere edebî eserler, özellikle de romanlar aracılığıyla bağlanan bir okur
kitlesince de besleniyordu.
Tek-parti döneminde yazılmış
birçok roman ve hikâye seçkinlerin köylüye ve köy hayatına bakışı hakkında
zengin ipuçları sunar bize. Türk edebiyatının çok sayıda yetenekli yazarı köy,
köylülük, köy hayatı gibi konular üzerine yazmış; ancak eserlerinde genellikle
Anadolu’daki hayat koşullarını yansıtmaktan çok kendi dünya görüşlerinin
savunusunu yapmışlardır. Bu yazarlar arasında Yakup Kadri Karaosmanoğlu,
Sabahattin Ali ve Memduh Şevket Esendal konumuz açısından üç önemli ve örnek teşkil
edebilecek şahsiyetlerdir. Bu üç aydının, doğrudan köycü ideolojiye bağlı
olduklarını ya da köycülük ideolojisinden esinlendiklerini söyleyemek mümkün
olmasa da, onların köye ve köylüye yaklaşımlarını karşılaştırmak, tek-parti
döneminde seçkinlerin köylüye bakış açısının izini sürmek açısından yararlı
olabilir.
Cumhuriyet’in ilanından sonra
köye yönelik edebî eserlerin sayısında bir artış olmuştur; ancak “köy
edebiyatı” denen akım asıl olarak tek-parti döneminde değil, daha çok 1950’den
itibaren önemli bir ivme kazanmıştır. Ancak, görece daha zayıf olmalarına
rağmen, Cumhuriyet’in ilk döneminde yazılan eserler köy edebiyatı
akımının daha sonraki gelişmesi için gerekli alt yapıyı hazırlamıştır. O
nedenle tek-parti döneminde köy ve köycülükle ilgili eser veren; farklı
üsluplarla, farklı bakış açılarını dile getiren bu üç aydını burada tartışmak
yerinde olur.
Kemalist
Bir Bakış Açısı: Yakup Kadri Karaosmanoğlu
Köy edebiyatı akımının
gelişiminde Cumhuriyet Türkiyesi’nin en önemli edebî şahsiyetlerinden biri olan
Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun yadsınamaz bir katkısı vardır. Yakup Kadri
Kemalîzm’e sıkı sıkıya bağlı ve ideolojik, siyasî görüşleri açısından halkın
çıkarlarından çok, devletle bürokrasinin çıkarlarını savunun, bunları dert
edinen bir kişiydi. Bu iki özelliği, özellikle Ankara adlı eserinde açıkça
görülür. Bu eserinde kurguladığı gelecekte, toplumsal ve siyasî hayatın her
yönü devletin egemenliği altındadır. Onun gelecekteki toplum vizyonunda herkes
devlet için çalışır; işçilerin hepsi kamu sektöründe istihdam edilir,
toplumdaki uyumu ancak devlet sağlayabilir, iyi olan ne varsa ancak devletçe
hayata geçirilebilir.4 İlginçtir, romandaki karakterler arasında
eleştiri oklarına hedef olan kişi, makamına “atama”yla değil, “seçim”le gelen belediye
başkanıdır.5 Bu yüzden Yakup Kadri’nin fikirleriyle yaklaşımının,
zamanın bürokrasisinde egemen olan çevrelerin görüşlerini yansıttığını söylemek
pek de yanlış değildir. İşte tam da bu yüzden, köy ve köylü dediğimizde Yakup
Kadri’nin görüşlerini dikkate almak gerekir ki, bu temalar etrafında yazdığı en
önemli eseri hiç kuşkusuz Yaban adlı romanıdır.
Yakup Kadri 1889 yılında
Kahire’de doğar. Daha sonra ailesi Manisa’ya yerleşir. 17. yüzyılda Batı
Anadolu’ya yerleşerek büyük topraklar edinmiş, dönemin önde gelen
sülalelerinden biri olan Karaosmanoğulları’ndan gelir. Karaosmanoğullarının
nüfuzu sadece servetinden kaynaklanmaz. Sülalenin birçok üyesi Osmanlı’nın
taşra örgütünde çeşitli bürokratik mevkilerde bulunur. Yakup Kadri gençlik
yıllarında Osmanlı İmparatorluğu’nun Edebiyat-ı Cedide, Fecr-i Ati gibi ünlü
edebiyat çevrelerinde yer alır. Ayrıca, batı edebiyatına da son derece aşina
olan ünlü bir edebi şahsiyettir.6
Yakup Kadri Kurtuluş Savaşı’nda
faal olarak yer alır, daha sonra bir taraftan edebiyat çalışmalarına devam
eder, bir taraftan da Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde milletvekilliği görevini
yürüttür. Kemal Atatürk’ün yakın arkadaşı, yönetici kadroların ünlü bir üyesi,
Kemalîzm’in inançlı bir savunucusudur7. 1932’den 1934’e kadar
Kemalizm’e kuramsal temeller kazandırmayı amaçlayan Kadro dergisini yayımlayan
aydınlar arasında yer alır. Ancak, KadrOnun Kemalizm’in kabul edilemeyecek bir
yorumunu savunması nedeniyle dergi hükümetçe kapatılır. Yakup Kadri Kadro
kapatıldıktan sonra günlük siyasetten uzaklaştırılmak amacıyla çeşitli
ülkelerde diplomatik görevlere atanır.8 1960 askeri darbesinden
sonra TBMM’nde yeniden siyasî hayata atılır (1964-69), 1974’teki ölümüne dek
edebiyat eserleri vermeye devam eder.
Yakup Kadri’nin Yaban adlı eseri
Cumhuriyet döneminde köylüler ve köy hayatına ilişkin yazılan ilk eserlerden
birisidir. Eserin edebî niteliği bir yana, birçok tarihçi için Yaban, Türk
romanının gelişiminde bir dönüm noktası olmuştur. Romanda Yakup Kadri Türk
aydınlarına dikkatini köylülere, köy meselelerine çevirmeleri için çağrıda
bulunur. Kemalist rejime, rejimi destekleyecek toplumsal bir taban olarak
köylülerin değerini hatırlatır, bütün bu konulara gözlerini yuman aydınları
eleştirir. İlk özgün köy romanı olarak anılan Yaban, yönetici seçkinler
arasında büyük ilgi uyandırır. 1930’lu yıllarda köy meselelerine karşı
gösterilen ilginin kısmen Yaban\n yarattığı ilgiyle alâkalı olduğu ileri
sürülebilir.9 İşte bu yüzden bu roman tartıştığımız konu açısından
özel bir önem kazanır.
Yaban I. Dünya Savaşı gazisi,
İstanbul’lu üst sınıf bir aileden gelen, savaştan sonra Anadolu’daki işgal
nedeniyle Kurtuluş Savaşı sırasında küçük bir Anadolu köyünde yaşamak zorunda kalan Ahmet Cemal adındaki bir aydının hikâyesidir.
Romanda Ahmet Cemal’in gözünden hem köy hayatı anlatılır, hem de Ahmet Cemal’in
iç dünyası, ruh halleri betimlenirken belirli bir olay akışı çizgisi yoktur.
Romanın başında Ahmet Cemal “gerçek” Türk milletini temsil ettiğini düşündüğü
Anadolu insanıyla kaynaşacağına dair büyük beklentiler içerisindedir. I. Dünya Savaşı’nda ülkesi ve milleti için gösterdiği
fedakârlıklara karşı köylülerden kendisine saygı duymalarını bekler. Köye
gelirken içinde köylülerle iletişim kuracağına dair umutlar olsa da; köylülerin
gözünde o bir “yaban”dan başka bir şey değildir. İşte böylece Ahmet Cemal daha
ilk başta sukût-u hayale uğrar; Anadolu halkına, köy yaşayışına, her şeyden öte
kendisine, yani Türk aydınlarına bağladığı umutları boşa çıkar. Romanın büyük
bir bölümünde Ahmet Cemal’in köy halkıyla, özellikle de Kurtuluş Savaşı’na
dair, hesaplaşmaları anlatılır. Köylülerle iletişim kurmak için gösterdiği
bütün çabalar boşa çıkar. Romanın sonunda yaşadığı köy de işgal edilince köyü
terk ederek, direniş hareketine katılmaya karar verir.
Yaban köycü akım içerisinde
anılsa da kendine özgü bir yönü de vardır. 1950’den sonra Türk romanına, Türk
hikâyesine hâkim olan köy edebiyatı akımında köy, köylüler genellikle olumlu
bir bakış açısıyla anlatılır, hatta çoğu zaman köy hayatının bazı özellikleri
yüceltilir. Ancak Yaban1 da köye ve köylülere ilişkin farklı bir
bakış açısı hâkimdir. Aslında Ahmet Cemal hem köylüleri, hem de köylülerin
içinde bulunduğu toplumsal ve doğal ortamı küçümsemektedir. Ancak Yakup Kadri
böyle bir betimlemeyi seçerken okurların köyün acı gerçeklerini göz ardı etmesi
gerektiğini savunmaz hiçbir şekilde. Aksine, köyde hayat koşullarının ne kadar
kötü olduğunu, okurların bir şeyler yapması gerektiğini anlatmaya
çalışmaktadır.
Yakup Kadri’nin Anadolu köyü
betimlemesi durağan bir maddî ve toplumsal hayatı Anadolu köyünün temel
özelliklerinden birisi olarak sunmaktadır. Ahmet Cemal’e göre köylüler “henüz
bir sosyal yaratık haline bile girmemiş,” “yontulmamış taş devrindeki”
yaratıklar gibidir.10 Bu noktada yazar o günün köylüleriyle binlerce
yıl önce yaşamış köylüler arasında herhangi bir fark görmez. Bu köylüler
“tarihi olmayan bir halk” gibidir; çünkü köyleri tıpkı “Hitit harabeleri”ni
andırır, insanlar “toprak altından henüz çıkarılmış kırık dökük heykellerden”
farksız gibi görünür. Köylülerin zaman ve mekân kavramlarından yoksun
olduklarını, Anadolu’nun bağrındaki bir köyün “donmuş bir konak” tan başka bir
şey olmadığını ileri sürer Ahmet Cemal.11
Yakup Kadri’nin “Yaban”ı bu
düşmanca, donmuş, durağan, ilkel, çirkin köyde kendini “Robinson Crusoe” olarak
görmeye başlar. Köydeki evi ona “ıssız bir ada” gibi gelir.12 Köylü
denen bu “mahlûkun” bir ruhu varsa bile, bu ruhun izlerini nasıl sürebileceğini
bilemez Ahmet Cemal. “Türk köylüsünün ruhu, durgun ve derin bir sudur” diye
yazar Yakup Kadri. ”Bunun dibinde ne var? Yalçın bir kaya mı, bir balçık yığını
mı, bir yumuşak kum tabakası mı? Keşfetmek mümkün değildir.”13 Onun yarattığı
karakter ne köylüleri anlamayı becerebilir, ne de onlarla iletişim kurmayı.
Köylülerin ne düşündüklerini, hatta neden bahsettiklerini bile anlayamadığını
itiraf eder kendi kendine. Ancak, ilginçtir, Ahmet Cemal’in anlayamadığı şey
köylülerin, basit de olsa, kendileri için önemli olan iktisadî hayatı, iktisadî
faaliyetleri, kısacası hayatta kalabilme mücadeleleridir. Bütün bunlara karşı Ahmet
Cemal’in kayıtsızlığının nedeni ise sürekli dönemin askerî, siyasî
tartışmalarıyla, Kurtuluş Savaşı’yla ilgilenmesidir.14 Yakup Kadri
aşağıdaki satırlarda köylüleri en açık biçimde hâkir görür:
Onlar gibi olmak, onlar gibi
giyinmek, onlar gibi yiyip içmek, onlar gibi oturup kalkmak, onlann diliyle konuşmak... Haydi bunların
hepsini yapayım. Fakat, onlar gibi nasıl düşünebilirim? Nasıl onlar gibi hissedebilirim.15
Yazarın köylülere karşı tavrını
köylü kadınları ve aşkı betimleyişinde de gözlemleyebiliriz. Ahmet Cemal’e göre
köylü kadınlar doğası gereği gerçekte “namert ve kancık” dır.16 Kötü
kokarlar, zarafetten yoksundurlar. Köylü kadınlarla sevişilemez bile.
Hayvanların nasıl seviştiğini tahmin etmek bile köylülerin nasıl olup da
seviştiğini tahmin etmekten daha kolaydır. Hatta köylülerin nasıl seviştiğini
tahmin etmek imkânsızdır ona göre.17
Yakup Kadri köylülerin nesnel ve
tarihî cehaletinden başka onları bir de Kurtuluş Savaşı’na karşı kayıtsız
kalmakla, bu konuda da cahil olmakla suçlar. Yakup Kadri’nin köylülere
yönelttiği bu suçlamadan yola çıkarak köylülerin milliyetçilik konusunda da
cahil oldukları sonucunu çıkarabiliriz. Savaş söz konusu olduğunda köylülerin
yüreklerini acıtan tek şey askere alınma korkusudur.18 Aslında
köylülerin bu korkusunda hiç de şaşılacak bir şey yok; çünkü Türk köylüsü
1911’den beri neredeyse sürekli savaş meydanlarındadır ve artık bitap
düşmüştür. Her ne kadar Yakup Kadri’nin kahramanı bu gerçeği anlayabilecek bir
kişilikse de, öyle görünüyor ki, bu sefer cahillik etme sırası ondadır!
Köylüler milliyetçiliğe değil de batıl inançlara, dine bağlılık gösterdiği için
Yakup Kadri de onların içinde bulunduğu şartlara kayıtsız kalır; onları
anlamaya çalışmaktansa onlara öfkelenmekle yetinir sadece. Köylüler, köye gelen
bir tarikat şeyhine büyük bir saygı gösterip, ondan korkunca Ahmet Cemal
çılgına döner.19 Kemalist gözlemcimize göre köylülerin bu tür
inanışları onların ne kadar cahil olduğunu bir kez daha kanıtlamaktadır. Ancak,
yüzyıllardır kendilerini farklı tanımlamış, milliyetçiliğe uzak olan bu
köylüler nasıl olur da birden bu “yaban”ın vatan kavramına, Türklük kavramına
bağlanabilirler? Yakup Kadri aslında Türk köylülerinin kolay kolay milliyetçi
olamayacaklarının farkındadır. Ahmet Cemal birgün köylülerden biriyle konuşurken
köylü kendisini Müslüman olarak tanımlar, ama Türk olarak görmeyi reddeder.20
Aynı şekilde, Yakup Kadri yabancı güçlere karşı kazanılacak bir zaferin milleti
değil, sadece işgal altındaki toprakları kurtaracağını; çünkü “millet”
denebilecek bir Türk milletinin henüz var olmadığını iddia eder.21
Yine de Yakup Kadri’ye göre
gerikalmışlıkları, düşmanlıkları, milliyetçiliğe karşı gösterdikleri
kayıtsızlık için suçlanması gereken köylüler değildir. İlginçtir, köylülerdeki
bütün eksikliklerin sorumlusu aydınlardır. Yaban\ bu kadar ilginç ve önemli
kılan şey işte Yakup Kadri’nin iletmeye çalıştığı bu mesajdır:
Bunun nedeni, Türk aydını, gene sensin! Bu viran ülke ve bu
yoksun insan kitlesi için ne yaptın? Yıllarca, yüzyıllarca onun kanını emdikten
ve onu bir posa halinde katı toprak üstüne attıktan sonra, şimde de gelip ondan
tiksinmek hakkını kendinde buluyorsun. Anadolu halkının bir ruhu vardı, nüfuz
edemedin. Bir kafası vardı; aydınlatamadın. Bir vücudu vardı; besleyemedin.
Üstünde yaşadığı bir toprak vardı! İşletemedin. Onu, hayvani duyguların, cehaletin ve yoksulluğun ve
kıtlığın elinde bıraktın. O, katı toprakta kuru göğün arasında bir yabani ot
gibi bitti. Şimdi, elinde orak, buraya hasada gelmişsin. Ne ektin ki, ne
biçeceksin? Bu ısırganları, bu kuru dikenleri mi? Tabii ayaklarına batacak.
İşte, her yanın yarılmış bir halde kanıyor ve sen, acıdan yüzünü buruşturuyorsun.
Öfkeden yumruklarını sıkıyorsun. Sana ıstırap veren bu şey, senin kendi eserindir, senin kendi
eserindir.
Yaban’da ortaya konan sadece köylülerin
gerikalmışlığı, cehaleti değil, aynı zamanda köylülerle dönemin aydınları
arasındaki inanılmaz uçurumdur. Yakup Kadri Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra
yaşanan milli felaketlerin bile köylüyle milliyetçi aydınları birleştiremedi
ğini itiraf eder. Aksine, bu uçurum köylülerin cehaleti ve Anadolu’nun işgali
sırasında zaman zaman işgalci kuvvetlerle işbirliği yapmaları nedeniyle daha da
derinleşmiştir.23 Yaban hem bu uçurumu, hem de bu uçuruma neden olan köylülerle aydınlar arasındaki
yabancılaşmayı çok iyi bir biçimde gözler önüne serer:
Gün geçtikçe daha iyi anlıyorum: Türk
"entellektüel" i, Türk aydını, Türk ülkesi denilen bu engin ve ıssız
dünya içinde bir garip yalnız kişidir. Bir münzevi mi? Hayır; bir acayip
yaratık demeliyim. Öyle ya, bir insan tasavvur edin ki, hangi ırktan, ne
cinsten olduğu belli değildir. Kendi vatanı addettiği memleketin dibine doğru
ilerledikçe, kendi kökünden uzaklaştığını hissediyor. Hissetmese bile etrafında
hasıl olan bosluk, soğuk ve itici acayip nebat olduğunu bildiriyor. Her
memleketin köylüsüyle okumuş yazmış zümresi arasında, aynı derin uçurum var
mıdır, bilmiyorum! Fakat okumuş bir İstanbul çocuğu ile bir Anadolu köylüsü arasındaki fark, bir
Londralı İngilizle bir Pencaplı Hintli arasındaki farktan daha büyüktür.
Yaban’dan sadece Türk aydınına
yöneltilmiş çarpıcı bir eleştiriymiş gibi söz etmek haksızlık olur. Yakup
Kadri’nin aydınların, bürokrasinin ateşli bir savunucusu olduğunu da
hatırlamakta fayda var. Aydınlara bütün bu eleştirileri yöneltirken yine de
onlara ülke adına bir misyon yükler. Bu yüzden Yaban Türk aydınına Türk
köylüsünü özgürleştirmesi, “aydınlatması”,köylülerle arasındaki uçurumu yok
etmesi, köylüleri gerçek Türk vatandaşlarına dönüştürmesi, böylece genç Türkiye
Cumhuriyeti’ni yüceltmesi için yapılan bir çağrıdır da.
Peki aydınlar bu misyonu nasıl
yerine getirecektir? Bu soru Yakup Kadri’nin de dönemin köylücülerinin de
yaşadığı endişeleri yaşamasına neden olur. Ona göre aydınların köylülerde
arayıp da bulamadığı her şeyin toplumsal ilişkilerle değil de şu ya da bu
biçimde köylülerin doğaya, çetin doğa koşullarına karşı hiç de eşit olmayan
şartlarla yürüttükleri savaşla ilgilidir.25 Yaban, köylü üretiminin
gerikalmışlığı, eskimiş tarım teknikleri, köylülerin doğal koşullara karşı
koymadaki beceriksizliği, vs. gibi Anadolu’nun o dönemdeki sorunlarını da
ortaya koyar. Kısacası, yüzyıllardır doğanın acımasızlığı altında ezilen
köylüler için yapılması gereken doğaya egemen olabilecekleri koşulları
sağlamaktır. İşte aydınlar, köylülere ancak bu koşulları sağlamakta yardımcı
olabilirler. Yayımlandığı zaman Yaban hakkında yazılan eleştirilerin hemen
hemen hepsinde romanın vurguladığı en önemli mesaj doğaya egemen olma ve tarım
tekniklerinin geliştirilmesi gerekliliğidir.26
Yaban’ın önemine ilişkin
yürüttüğümüz tartışmayı noktalarken kanımca bazı noktaların altının çizilmesi
gerek: Yaban her şeyden önce resmî olarak “milletin efendisi” olarak yüceltilen
köylülerin27 içinde bulundukları acı koşulların bir manifestosu, bir
itirafıdır. Ayrıca Türk aydınına köylere gitmeleri, köylülerin akıllarını,
yüreklerini kazanmaları için yapılan bir çağrıdır. Romanın iletmeye çalıştığı
mesaj Türkiye’nin gelişmesinin, Türk milliyetçi ideolojisinin geleceğinin Türk
köyünün dönüştürülmesine bağlı olduğudur. Yakup Kadri’ye göre bu amaçlara
ulaşmanın önündeki en önemli engel Türk aydınlarıdır. Çünkü Türk aydını Türk
halkının, özellikle de Türk köylüsünün gerçeklerine gözlerini kapamıştır. Bu
bakımdan roman bir Türk aydınının hem kendisine hem de Türk aydınlarına
yönelttiği sert bir özeleştiridir. Burada toplumsal ve ekonomik sorunların
kökeninde toplumsal sınıfları değil de, aydınları gören köycü anlayışın temel
özelliğiyle karşı karşıyayız. Yakup Kadri’ye göre Türk aydını Türk köyündeki
sorunların hem kaynağıdır, hem de çözümü. Romanın 1932 yılında yayımlandığını
düşünürsek, Yaban Anadolu köylüsünü rejime kazanmak adına yürütülen
seferberlikte en önemli araçlardan biridir. Yakup Kadri Anadolu köyünü romantik
bir biçimde betimlemeyerek, hem iyi, hem de kötü olan her şeyin kaynağı olarak
aydınları işaret ederek, dönemin köycü söylemine önemli katkılarda bulunmuştur;
benzer kavramlar hem 30’lu hem de 40’lı yıllarda köycülerce sık sık
kullanılmıştır.
Sosyalist Bir Bakış Açısı:
Sabahattin Ali
Edebiyata köy ve köy hayatını
taşıyanlar sadece Yakup Kadri gibi Kemalist kanattan aydınlar değildi. Dönemin
sol düşünceye bağlı aydınlarının da modern Türkiye’nin gelişiminde köyün ve
köylülüğün önemini vurguladıkları görülmektedir. Sol aydınların köylülüğe
gösterdikleri bu ilgi, kısmen Türkiye’de işçi sınıfının Batı Avrupa’daki sol
hareketlerdeki kadar güçlü bir etken olmayışından kaynaklanır. Türkiye’de
işçilerin nicel büyüklüğünün bugün bile çok fazla olmadığı anımsanırsa bu durum
daha kolay anlaşılabilir. Temel siyasî öznesi, yani işçi sınıfı nesnel
nedenlere bağlı olarak son derece az gelişmiş olan bir ülkede, sol kanattaki
aydınların işçi sınıfı siyaseti gütmeleri zaten çok zordu. Bu yüzden ünlü bir
solcu yazar olarak bilinen Sabahattin Ali’nin eserlerinde köye, köy hayatına ve
köylülere önemli bir yer vermiş olması, büyük bir ilgi göstermesi şaşılacak bir
şey değildir. Aslına bakılırsa, ironik olarak, Anadolu köyündeki toplumsal
ilişkileri, köylülerin içinde bulundukları güç koşulları gerçekçi bir biçimde
yansıtmaya çalışan kişi de Cumhuriyet Halk Partisi’nin köycüleri değil,
Sabahattin Ali’dir.
Sabahattin Ali, 1905 yılında,
bugün Bulgaristan sınırların içerisinde olan Batı Trakya’nın bir köyünde doğdu.
Ailesi Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Batı Anadolu Yunan işgali altındayken
büyük maddî sıkıntılar çekti. Sabahattin Ali 1926’da İstanbul Öğretmen
Okulu’ndan mezun olduktan sonra Milli Eğitim Bakanlığı’nın açtığı sınavda
başarılı olunca 1928-1930 yılları arasında hükümetçe Almanya’ya gönderildi.
Türkiye’ye döndükten sonra Aydın, Konya gibi illerde çeşitli ortaokullarda
Almanca öğretmenliği görevinde bulundu. Konya’dayken dönemin önde gelen siyasî
şahsiyetlerini eleştiren bir şiir yazmakla suçlanarak bir yıl hapis yattı.
Çeşitli hapishanelerde geçirdiği bu bir yıl süresince farklı bölgelerden, farklı
toplumsal katmanlardan insanlarla tanışma fırsatı buldu. Bu yüzden,
hikâyelerindeki kahramanların genellikle bu son derece belirleyici bir yıllık
hapishane deneyimi sırasında tanıştığı insanlar olduğu öne sürülür. Tanıştığı
bu insanlar Sabahattin Ali’nin Türkiye’nin toplumsal olgularını gerçekçi bir
bakış açısıyla yansıttığı bir düzeye doğru kaymasına yol açmış olsa gerektir.28
Hapishaneden çıktıktan sonra iş
için yeniden Milli Eğitim Bakanlığı’na başvurur; ancak kendisinden siyasî
görüşlerini değiştirdiğini kanıtlanması istenir. Bunun üzerine rejime
bağlılığını kanıtlamak için Atatürk’e övgüler düzdüğü “Benim Aşkım1’
başlıklı bir şiir yazar. Ancak böyle bir şiiri yayımlamaya mecbur bırakıldıktan
sonra resmî bir iş bulabilir. Fakat hayatının geri kalanını hep güvenilmez ve
tehlikeli bir aydın zannıyla geçirir. Sürekli polis tarafından takip edilmeye,
hükümetçe sürekli hapse atılmakla tehdit edilmeye daha fazla dayanamayınca
çareyi yurtdışına kaçmakta bulur. Ancak, yurtdışına kaçma girişimi 1948’de
trajik bir sonla noktalanır.29 Bulgaristan sınırında polisle
bağlantıları olan bir kaçakçı tarafından öldürülür. Katili daha sonra sadece
kısa bir hapis cezasına çarptırılıp akabinde serbest bırakılır.30
Sabahattin Ali ilk gerçekçi Türk
yazarı olarak bilinir. Erken Cumhuriyet döneminde, hikâyelerinde köy konularını
işleyen en yetenekli yazarlardan biridir.31 Anadolu köyünü,
köylüleri en ince ayrıntılarına kadar son derece gerçekçi bir bakış açısıyla
anlatmıştır. Dili yalın; ancak çok incedir. Gerek Kuyucaklı Yusuf adlı
romanında, gerek hikâyelerinde Ali asla öğretici bir tavır takınmaz. Olayları,
durumları, kişilikleri yarattığı edebî kişiliklerin gözünden yansıtır. Ancak,
eserlerinde her zaman toplumsal olaylara yöneltilmiş bir protesto gizlidir.
Kuyucaklı Yusuf Sabahattin
Ali’nin köy romanı sayılabilecek en ünlü eseridir.32 Roman Batı
Anadolu’da küçük bir köyde başlar ve Ege kıyısında küçük bir kasaba olan
Edremit’te devam eder. Köy konularını, köy sorunlarını, köyden kişilikleri
eserlerine konu edinen ilk romancılardan biri olarak ünlenen Sabahattin Ali,33
bu romanında, romanın kahramanı olarak köyde doğan, kasabada inanılmaz
güçlükler yaşayan bir genci seçer. Roman, birçok başka şeyin yanı sıra şehrin
değerleriyle, köyün değerleri arasında sıkışıp kalan kahramanın psikolojik
ikilemlerini yansıtır.
1903 yılında başlayan romandaki
olaylar Birinci Dünya savaşı sırasında sona erer. Eleştirmenler, Sabahattin
Ali’nin romanda toplumsal gerçekliklere yoğun eleştiriler yönelttiğini,
Cumhuriyet rejiminin baskılarından kaçınmak için de, dönem olarak, Birinci
Dünya Savaşı yıllarını seçtiğini belirtir; çünkü Sabahattin Ali’nin toplumsal
eleştirileri romanın basıldığı yıllarda da geçerliliğini korumaktadır. Romanın
ana kahramanı Yusuf’un anne-babası köyde eşkıyalarca öldürülünce, kasabanın
kaymakamı Yusuf’u evlat edinir. Böylece köylü Yusuf’un yeni hayatı seçkin bir
ailede, Edremit’in farklı havasında başlar. Büyüdükçe kasabanın toplumsal
hayatına uyum göstermekte zorlanmaya başlayan Yusuf eşraftan birinin oğluyla
kavga edince, o da intikam almak için ailesinin ekonomik ve siyasî gücüne
güvenerek Yusuf’un üvey kardeşiyle evlenmeye karar verir. Yusuf bu evliliği
engellemeyi başarsa da sorunları burada bitmez. Başındaki sorunların en büyüğü
üvey kardeşine karşı beslediği büyük aşktır. Bu kendine bile itiraf edemediği
bir gerçektir. Sonunda üvey kardeşini kaçırarak onunla evlenir (gerçi Yusuf’la
kaçmayı kardeşi de ister). Yusuf’un ailesi de evliliklerini kabul edince bir
süre için her şey yoluna girmiş gibidir. Hayatta en çok sevdiği kişiye
kavuşmuştur Yusuf. Ancak babası Birinci Dünya Savaşı’nda ölünce bütün hayatları
alt üst olur. Maddî sıkıntılar baş gösterir. Yeni gelen kaymakam Yusuf’u
iltizam toplayıcısı başka bir yere atayınca Yusuf hem yuvasından hem de sevgili
karısından uzak kalır. Yusuf yokken, annesinden de etkilenen karısı gece gündüz
balolara gitmekten, vaktinin büyük çoğunluğunu yozlaşmış, bir zamanlar nefret
edilen o zengin ailenin bireyleriyle geçirmekten kendini alamaz. İçine düştüğü
yalnızlıkta, maddî sıkıntılar içerisinde teselliyi bu zengin insanların
partilerinde bulur. Romanın sonunda Yusuf bu ünlü ailenin üyelerini, yeni
kaymakamı, yanlışlıkla da karısını öldürür. Başka çaresi kalmayınca, kendini
dağlara vurur.
Köylüleri saygı duyulacak hiçbir
özelliği olmayan ilkel yaratıklar olarak resmeden Yakup Kadri’nin aksine
Sabahattin Ali’nin çizdiği köylü karakteri saygı duyulması gereken, dürüst,
kendine saygısı olan bir kişidir. Köylü Yusuf hiçbir zaman kasabanın
değerlerine, kasabadaki hayat tarzına uyum sağlayamaz. Kasabadaki insanların
çoğu hilekâr, adalet duygusundan yoksun, samimiyetten uzak, rüşvete, ekonomik
açıdan sömürülmeye meyilli insanlardır.34 Sabahattin Ali’nin çizdiği
Yusuf portresiyse mantığı olmasa da değerleri, hisleri olan biridir. Ne
siyasetten, ne karmaşık bürokratik ilişkilerden, ne de bozulmuş iş
ilişkilerinden anlar Yusuf. Günlük hayatın sorunlarından, sıkıntılarından
kaçışı ancak doğada, kırlarda bulur. Sabahattin Ali kasabanın yapaylığına,
kirlenmişliğine, hileli düzenine karşı doğallığı, masumiyeti, dürüstlüğü
kırlarda, köyde arar.
Köylülere karşı bu bakış açısı
Sabahattin Ali’nin hikâyelerinde de görülebilir. Köylüler, hayatın zorluklarını
bir an önce sırtlanmak için çocukluklarını bile yaşamadan büyümesi gereken
insanlardır. “Bu ölü toprakların üstünde hiçbir şey ölmek ve öldürmek kadar
kolay değildir."35 Taşrada hüküm süren vahşiliğe, köylülerin
özellikle su, arazi konularında birbirleriyle bitmez tükenmez kavgalarına rağmen onlar asla birbirlerine
gücenmezler.36 Köylüler hoşgörülü insanlar olarak resmedilirler.
Mallarını çalmalarına rağmen çingenelere karşı bile öfke duymazlar.37
Sabahattin Ali’nin çizdiği Yusuf
gibi köylüler özellikle resmî makamları ilgilendiren, karmaşık meseleleri çözme
yeteneğinden yoksun kişilerdir. “Bir Orman Hikâyesi” adlı hikâyesinde
köylülerden birinin de dediği gibi “Delikanlı, biz köylü adamlarız. Aklımız çok
ilerisine ermez.”38 Buna rağmen köylüler geleneklerden,
tecrübelerden gelen, Sabahattin Ali’nin olumlu addettiği içgüdülerle
donanmıştır.
Kasaba ve köy hayatını iktisadî
ve siyasî egemenliği altında tutan yerel eşraf, yani büyük toprak ağaları ve
kapitalistler Sabahattin Ali’nin hem Kuyucaklı Yusuf romanında, hem de öbür
hikâyelerindeki en önemli temalardan biridir. Sabahattin Ali’nin romanı, bu
toplumsal sınıfların küçük kasaba insanı ve köylüler üzerindeki nüfuzuna
derinden bir siyasî başkaldırıdır. Zenginlerin gücü mutlak ve sınırsızdır.
Kaymakam, hâkim gibi bürokratlar bile zengine, nüfuz sahibine karşı çıkacak
güçten yoksundur; hatta böylesi bir şeyi istemezler bile. Aslına bakılırsa,
sıradan insanların arkasında olmaya çalışan birkaç dürüst bürokrat tiplemesini
bir kenara koyarsak, Sabahattin Ali’nin romanlarındaki bürokrat tiplemeleri
yerel eşrafla kıyaslandığında hiçbir iktidarı, nüfuzu olmayan kişilerdir. Sözgelimi,
romanda zengin, siyasî nüfuz sahibi bir ailenin oğlu sıradan bir köylüyü
öldürdükten sonra işlediği suçtan paçayı kolayca sıyırır. Sabahattin Ali’nin
anlatısı, Türk taşrasına dair hiç de yabancı olmadığımız bir tablo sunar bize:
Güya gizli olarak yapılan bu
müsaadeyi kaymakam, müddei-umumi ve ceza reisine kadar herkes biliyor ve bir şey demiyordu. Çünkü başka
türlü olmasına imkan yoktu. Bu böyle gelmiş, böyle gidiyor ve kasabanın başında bulunanların aklı bile,
hürriyete ve onun getirdiği birkaç müsavat fikrine rağmen, Hilmi Beyin oğlunun sahiden
hapsedilebileceğini kabul etmiyordu.
Sabahattin Ali’nin kahramanı
Yusuf yerel eşrafın gücüne direnmek için elinden gelen her şeyi yapar; ancak ne
kadar çabalarsa çabalasın okur Yusuf’un eşrafın gücü karşısında ne kadar
çaresiz olduğunun farkındadır hep. Yakup Kadri’nin aksine, Sabahattin Ali
köylüye içinde bulunduğu zor durumdan bir çıkış yolu göstermez. Yusuf’un elini
kolunu bağlayan şeyin toplumsal yapı olduğunu hisseder okur. Güçlü
gerçekçiliğinden feyz alan yazar, bir öğretmen edasıyla dogmatik mesajlar
vermektense toplumsal koşulları olduğu gibi okura aktarmayı yeğler.
Zenginin, nüfuz sahibinin bu
kaçınılmaz egemenliği Sabahattin Ali’nin birçok köy hikâyesindeki ana
temalarından biridir. “Kağnı” adlı hikâyesinde oğlu köydeki zengin nüfuz
sahiplerden biri tarafından öldürülen anneyi komşuları katili mahkemeye
vermenin hiçbir işe yaramayacağına, iyisi mi oğlunun ölümünü unutması
gerektiğine “ikna” ederler.40 Aynı şekilde, zenginlerin, nüfuz
sahibi olanların köylüleri sömürmesi de Sabahattin Ali’nin hikâyelerinde sık
sık işlenen konulardan biridir. Sözgelimi, “Köpek” adlı hikâyesinde ağa fakir
çobana borcunu iki yıl ödemez.41 “Kafa Kağıdı” başlıklı hikâyesinde
ise köylünün biri yıllardır ekip biçtiği toprağını mahkemede sırf elindeki
tapuyla toprağın kendisine ait olduğunu “kanıtlayan” nam salmış bir zengine
kaptırmaktan yakınır!42
Yakup Kadri gibi Sabahattin Ali
de şehirli aydınları kıyasıya eleştirir. Ancak Sabahattin Ali’nin
eleştirisinde, Yakup Kadri’den ayrıldığı yönler vardır. Ali, aydınları
küçümser. Onun anlatısında aydınlar, köylülerle köylerin içinde bulunduğu
koşullar hakkında hiçbir şey bilmeyen, onları hor gören, sorunlarını çözmeye
çalışmaktansa kendi hayalî, gerçekçi olmayan
fantezileriyle yetinen insanlardır.43 Köylülerle
aydınlar arasındaki uçurum “Köpek” adlı hikâyesinin önemli konularından
biridir. Bir Amerikan üniversitesi mezunu bir mühendis Konya’dan Ankara’ya
dönerken yolda bir çobana rastlar. Nişanlısı mühendisten arabayı durdurmasını;
çünkü hayatında hiç köylü görmediğini, köylülerin nasıl şeyler olduklarını
merak ettiğini söyler.44 Mühendis çobana kendilerinin de
kökenlerinin köye dayandığını, sorunlarını anlatırsa yardımcı olmaya
çalışacaklarını söyler.45 Mühendisin aptalca, alâkasız sorularından
hiçbir şey anlamayan çoban sessiz kalmayı yeğler. Çobanın sessizliği mühendisi
çileden çıkarır. Onu kızdırdığı için gerçekten üzülür çoban; mühendisse çobanın
tavrının acısını onun çok sevdiği köpeklerinden birini öldürerek çıkarır. Çobanın
köpeğinin ölümü aydınlarla köylüler arasında asla kapanmayacak uçurumun
simgesidir adeta.46
Sabahattin Ali, Anadolu’yu,
Anadolu insanını hor gördükleri için aydınları kıyasıya eleştirir. İlginç
hikâyelerinden birinde küçük bir Anadolu kasabasındaki kaymakam kasabanın
“basit,” “alelade,” ve “çürük” insanlarına ve hayatına dayanamayarak makamından
istifa ederek, İstanbul’a döner, dolayısıyla kariyerinden de vazgeçer.47
İstanbul’da hayatını ayakkabı boyacısı olarak sürdürür; yine de mutludur; çünkü
İstanbul’daki her şey Anadolu’dakilerden üstündür ne de olsa. Sabahattin Ali’ye
göre eski kaymakamın şu sözleri kendi kuşağının Türkiye’de o dönemdeki ruh
halini yansıtır:
Bana vatanperverlikten, oraların tenvire ihtiyacından
bahsetme! Söyleyeceklerin doğrudur, lakin... lakin bizim için, yani benim
içinde yetiştiğim gençlik için, memleket muhabbeti bir fantezi, feragat
lugattan silinen bir kelime, hodbinlik en makul seciyedir. Benim başkalarından
farkım, samimiyetim, düşüncelerimi açıkça söyleyip yapmamdır.48
Sabahattin Ali yazılarında
köylüleri ve sıradan insanları küçümsemez, bilakis oklarını aydınlara çevirir.
Yakup Kadri’den ayrıldığı yön de tam budur: Sabahattin Ali aydınları, şehirli
ayrıcalıklı sınıfları betimlerken hep onların cehaletlerini, küstahlıklarını, bencilliklerini,
samimiyetsizliklerini, düşük ahlakî değerlerini vurgular. Çoğu zaman,
yalancılıktan başka özellikleri yoktur. Hiçbir zaman dillerine pelesenk olan şu
sözü tekrarlamaktan vazgeçmezler: “Fakat ne de olsa, köylü bizim efendimizdir,”49
ancak gerçek hayatta köylülere asla efendileriymiş gibi davranmazlar. Ali’nin
hikâyelerindeki ana karakterlerden biri bu gerçeğin altını çizer:
Köylü verdiğine mukabil ne alır? Yolunu kendi yapmağa
mecburdur, sokakları zavallı talihinden daha karanlıktır ve mektep, yüz köyün
birinde bile yoktur. Candarma oralara asayişten ziyade vergi tahsilini temin
için gider. Kendimizi aldatmıyalım, köylü mütemadiyen vermiş, buna mukabil
hiçbir şey almamıştır. Bunları itiraf etmek bile belki, eğer bir parça
vicdanımız varsa, yediğimiz bir lokma ekmeğin bogazımızda kalmasına sebep
olacaktır, ve ihtimal vicdanımızın sadasını duymamak için: "Köylü
efendimizdir!" gibi cümleler güzel bir morfindir. Fakat hiçbir cümle
hakikati değiştirmek iktidarında değildir.50
Sabahattin Ali’nin Türk
aydınlarını nasıl kıyasıya eleştirdiği ortadadır. Dönemin köycülerini
eleştirirken, hicvederken, Sabahattin Ali’nin dili daha da sivrileşir. “Bir
Konferans” adlı hikâyesinde köycülerle, köycülerin köylülere yaklaşımı Ali’nin
eleştirilerinden nasibini alır. Hikâyede Anadolu’nun bir köyünde bir okulun
açılışı anlatılır. Okul açılışı için şehirden gelenler arasında ünlü devlet
şahsiyetleriyle, ellerinde kameraları, şık giysileri içerisinde dönemin
“köycü”leri de vardır. Köylüler konukları yolda sessizlik içerisinde karşılar.
Konuklar arasında Paraguay’da köycülük çalışmış olanlar bile vardır! Bir
iktisatçı okul açılışını fırsat bilip kooperatifçilik konusunda konferans
vermeye kalkışır. Amacı, köylüleri kooperatiflerin yararları hakkında “aydınlatmak”tır. Kendilerine hiçbir şey
sorulmadan, köylüler iktisatçı tarafından “aydınlatılmak” üzere zorla bir odada
toplanır. Elbette, konuşmacının karmaşık sunuşundan köylüler tek kelime bile
anlamaz. Ancak konuşmacı kendilerine daha fazla soru sormasın, konuyu uzun uzadıya
anlatmasın diye anlamış gibi yapmak zorunda kalırlar; böylece bu sıkıcı
konferansta daha fazla zaman harcamaktan da kurtulurlar.51 Aslına
bakılırsa, Sabahattin Ali’nin hikâyesi 30’lu yıllarda Türkiye’de köycülerin
köylere yaptığı gezilerin tipik bir örneğidir. Taşrayla herhangi bir organik
bağı olmayan ya da taşrayı herhangi bir şekilde anlama yeteneğinden yoksun
şehirli aydınlarla hükümet yetkilileri, ütopyacı, gerçekdışı fikirlerini
küstah, kibirli, hâkir gören, tepeden inmeci bir üslûpla taşraya uygulamaya
çalışırlar.
Aydınlar gibi hükümet
yetkilileri de Sabahattin Ali’nin sert eleştirilerinden nasiplerini alırlar.
Köylülerin devletle olan ilişkileri hikâyelerinin çoğunda tekrarlanan bir
konudur. Hükümet yetkilileri kırsal kesimin sorunlarını çözmekten âciz, bizzat
kendileri köylülerin sorunlarının çözümünü önleyen büyük bir engel olarak
anlatılırlar. Köylülerden, onların değerlerinden, yaşam tarzlarından,
geleneklerinden nefret eden hilekâr, bencil, hep maddî çıkarlarının peşinde
koşan kişiler olarak resmedilirler. Hükümet yetkililerinin olumsuz tavırlarının
anlatıldığı birçok örnek bulmak mümkün. “Sulfata” adlı hikâyede köy doktoru
iyileşmeleri için gerekli ilaçları vermeyerek hastalarına neredeyse işkence
çektirir.52 Aynı şekilde, başka bir hikâyede kaymakam bir kadına
tecavüz edenleri bulmak yerine kadına kendisi tecavüz etmeye kalkışır.53
“Kağnı”da yaşlı kadın var olan adalet sistemiyle olumlu, önemli hiçbir sonuç
alınamayacağını bildiği için oğlunun katillerini mahkemeye vermek bir yana,
mahkemeye gitmek fikrinden bile ölesiye korkar. Her halükârda kendi aleyhine
sonuçlanacak bir dava için mahkeme koridorlarında günlerce sürünmektense ölen
oğlunun acısını yüreğine gömüp yaşamayı tercih eder. Mahkemeye gitmek istese
bile tarlasını sürmezse aç kalacağını bildiği için tarlasını bırakamaz.54
Sabahattin Ali’nin hikâyelerinde
jandarma da devletin köylüler üzerindeki gücünün yozlaşmışlığını temsil eder.
Hemen hemen her olayda jandarmalar bazen kanuna uymak adına, bazen de sırf
kendi keyfî “kanun”larını uygulamak adına köylülerin aleyhinde davranırlar.
Bazen kadınlara tecavüz ederler,55 vergilerini ödeyemeyen çaresiz
insanları hapse atarlar,56 üstlerine görevlerini en iyi biçimde,
gerektiği gibi yerine getirdiklerini göstermek için suçsuz insanları gözaltına alırlar,57
bir kurbanı önce kendileri döverler, sonra da düşmanlarının dövmesine göz
yumarlar,58 sırf canları öyle istediği için yaşlı bir kadının başına
bela açarlar,59 köylüleri aşağılık insanlar olarak gördükleri için
onlara kötü davranırlar.60 Jandarmaların köylülerle olan ilişkisi,
aydınların köylülerle olan ilişkisinin aksine “kişisel çıkarla değil, nesnel
nedenlerden” kaynaklanır ve ayrıca jandarmalar, “sık sık daha cahil ve açıkcası
daha yıkıcı ve düşmanca”dır.61
Jandarma sıradan köylülere karşı
hep zenginin, güçlünün yanındadır. Özel bir şirketin kâr elde etmek için
köylülerin ormanını mahvettiği “Bir Orman Hikâyesi” adlı hikâyenin ilettiği
mesaj budur. Köylülerin gözündeyse orman atalarından onlara kalan bir mirastır,
hayatlarını sürdürmeleri ormana bağlıdır. Ayrıca köylüler çevre tahrip edildiği
için de üzülmektedir. Çaresizlik içerisinde yetkililerden şirketin
girişimlerini durdurmalarını isterler; ancak yetkililer köylülere yardım
edeceklerine jandarmaları göndererek köylülerin şirkete karşı başlattıkları
eylemleri en vahşi yöntemlerle durdururlar.62
Jandarmaların insanlık dışı,
vahşi davranışlarına, tavırlarına rağmen köylülerin bütün bunları “doğal”
olarak karşılaması ilginçtir. “Candarma Bekir” adlı hikâyede gözaltına alınan
köylü kendi kendine konuşur, “Candarma değil mi, elbet dövecek”63
Jandarmaların istedikleri her şeyi yapmaya hakkı var gibidir. Bu yüzden, Ali’nin
hikâyelerinde, romanlarında Osmanlı devlet geleneğinin mirası olan, jandarmada
vücut bulan güçlü devlet imgesi köylülerin devlete karşı duydukları derin
korkunun ifadesidir; bu, Max Weber’in devlet gücünün keyfîliği dediği olguyu anımsatır.64
Bürokratların, aydınların
olumsuz imgesinin aksine sadece köy öğretmenleri olumlu özelliklerle resmedilir
Sabahattin Ali’nin eserlerinde. Bu, belki kendisinin de öğretmen olmasından
kaynaklanır. Köy öğretmenleri çoğu zaman, köylülerin yerel eşrafın mutlak
gücüne, devlet yetkililerinin keyfîliğine karşı mücadelelerinde köylüleri
kollayan, idealist insanlar olarak resmedilir.65 “Asfalt Yol”, köy öğretmeni
imgesinin sunulduğu güzel bir örnektir. Bu hikâyede köy öğretmeni, köylüleri
hem eğitim konularında, hem de medenî konularda aydınlatmak için elinden gelen
her şeyi yapar. Hükümetle olan ilişkilerinde, haklarını ararken ihtiyaç
duyarlar diye köylülere Anayasa’yı öğretir. Köyün âcil yol sorununu çözmeyi de
kendine görev bilir. Ancak sorunları çözmek yerine hiç istemeyerek, farkında
olmadan daha büyük sorunlara yol açaçaktır. Böylesi durumlar, Sabahattin
Ali’nin hikâyelerinde sık sık tekrarlanan konulardandır. Öğretmenler köylülere yardım etmeye hazırdır; ancak bütün
iyi niyetlerine rağmen sonuçta köylülere yardım etmeyi bir türlü başaramazlar.
Kısaca belirtmek gerekirse,
Sabahattin Ali’nin bürokratlara, aydınlara bakışı Yakup Kadri’ninkinden çok önemli
farklılıklar gösterir. Kadri’ye göre bürokratlarla aydınlar doğru yolu bir
görebilseler köylülere gelişmeleri, medenileşmeleri için yardım edebilecek
insanlardır. Onun bu bakış açısı belki de Türkiye köylerindeki sorunların
kaynağı olarak toplumsal yapıları değil de, doğanın acımasızlıklarını
görmesinden kaynaklanmaktadır. Buna karşılık Sabahattin Ali’nin eserlerinde,
köyde değişmesi gereken şey olarak hep toplumsal ilişkilere, toplumsal yapıya
işaret edilir. Yakup Kadri’nin aksine, Sabahattin Ali köylüler adına ne
bürokratlardan, ne de aydınlardan bir şey bekler. Bu durum, en çok 1908 Jön
Türk Devrimi’nden beri hiçbir şeyin değişmediğini belirttiği Kuyucaklı Yusuf
romanında apaçık ortadadır. Aslına bakılırsa bürokratlarla aydınlardan medet
ummak bir yana, bu toplumsal gruplar onun anlatısında taşradaki toplumsal
sorunları yaratanlardır. Yukarıda da belirtildiği gibi, hükümet yetkilileri
yerel eşrafa, zenginlere karşı köylüleri korumakla yükümlü olsalar da onlar
karşısında hiçbir nüfuzları yoktur. Bu durum göz önüne alındığında, hükümetten,
aydınlardan hiçbir şey beklememek anlaşılabilir bir tutumdur. Sabahattin Ali
romanının son bölümünde bu gerçeği gözler önüne sererek Yakup Kadri’den önemli
bir biçimde ayrılır. Ali’nin romanı Yusuf’un çaresizliğini, devlet otoritesini
toptan reddedişini simgelercesine Yusuf’un dağa çıkmasıyla biterken, Yakup
Kadri’nin Yaban'ı Ankara’dan gelen Kemalist askerlerin ulus-devletin
ilerleyişini muştulayan ümit dolu top sesleriyle biter.
Popülist
Bir Bakış Açısı: Memduh Şevket Esendal
Memduh Şevket Esendal erken
dönem Cumhuriyet edebiyatının en ilginç şahsiyetlerinden biridir. Sadece köy
temaları üzerine eser vermeyen Esendal, Yakup Kadri ve Sabahattin Ali’den bile
önce bu konulara değinmiştir; gerçi hikâyelerinin çoğu yazıldıktan uzunca bir
süre sonra yayımlanmıştır. Esendal’ın köylülere duyduğu ilgi, sıradan insanları
edebiyata yansıtma çabasının bir parçasıdır. Sabahattin Ali gibi Memduh Şevket
Esendal da erken Cumhuriyet dönemi “köycü” aydınlarının aksine, köy hayatına,
köylülere ilişkin gerçekçi olmayan, idealleştirilmiş, romantik betimlemelerden
kaçınmıştır.
1883’te Çorlu’da doğan Memduh
Şevket Esendal Balkanlar’dan gelen göçmen bir ailenin oğludur. Ailesinin içinde
bulunduğu malî sıkıntılara, zorlu savaş yılları eklenince Esendal eğitimini
yarıda kesmek zorunda kalır. Dolayısıyla, kendi kendini eğitmiş bir kişidir
Esendal. 1906’da genç yaşta o zamanlar gizli bir örgüt olan İttihat ve Terakki
Cemiyeti’ne üye olur.66 Örgütte müfettişlik görevinde olduğu için 1908
Jön Türk Devrimi’nden sonra bütün ülkeyi gezip görme fırsatı bulur; böylece
Anadolu insanıyla, Anadolu’nun gerçeklikleriyle tanışır. Bu sırada, ailesi
geçimini tarımdan sağlamaktadır. Birinci Dünya Savaşı sırasında koşullar git
gide ağırlaşınca ailesi bütün topraklarını kaybeder. Kurtuluş Savaşı’nın en
başarılı günlerinde Ankara’daki yeni rejimin ilk büyükelçisi olarak
Azerbaycan’da görev yapar. Türkiye’ye geri döndükten sonra, 1925’te eski
İttihatçı arkadaşlarıyla birlikte haftalık Meslek gazetesini çıkarır.
Bu gazeteyi çıkarması iktidarda olan Cumhuriyet Halk
Partisi’nce hoş karşılanmaz. Sorun, gazetenin savunduğu ideolojiden çok,
dergiyi çıkaranların siyasî kimlikleridir: Yeni rejimin iktidardaki
seçkinlerinin rakipleri olan eski İttihatçılar olmasıdır. Esendal ilk
hikâyelerini Meslek te yayımlar. Gazete meslek grupları etrafında örgütlenmiş,
meslek gruplarınca yönetilen bir toplum tahayyülünü savunan korporatist
anlayışın propagandasını yapar. 1926’da Atatürk’e suikast girişiminin ardından
rejime, bütün muhaliflerini susturup tasfiye etme fırsatı doğunca Esendal da
büyükelçi olarak tekrar yurtdışına gönderilir. İttihatçıların çekirdek
kadrosundan olmayışı, yeni rejimle işbirliği yapmaya istekli oluşu, belki de
daha büyük bir ceza almasını engeller.
TBMM’nde milletvekilliği
görevini üstlendiği iki yıllık (1930-32) dönem dışında 1938’e dek hayatını
İran’da, Sovyetler Birliği’nde ve Afganistan’da geçirir Esendal. Yurtdışında
kaldığı süre boyunca Farsça, Fransızca ve Rusça öğrenir, yabancı ülkelerin edebiyatlarıyla
tanışır, hikâyeler yazmaya devam eder. 1938’de ülkeye döndükten sonra yeniden
milletvekili seçilir; 1941-1945 yılları arasında yürüttüğü CHP Genel
Sekreterliği görevi ise siyasî kariyerinin doruk noktası olur. 1945 yılında
dönemin başbakanı Şükrü Saraçoğlu’yla toprak reformu konusundaki görüşleri ayrı
düşünce istifa etmek zorunda kalır.67 İstifasından 1952 yılındaki
ölümüne dek geçen süre içerisinde kendini edebiyat çalışmalarına verir; hikâye
yazarı olarak ün salması da bu döneme denk düşer. Edebiyatta bu geç gelen ünün
nedeni, tanınmış bir siyasetçi ve diplomat olması nedeniyle hikâyelerini hep
takma adlarla yayımlamasıdır belki de. Edebî kişiliğiyle siyasî kimliğini
birbirinden ayrı tutmayı yeğlemiştir hep.
Esendal’ın hayatının büyük
bölümü realpolitik’in kuru, günlük, sıkıcı alanına sıkışıp kalsa da o bir
ütopyacıdır. Ütopyasına bir tarım medeniyetini kastederek “yatay medeniyet”
adını verir. Ütopyasının antitezi “dikey medeniyet”, dediği “sanayi
medeniyeti”dir. Şevket Süreyya Aydemir’in deyimiyle Esendal “sanayinin ve
sanayi medeniyetinin düşmanı”dır.68 Esendal’ın duruşu, düpedüz
1930’lu yılların köycü bakış açısını hatırlatır. Tarım medeniyetine olan inancı öyle kuvvetlidir ki, ona göre bir sanatçının en önemli
görevi tarım medeniyetini kabul etmek, savunmak ve bu fikri yaymaktır.
Ölümünden önce kendisiyle yapılan bir röportajda da açıkça belirttiği gibi:
“Amudi medeniyet” yoktur beyefendi, ayakta duramaz,
yaşayamaz....Bugün, gördüğünüz şeyler var ya, şu atomlar falan, yeni silahlar,
icatlar ve siyasi krizler, buhranlar, bunların hepsi “amudi medeniyet” in
çökmekte olduğunun delilidir. Ben, ergeç “ufki medeniyetin,” yani “toprak
medeniyetinin” galabe çalacağına inanıyorum. İnsanların huzurunu, milletlerin
istikrarlı bir hayata kavuşmasını, “toprak medeniyeti”nde görüyorum. Bu işi
Hükümetler yapamaz. Bu sanatkarın işidir. Bu fikri, çok taraflı işleyip, geliştirerek, olgunlaştırarak
cemaatin önüne düşecek, “toprak medeniyeti” fikrine cemaati ısındıracak, bu fikri benimsetecek adam,
sanatkardır.
Esendal’ın hikâyelerinin,
özlemini duyduğu toplumu, medeniyeti ne ölçüde yansıttığı merak konusudur.
Tarım medeniyeti ütopyasını örnekleyen bir toplum tahayyülünü yansıttığı “Yurda
Dönüş” adlı hikâyesi dışında ütopyalarıyla ilgili konulardan pek söz etmez. Ona
göre iki tür sanatçı vardır: liderlik edenler ve takip edenler. Liderlik
edenler toplumlarının hep bir adım ötesinde düşünüp hareket ederler, milletin
önüne yeni hedefler koyup yeni fikirler üretirler, yeni ufuklar çizerler; böyle
sanatçılara toplumda ender rastlanır. Esendal’ın bu tür sanatçılara büyük bir
saygısı vardır; ancak kendisini bu ayrıcalıklı sınıf içerisine yerleştirmez,
kendisinin ikinci grupta yer aldığını söyler: Bu sanatçılar, geleceğin değerlerine
ilham kaynağı olmaktansa toplumun, toplumsal ilişkilerin var olan durumunu
yansıtarak toplumu sadece algılamakla, takip etmekle yetinirler.70
Bu nedenle olsa gerek Esendal’ın edebiyat eserlerinde neden “tarım
medeniyeti”nin savunuculuğunu yapmayıp sadece yaşadıklarını, tanıklıklarını
yansıttığını anlamak mümkün olur.
Esendal’ın eserleri günlük
yaşamın, “küçük insanlar”ın mücadelelerinin yansımalarıdır. Karakterleri ne
kahramanlık ederler, ne de eğlendiricidirler; karmaşık, kozmopolit de
değildirler. Alçakgönüllü, düz, sıradan, “küçük” sorunları için endişelenen
“küçük” insanlardır.71 Bu tür bir seçim, belki de, Esendal’ın
kişiliğiyle ilgilidir. Döneminin en alçakgönüllü siyasetçilerinden,
aydınlarından biri olarak bilinir. Aşırı olan her şeyi reddetmesi dikkatini
“küçük insanlar” üzerinde yoğunlaştırmasını etkilemiş olsa gerek. Çocuklarına
da her zaman alçakgönüllü olmalarını, hayattaki maddî çıkarlarla
ilgilenmemelerini öğütlemiştir72 1920’de Azerbaycan’a büyükelçi
olarak atanması da Esendal’ın kişiliğiyle ilgilidir. Azerbaycanlılar bu görev
için “halk”tan gelen, “alçakgönüllü” bir kişi isteyince akla ilk gelen Esendal
olur. Böyle bir kıstasla bu göreve seçilişini hep bir onur kaynağı olarak
anmıştır73
Esendal’ın edebiyat eserlerinde
göze çarpan en önemli özellik kullandığı yalın, süssüz dildir. Osmanlı
İmparatorluğu’nun son dönemlerinde yazdığı eserlerde bile çağdaşı yazarların
diliyle karşılaştırdığımızda son derece yalın, açık ve doğrudan bir dil
kullanmıştır. Bu bakımdan 1930’lu yıllarda devletin ön ayak olduğu dilde
sadeleşmeyi hedefleyen hareketin de öncüllerindendir diyebiliriz Esendal için.
Bir açıdan bakıldığında, Esendal’ın daha pragmatik kaygıları da vardır. Sıradan
okurların da kendi eserlerini anlamasını ister. Ancak başka bir açıdan da, bu yaklaşımı
daha felsefî bir düzlemde algılanabilir. Edebiyat eleştirmeni Tahir Alangu’ya
göre, Esendal’ın yalın, doğrudan bir dil kullanmayı tercih edişi 1900’lü
yılların başından itibaren Türk aydınları arasında yerleşmeye başlayan
popülist, Halka Doğru eğilimiyle ilgilidir.74 Esendal’a göre, yalın
bir dil kullanmak daha çok halkçı olmak, daha az seçkinci olmak anlamına gelir.
Bu tavrıyla seçkinciliğe gizli bir eleştiri de yöneltir. Bir röportaj ında
köylülerin nasıl konuştuğunu incelersek, karmaşık, süzgeçten geçirilmiş, üst
düzey bir dil yerine yalın, doğrudan
bir dille iletişim kurduklarını görebileceğimizi söyler.75
Köylülerin konuşma tarzlarını yazıda kendine tarz olarak benimsemesi bir köylü
kültü yarattığı anlamına gelmez; çünkü Esendal kategorik olarak, kült haline
getirilen her şeyi reddeder.
Esendal’ın hikâyelerinde
bürokratlarla hükümet yetkilileri sıradan insanlara sorun yarattıkları için sık
sık eleştirilir. Bürokratlarla hükümet yetkilileri köylülerin hayatına müdahale
eden, dışarıdan insanlardır. Bunun da ötesinde devletin bürokratik yapısı
Esendal’ın Meslek gazetesinde propagandasını yaptığı korporatist görüşlerinin
antitezidir. Esendal, meslek gruplarının sıkı bir biçimde katıldığı bir siyasî
hayat hayal etmektedir.76 Böylesi bir siyasî yapı, sistemi daha
katılımcı kılacak, hükümet yetkilileri gibi asalak öğelerin sayısını da önemli
ölçüde azaltacaktır.77 Memurların eleştirisi Esendal’ın
hikâyelerinde sık sık tekrarlanan konulardandır. Sözgelimi, “Köye Düşmüş” adlı
hikâyesinde bir süre köyde yaşamak zorunda kalan eski bir hükümet yetkilisi,
aydını anlatır. Köylülerle köyden nefret ettiği için tek derdi bir an önce
oradan kurtulmaktır.78 Hükümet yetkililerini eleştirdiği
hikâyelerinin güzel bir örneği olan “Müdürün Züğürdü” adlı hikâyede Esendal nüfuz
sahibi yerel bir ağanın da desteğini arkasına alarak zavallı köylülerden zorla
para toplayan bir memurun yozlaşmış ilişkilerini anlatır.79 “İane”
adlı hikâyede de yetkililerin iktidarlarını kötüye kullanmaları teması işlenir.80
Aynı şekilde, “İşin Bitti” adlı hikâyesinde, bir köy muhtarından kasabaya
gelmesi istenir, muhtar kasabaya yürüyerek ancak saatler sonra varabilir.
Kasabaya vardığında kendisini çağıran yetkililer, hiçbir sebep göstermeksizin
muhtarı saatlerce bekletirler. Sonunda, köylerindeki bir kişinin hayatta olup
olmadığını sorarlar. Sırf bu basit soruya yanıt almak için toprağında çalışarak
geçireceği bir günlük zamanı ondan çalarak, köy muhtarına kelimenin tam
anlamıyla işkence çektirirler.81 Hükümet yetkililerinin bu tavırları
köylülerin devlete güvenmemesine, sonuçta mahkemeye başvurmak yerine adaleti
kendi yollarından aramalarına, sözgelimi Esendal’ın “Keleş” ve “Dursun Hacı”
adlı hikâyelerinde de anlatıldığı gibi, çoğu zaman düşmanlarını öldürmelerine
yol açmaktadır.82
Sabahattin Ali’nin eserlerinde
olduğu gibi Esendal’ın eserlerinde de köyde hem ekonomik, hem de siyasî açıdan
güçlü olan jandarmalara, ağalara karşı eleştirel bir tavır vardır.83
Ancak Sabahattin Ali’nin kıyasıya, sert eleştirileriyle karşılaştırıldığında
geleneksel olarak köylülerin başında gerçekten bir bela olan ağalarla,
jandarmalara karşı sert olmayan tutumunun nedeni Esendal’ın kişiliğinde,
edebiyat üslûbunda, siyasî ideolojisinde gizlidir. Her şeyden önce, Esendal’ın
insanlarla sürtüşmek yerine onlarla uzlaşmayı, onları anlamayı yeğleyen
alçakgönüllü, bütün hayatı boyunca her türlü aşırılıktan uzak durmuş bir
kişiliği vardır. İnsanlar arasında ümit tohumlarını yeşertebilmek için
sanatçılar hep iyimser olmalıdır ona göre. Bir röportajında belirttiği gibi,
“Ben, insanlara yaşamak için ümit, kuvvet ve neşe veren yazılardan hoşlanırım.”84
“Eşek” adlı hikâyesi Esendal’ın bu tavrına güzel bir örnektir. Hikâyede
köylünün biri eşeğini kaybedince dünyanın ne kadar sefil bir yer olduğunu
düşünmeye başlar. Daha sonra eşeğini bulur, bütün karamsar duyguları,
düşünceleri bir anda iyimser bir havaya bürünür.85 Esendal’ın bu
yumuşakbaşlı tavrının bir başka nedeni de siyasî ideolojisidir. O, ilerleme
fikrine gönülden bağlıdır, dolayısıyla insan doğasının içkin bir biçimde iyi
olduğuna dair naif Aydınlanma inancına da sonsuz bir adanmışlığı vardır.
Böylesi inançlarla, fikirlere İttihat ve Terakki Cemiyeti’ndeki seçkin bir
topluluğun dünyayı değiştirebileceğine, halka neyin iyi, neyin kötü olduğunu
öğretebileceğine dair deneyimlerinden kalma bir inanç eklenince, sonuçta ortaya
sarsılmaz bir iyimserlik çıkar.
Esendal’ın köy hayatına bakışı
da Sabahattin Ali’ninki kadar sert eleştirilerle yüklü değildir. Köylülerin
yoksulluğunu, yaşadıkları sefil koşulları, içinden çıkılmaz sorunlarını gözler
önüne serse de,86 toplumsal eleştiriler yöneltmekten bilinçli olarak
kaçınır. Bu bakımdan Sabahattin Ali kadar toplumsal ve siyasî açıdan
koşullandığını söyleyemeyiz. Bu durum, belki de toplumda uyuma öncelik veren
korporatist dünya görüşünden, her türlü aşırılığa karşı duyduğu nefretten
kaynaklanmaktadır. Sabahattin Ali’nin aksine, Esendal toplumun uyumlu toplumsal
gruplardan, sınıflardan oluştuğuna; yetkililerin yozlaşmasının, ellerindeki
gücü kötüye kullanmalarının önlenmesi halinde toplumsal barışın
sağlanabileceğine inanır. Toplumsal gruplar, sınıflar arasındaki farklılıkları
göz ardı eden Esendal, bütün sorunlar için günahkeçisi olarak hükümet
yetkililerini, devlet memurlarını görür; bunun için de devlet ve parti aygıtını
iyileştirmeyi kendine görev sayar. 1940’lı yılların ilk yarısında iktidardaki
Cumhuriyet Halk Partisi’nin Genel Sekreteri’yken de bu amacını samimiyetle
gerçekleştirmeye çalışır.
Sonuç
Burada incelenen üç edebi
şahsiyetin 1930’lu yıllarda Türk aydınlarını etkilemeye başlayan köycü akımın
ne ölçüde etkisinde kaldıklarını belirlemek güç. Ancak, bu üç şahsiyetin
yukarıda değerlendirdiğimiz edebî eserlerinin Cumhuriyet Türkiyesi’nin
entelektüel dünyasında köycü akımın gelişmesinde büyük etkisi olduğu yadsınamaz
bir gerçektir. Sözgelimi birçok insan, Türk aydınları arasında köylüye, köyün
sorunlarına karşı bir ilginin uyanışında Yakup Kadri’nin Yaban adlı eserinin
yayımlanışını dönüm noktası olarak görür. Sabahattin Ali’nin hikâye kitapları
köycü bir ruhla eğitilen Köy Enstitüleri öğrencileri arasında en çok okunan
kitaplardan biridir.87 Sabahattin Ali de Köy Enstitüleri’ni birçok
kez ziyaret etmiştir.88 Esendal da diğer sanatçılara ilham kaynağı
olmuş, onların da sıradan insanların, özellikle de köylülerin hayatlarını
anlatmalarına sebep olmuştur.
Bu üç yazarın da eserlerinde köy
konularını işlemeleri başlı başına önemlidir. Yakup Kadri bunu yaparken Türk
milliyetçiliğini güçlendirmeyi, siyasî rejime bir kitle tabanı bulmayı
hedefliyordu. OnunYaban’da anlattığı bütün kötü özelliklerine rağmen, onun için
köyler hâlâ millî değerlerin beşiğiydi. Ilımlı bir sosyalist olan Sabahattin
Ali’ye dönersek, onun için köylülerin önemi belki de ezilen, mağdun sınıflara
duyduğu merhametten kaynaklanıyordu. Ona göre, şehirli bir işçi sınıfının
yokluğunda özellikle bürokratlar, toprak ağaları gibi muktedirlerin egemenliği
altında en çok ezilen grup köylülerdi. İşte tam da bu yüzden köylüler edebiyata
konu olmaya değerdi onun için. Bunun yanı sıra dönemin solcu aydınları arasında
köylüleri, içinde devrimci bir ruh barındıran bir sınıf olarak görmek yaygın
bir eğilimdi. Sabahattin Ali’nin ılımlı görüşlerinin aksine daha radikal bir
bakış açısını savunan daha örgütlü, daha saldırgan, daha militan bir sınıf
arayışında dikkatlerini geleneksel olarak hep şehirlere, işçi sınıfına
yoğunlaştıran komünistler bile işçilerle köylülerin işbirliği üzerine geniş bir
literatür oluşturmuşlardır.89 Esendal’ın köylülere olan ilgisi ise
onun sokaktaki sıradan, basit insanları eserlerine taşıma isteğinden
kaynaklanır; kırsal kesimin nüfusun yüzde seksenini oluşturduğu bir toplumda da
sokaktaki insanı köylülerden daha iyi kim temsil edebilirdi ki?
Üç yazarımızın da ne ölçüde
30’lu yıllardaki birçok köycü arasında yaygın olan “yüzü geçmişe dönük,”
durağan, farklılaşmamış bir toplumsal örgütlenme anlayışını savunduklarını
kestirmek güç. Ancak Yakup Kadri’yle Esendal’ın eserlerinde bu akımın izlerine
rastlamak mümkün. Yakup Kadri’yle Kadro dergisi çevresindeki arkadaşlarının
Batı Avrupa tarzında bir işçi sınıfının olmadığı sınıfsız bir toplum
tahayyülünü savundukları bilinen bir gerçektir. Bu bakımdan, köylüleri
muhafazakâr, sınıfsız bir toplumun kaynağı olarak gören köycü anlayış, Yakup
Kadri’yle Kadro’nun ideolojik kökenlerinde vardır. Esendal’ın ideolojik
görüşleri de, “yüzü geçmişe dönük” birçok özellikler barındırır. Esendal
“sanayi medeniyeti”nin düşmanı olarak bilinir; biyografisinde de belirtildiği
gibi ortaçağdan kalma loncalardan oluşan bir toplumsal örgütlenmenin özlemini
duymuştur hep.90 Ayrıca, Esendal’ın “tarım medeniyeti” de yirminci
yüzyılın sanayileşmiş dünyasında “yüzü geçmişe dönük” bir anlayışın işaretidir
kanımca. Sabahattin Ali, kuramsal, siyasî görüşlerine ilişkin çok fazla yazılı
kaynak bırakmadığı için onun “yüzü geçmişe dönük” bir görüşü olup olmadığını
tespit edecek yeterli bilgi yok elimizde. Ancak köycü ideolojinin en önemli
özelliklerinden biri olan köylünün ve kırsal değerlerin yüceltilmesinde en iyi
örnek Sabahattin Ali’dir. Daha önce de vurguladığım gibi bu, en iyi Ali’nin
köylü kişilikleri betimleyişinde gözlemlenebilir.
İncelediğimiz yazarlar arasında
Sabahattin Ali’yle Esendal’da köycü ideolojinin bir özelliği olan aydın
karşıtlığının izlerini görebiliriz. İki yazar da edebiyat eserlerinde
ülkelerinin gerçeklerini anlamaktan uzak, bencil insanlar olarak resmedilen
aydın sınıfına karşı düşmanlıklarını belli eder. Aydınlar, sorunlarını
çözmeleri için köylülere yardım edeceklerine onların başına yeni dertler açar
sadece. Esendal’la Ali’nin
tavrıyla karşılaştırıldığında Yakup Kadri’nin aydına bakışı son derece farklıdır.
Seçkin sınıfa bağlı bir aydın olan Yakup Kadri bu sınıfından nefret etmez. Ona
göre aydınlar köyün, köylünün “geri kalmışlığının” en büyük nedenidir; ancak
yine de kendilerine tarihin yüklediği misyonun farkına varabilseler köylülere
önder olabilecek, onları aydınlatabilecek tek özne yine aydınlardır.
Aynı şekilde, Sabahattin Ali de
kırsal kesimde hükümetin iktidarı söz konusu olduğunda eleştirel bir bakış
açısını benimser. Ali’nin anlatısında hükümet yetkilileri sıradan köylüler
üzerinde, köylülerin aleyhine hem ekonomik hem de siyasî iktidarı, nüfuzu olan
yerel sivil iktidar odaklarıyla işbirliği yapan kişiler olarak resmedilir.
Ali’nin bu yaklaşımı, toplumsal ilişkileri, özellikle de iktidar ilişkilerini
değiştirmeden Anadolu’nun sorunlarının çözülmesinin imkânsız olduğuna dair
inancıyla ilgilidir. Başka bir deyişle, toplumsal ilişkilere yaklaşımı Ali’nin
eserlerinin özünü oluşturur.
Benzer eleştirilerle paralel bir
yaklaşım Esendal’ın eserlerinde de görülür. Ancak Esendal’ın yaklaşımı iki
açıdan Ali’nin yaklaşımından farklılık gösterir. Ali devlet memurlarının hiçbir
şekilde herhangi bir gelişmeye ön ayak olamayacaklarını düşünürken, Esendal
parti ve devlet aygıtındaki düzelmelerin köylünün içinde bulunduğu şartların da
iyileştirilmesi anlamına geleceğini savunur. Ayrıca, Esendal naif bir anlayışa
kapılarak toplumların uyumlu, olumlu, düz bir çizgide evrileceklerine inanır.
Edebî eserlerinde eleştiriye hemen hemen hiç yer yoktur. Esendal’a göre
yozlaşmış hükümet yetkilileri, hükümetin gereksiz müdahaleleri olmasa içkin
olarak huzurlu bir öz taşıyan toplum, bir bütün olarak doğal yollardan evrimin
bir üst aşamasına geçebilecektir.
Yakup Kadri’ye göreyse hükümet
kırsal kesimin “gelişmesi”ni sağlayacak temel kaynaktır. Yakup Kadri’nin bu
görüşünün altında Anadolu’da hayatın iyileştirilebilmesi için doğanın zor
koşullarına karşı verilen mücadelenin kazanılması gerektiğine duyduğu inanç
yatar. Başka bir deyişle, dönemin köycüleri gibi Yakup Kadri de köyün
“gerikalmışlığı”nın yok edilmesi için insanın doğayla olan ilişkisini en önemli
çözüm olarak görmüştür. Bunun sonucu olarak Yakup Kadri, kırsal sorunları
insanların doğayla olan ilişkilerinde zayıf olmalarından kaynaklanan teknik
sorunlar olarak görmüştür. İnsanlar arasındaki iktidar ilişkileri neredeyse göz
ardı edilmiştir. Sorun “teknik” bir düzeye indirgendiğinde doğal olarak en
yetenekli teknik uzmanları bünyesinde barındıran en büyük oluşum olarak devlet
devreye girer. Yakup Kadri’nin her zaman istediği şey de budur. Bütün bunları
göz önünde bulundurursak Yakup Kadri’nin Kemalist bürokrasinin sözcüsü olarak
tanımlanması pek de haksız sayılmaz. Kadro dergisindekiler başta olmak üzere
birçok öbür makalesinde de toplumsal hayatın her yönüne devletin müdahale
etmesi gerektiğini savunmuştur. Böylesi bir tavrın zaten devletin desteklediği
bir ideoloji olan dönemin köycü ideolojisiyle uyum içinde olduğunu belirtmeye
gerek bile yok.
Yazarlarımızın köy, köylü gibi
konulara duyulan ilginin artmasına büyük ölçüde katkıda bulunduğu muhakkaktır.
Köy konuları üzerine üretilmiş bu literatüre rağmen Cumhuriyet’in ilk
dönemindeki edebi figürlerin hiçbirinin köy kökenli olmadığını belirtmekte
fayda var. Köy konuları üzerine eser verenlerin hepsi, köylüyü ve kırsal
Türkiye’nin sorunlarını eserlerine yansıtma gerekliliğini duymuş, eğitimli
şehirli aydınlardır ne yazık ki.
Bu dönemde, köycü ideolojide
büyük bir gelişme yaşanmış olsa da daha sonra bu ideolojiden etkilenerek
yazılmış eserlerin sayısıyla karşılaştırırsak bu dönemde yazılanların ne kadar
az olduğu görülür. Türkiye’de ancak 1950 yılından sonra köyde doğup büyümüş
“köycü” aydınların oluşturduğu bir “köy edebiyatı” doğmuştur. Sözgelimi, Köy
Enstitüleri’nden mezun olan Mahmut Makal 1950’de Bizim Köy adlı eseriyle
neredeyse bir çığır açmıştır; Türk köyüne ilişkin kuru; ancak son derece
gerçekçi olan betimlemeleri dönemin birçok insanını derinden etkilemiştir.
1950’li yılların ilk dönemlerinden 1970’li yıllara kadar geçen süre içerisinde
“köycü edebiyat” denilen akım birçok yazar arasında yaygınlık kazanmış,
edebiyat çevrelerini etkilemiştir.91 Bu dikkat çekici gelişmenin
sebebi, kısmen de olsa dikkatlerini büyük bir şevk ve ciddiyetle köy konuları
üzerinde yoğunlaştıran Köy Enstitüleri mezunlarıdır.92 Köy
Enstitüleri mezunlarının çabalarının yanı sıra, hem solda, hem de sağda
popülizme doğru kayışın yaşandığı dönemin siyasî ve ideolojik iklimi de “köycü
edebiyat” için iyi bir zemin oluşturacaktır. Elbette hepsinden önemlisi,
1950’li yıllardaki hızlı sanayileşmenin, köylülüğün çözülmesinin, şehre göçün
etkisi büyüktür.
Dipnot:
1 Yard.
Doç. Dr., Boğaziçi Ünivesitesi, Atatürk Enstitüsü. Bu yazıya yardımları için
Pınar Öztamur’a teşekkür ederim.
2 Bu
konuda benim aşağıdaki çalışmalarıma bakılabilir: “Tek Parti Döneminde
Halkevleri ve Halkçılık,” Toplum ve Bilim, no. 88, 2001: 163-187; “Köy
Enstitüleri Üzerine Düşünceler," Toplum ve Bilim 76, 1998: 56-85. “Bir
Tepeden Reform Denemesi: Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu'nun Hikayesi,"
Birikim, Mart, 1998, no. 107: 31-47.
3 Sözgelimi,
ünlü romancı Kemal Tahir, çeşitli tartışmalara konu olan birçok roman yazmış;
romanlarında ilginç, önemli, tartışmalı tarihî konuları seçmiş, “kendine özgü”
kuramlar, hatta bazen tarih yazımına ilişkin “yeni” bakış açıları üretmiştir.
Ne yazık ki bu tür yaklaşımlar bazılarınca gerçek tarihçilikle karıştırılmıştır.
4 Bkz.
Yakup K. Karaosmanoğlu, Ankara, 4. Baskı (İstanbul: Remzi, 1972).
5
Fethi Naci, 40 Yılda 40 Roman (İstanbul: Oğlak, 1994), ss. 49-50.
6 Bkz.
İsmail Çetişli, Memduh Şevket Esendal (Ankara: Kültür Bakanlığı, 1991), ss.
1-20; Carole Rathbun, The Village in the Turkish Novel and Short Story, 1920 to
1955 (Paris: Mouton, 1972), s. 34.
7
Fethi Naci haklı olarak Yakup Kadri’yi “bürokrasinin yazarı ve ideoloğu” olarak
tanımlar. Bkz., Naci, Türkiye'de Roman ve Toplumsal Değişme, s. 143.
8
Kadro’nun kapatılmasının ardından Yakup Kadri’nin diplomatlık hayatının
hikâyesi için bkz. Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Zoraki Diplomat (Ankara: Bilgi
Yayınevi, 1967), birinci basım, 1955.
9 Rathbun,
s.35; Yalçın Küçük, Bilim ve Edebiyat (İstanbul: Tekin, 1985), s. 506.
10 Yakup
Kadri Karaosmanoğlu, Yaban, 8. Baskı, (İstanbul: Remzi, 1968), s. 65.
11 a.g.e
s. 27.
12 a.g.e.
s. 98.
13 a.g.e.
s. 16.
14 a.g.e
s. 116.
15 a.g.e
s. 61-62.
16 a.g.e.
s. 40.
17 a.g.e.
s. 30.
18 a.g.e.
s. 40.
19 a.g.e.
s. 42.
20 a.g.e.
s. 139.
21 Bkz.
Tahir Hayrettin, “Türk Edebiyatının İlk Orjinal Eseri: ‘Yaban’”, Kadro 15 (Mart
1933), s. 48.
22 Karaosmanoğlu,
Yaban, s. 100.
23 "Felaket
bile bizi birleştiremedi. Aramızdaki, benimle onlar arasındaki uçurumu belki,
daha ziyade derinleştirdi." a.g.e. s. 155.
24 a.g.e.
s. 31.
25 Sözgelimi
bkz. Karaosmanoğlu, Yaban, s. 22.
26
Bkz. Vedat Nedim (Tör), “İşte bir Roman: Yaban,” Kadro 16 (Nisan 1933), ss.
48-49. Şevket Süreyya (Aydemir), “Yaban,” Kadro 18 (Haziran 1933), ss. 86-87.
27 Benzer
bir yorum için bkz. Naci, Türkiye'de Roman ve Toplumsal Değişme, s. 144.
28 Demirtaş,
Türk Edebiyatındaki Anadolu, s. 32
29 Sabahattin
Ali’nin hayat hikâyesi, kendisine adanan eserler, edebî eserlerinin bir
değerlendirmesi için bkz. Filiz Ali Laslo, Atilla Özkırımlı, Sabahattin Ali
(İstanbul: Cem Yayınevi, 1979), (derleme makaleler).
30 Sabahattin
Ali’nin ölümünün anlatıldığı bir çalışma için bkz. Küçük, Bilim ve Edebiyat,
ss. 268-314.
31
Oktay, Cumhuriyet Dönemi Edebiyatı, s. 130; Ramazan Korkmaz, Sabahattin Ali
(İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 1997), s. 129.
32 Oktay,
Cumhuriyet Dönemi Edebiyatı, s. 130.
33
Asım Bezirci, Sabahattin Ali (İstanbul: Amaç, 1987), s. 100.
34 Sabahattin
Ali, Kuyucaklı Yusuf (İstanbul: Cem Yayınları, 1982), ilk baskı 1937, s. 47.
34
Sabahattin Ali, “Kanal,” (1934), Sabahattin Ali, Değirmen, Bütün Eserleri 5
(İstanbul: Cem Yayınevi, 1983) içinde, s. 116.
36 a.g.e,
s.114.
37 Sabahattin
Ali, “Değirmen,” (1929), a.g.e. içinde s. 14.
38 Sabahattin,
Ali, “Bir Orman Hikayesi” (1930), a.g.e.içinde, s. 97.
39 Ali,
Kuyucaklı Yusuf, s. 135.
40
Sabahattin Ali, “Kağnı”, Sabahattin Ali, Kağnı-Ses içinde (Ankara: Akba
Kitabevi, 1943), ss. 7-8.
41 Sabahattin
Ali, “Köpek” (1937), a.g.e. içinde, s. 129.
42 Sabahattin
Ali, “Kafa Kağıdı” (1935),. a.g.e. içinde, s. 20.
43 Sabahattin
Ali hakkında benzer bir yorum için bkz. Korkmaz, Sabahattin Ali, s. 135.
44 Sabahattin
Ali, “Köpek” (1937) Sabahattin Ali, Kağnı-Ses içinde (Ankara: Akba Kitabevi,
1943), s. 133.
45 a.g.e.,
s. 135.
46 a.g.e.,
s. 137.
47 Sabahattin
Ali, “Bir Siyah Fanila İçin,” (1927) Sabahattin Ali, Değirmen içinde, s. 142.
48 a.g.e.,
ss. 146-47.
49
Sabahattin Ali, “Bir İskandal,” (1932) Sabahattin Ali, Kağnı-Ses içinde, s. 84.
50 a.g.e.,
s. 85.
51
Sabahattin Ali, "Bir Konferans" (1941), Sabahattin Ali, Yeni Dünya
(İstanbul: Varlık Yayınları, 1966) içinde, ss. 124-128.
52 Sabahattin
Ali, "Sulfata," a.g.e. içinde, ss. 166-181.
53
Sabahattin Ali, "Komik-i Şehir," (1928), Sabahattin Ali, Değirmen,
Bütün Eserleri 5 içinde (İstanbul: Cem Yayınevi, 1983), ss. 165-166.
54 Sabahattin
Ali, "Kağnı", in Sabahattin Ali, Kağnı-Ses, s. 9.
55 Sabahattin
Ali, ""Sıcak Su," (1936) a.g.e. içinde, ss. 139-142, 1936.
56 Bkz.
Sabahattin Ali, "Kafa Kağıdı," a.g.e. içinde, ss. 18-21.
57 Bkz.
Sabahattin Ali, "Bir Firar," (1933) Sabahattin Ali içinde, Değirmen,
ss. 108-111.
58 Bkz.
"Candarma Bekir" (1934), a.g.e. içinde, ss. 118-123.
59
Bkz. Sabahattin Ali, "Kağnı", Sabahattin Ali, Kağnı-Ses içinde, ss.
9-10.
60 Bkz.
Sabahattin Ali, "Asfalt Yol, -Bir Köy Öğretmeninin Notlarından"
(1936), Sabahattin Ali, Yeni Dünya içinde (İstanbul: Varlık Yayınları, 1966),
s. 17.
61
Rathbun'un Türk romanlarındaki jandarma tiplemesi için yaptığı genel
değerlendirmeler Ali’nin eserlerindeki jandarma tiplemesine de uyar. Bkz. Rathbun,
The Village in the Turkish Novel, s. 85.
62 Sabahattin
Ali, "Bir Orman Hikayesi," (1930) Sabahattin Ali, Değirmen içinde,
ss. 98-99.
63 Sabahattin
Ali, "Candarma Bekir," (1934) a.g.e. içinde, s. 121.
64 Weber’in Osmanlı İmparatorluğu bağlamında
bir eleştirisi için bkz. Haim Gerber, State, Society and Law in Islam: Ottoman Law in
Comparative Perspective (Albany: State University of New York Press, 1994).
65 Benzer
bir yorum için bkz. Ramazan Korkmaz, Sabahattin Ali, ss. 215-216.
66
Alangu, Tahir, Cumhuriyetten Sonra Hikaye ve Roman, 1919-1930 (İstanbul:
İstanbul Matbaası, 1968), s. 123; Rathbun, ss. 28-29.
67 Çetişli,
Memduh Şevket Esendal, s. 20.
68 Şevket
Süreyya Aydemir, Suyu Arayan Adam (İstanbul: Remzi, 1995, ilk basım 1959), s.
464.
69
Esendal, anan M. Sunullah Arısoy, “Memduh Şevket Esendal'la Konuşma,”
Edebiyatçılarımız Konuşuyor (İstanbul: Varlık Yayınları, 1953), ss. 5-15 Memduh
Şevket Esendal, Mendil Altında, Bütün Eserleri, Hikayeler 4 içinde yeniden
yayımlandı (İstanbul: Bilgi Yayınevi, 1992), ss. 18-19.
70 a.g.e.
içinde, ss. 16-17.
71 Oktay,
Cumhuriyet Dönemi Edebiyatı, ss. 660-661.
72 Çetişli,
Memduh Şevket Esendal, ss. 51-53.
73 Arısoy,
“Memduh Şevket Esendal'la Konuşma,” s. 11.
74 Alangu,
Cumhuriyetten Sonra Hikaye ve Roman, s. 128.
75 Arısoy,
“Memduh Şevket Esendal'la Konuşma,” s. 15.
76 Bkz.
Çetişli, Memduh Şevket Esendal, s. 41.
77 Ancak
bu, “meslekî temsil”i savunan Esendal’la öbür İttihatçıların çok partili bir
demokrasi istedikleri anlamına gelmez. Siyasî partilerin bir meslek grubunu
temsil ettiği siyasî seçimler istiyorlardı. Bkz. a.g.e., s. 45.
78
Memduh Şevket Esendal, "Köye Düşmüş" (1932), Otlakçı, Bütün Eserleri,
Hikayeler 3 içinde (İstanbul: Bilgi Yayınevi, 1989), ss. 90-93; Rathbun, ss.
80-81.
79
Memduh Şevket Esendal, "Müdürün Züğürdü" (1925), Esendal, Mendil
Altında, Bütün Eserleri, Hikayeler 4 içinde (İstanbul: Bilgi Yayınevi, 1992),
ss. 127-130.
80
Memduh Şevket Esendal, "İane" (1923), Esendal, Sahan Külbastısı
Hikayeler 3 içinde (İstanbul: Bilgi Yayınevi, 1983) ss. 9-15.
81
Memduh Şevket Esendal, "İşin Bitti" (1923), Esendal, Otlakçı, Bütün
Eserleri, Hikayeler 3 içinde (İstanbul: Bilgi Yayınevi, 1989), ss. 213-218.
82 Esendal,
"Keleş" (1932), "Dursun Hacı," Esendal, Memduh Şevket,
Mendil Altında içinde, ss. 92-96, 214-218.
83
Ağaların köylülere ne kadar kötü davrandığının anlatıldığı bir hikâye için bkz.
Esendal, "Yirmi Kuruş" (1922), Esendal, Memduh Şevket, Otlakçı, Bütün
Eserleri, Hikayeler 3 içinde (İstanbul: Bilgi Yayınevi, 1989), ss. 161-165.
84 Arısoy,
“Memduh Şevket Esendal'la Konuşma,” s.15
85
Esendal, "Eşek" (1922), Memduh Şevket Esendal, Otlakçı, Bütün
Eserleri, Hikayeler 3 içinde (İstanbul: Bilgi Yayınevi, 1989), ss. 197-200.
86 Oktay,
Cumhuriyet Dönemi Edebiyatı, s. 96.
87
Köy Enstitüleri ve Koç Federasyonu İçyüzleri, yazar belirtilmemiş. (Ankara:
Ayyıldız Matbaası, 1966), ss. 146147.
88 Fikret
Madaralı, Tonguç Işğı, (başka bilgi verilmemiş), 113.
89 Sözgelimi
bkz. Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Yol (İstanbul: Bibliotek Yayınları, 1992).
90 İlhan
Tekeli, Selim Tekeli, "Kör Ali İhsan Bey ve Temsili Meslek Programı,"
Atatürk Döneminin Ekonomik ve Toplumsal Sorunları içinde (İstanbul: Yüksek
İktisat ve Ticaret Mektebi Mezunları Derneği Yayınları, 1977), s. 344. Ayrıca
bkz. Oktay, Cumhuriyet Dönemi Edebiyatı, s. 659, Ahmet Hamdi Başar, Atatürk'le
Üç Ay ve 1930'dan Sonra Türkiye (İstanbul: Tan Matbaası, 1945), s. 16.
91 Köy
edebiyatı adı verilen akımın tartışıldığı bir eser için bkz. Ahmet Oktay,
Cumhuriyet Dönemi Edebiyatı (Ankara: Kültür Bakanlığı, 1993), ss. 122-130,
ayrıca Naci, Türkiye'de Roman ve Toplumsal Değişme, 7. Bölüm.
92 Demirtaş,
Türk Edebiyatındaki Anadolu, s. 58.