güzel tren
türkümüz
'kara tren gecikir, belki hiç gelmez' diye sitem ediyor. şarkı ise 'otomobil
uçar gider' diyor. bir de uçak var. nurullah ataç'ın ilkokul ders kitaplarında
yer alan bir denemesini hatırlıyorum. şöyle başlıyor: 'siz hiç uçağa bindiniz
mi? ben bindim.'
bu
üç örnek, bana daima çok şey söylemiştir.
insanların
hızlı yaşamaya heveslendirildiği, hatta zorlandığı bir çağda; otomobil ya da
uçağın övülmesi, teşvik edilmesi, elbette boşuna değildi. nitekim, yolculuk
esnasında da hızı tercih eder olduk.
kimilerine
göre 'çağın gerisinde' kalan demiryolları da bu hıza ayak uydurmak istedi.
'kara tren de pekala uçabilir' gibi bir şeydi bu. fakat deneme seferi, ölüm
seferine dönüştü. neyse deyip sadece 'teenni' kelimesini hatırlatalım.
çocukken
hiç tren görmedim. yirmi yaşına kadar trenle ilgili özel bir hatıram da olmadı.
buna rağmen, trenler hep çocukluğumu hatırlatıyor. bu nasıl oluyor, bilmiyorum.
walter
benjamin, son bakışta aşk diyor. yoksa böyle bir şey mi?
bir
kere, tren bana daha samimi ve bizden geliyor.
makinenin
ruhu olur mu? otomobilin yahut otobüsün olmayabilir, ama trenin var.
eski
vagonların, lokomotiflerin çekildiği istasyon kenarlarını bir dolaşın. mutlaka
bir şeyler duyacak, hissedeceksiniz. bunu en son, geçen ay, alaşehir
istasyonunda denedik.
evet.
karayolları insan ile tabiat arasına bir duvar ördü. istanbul-ankara yolculuğunu
otobandan yaparsanız, sadece diğer araçları görürsünüz. necip fazıl'dan ödünç
alıp söylersek, fikir dahil, her şey hızla akıp gider. düşünmeye bile vaktiniz
olmaz.
fakat
treni tercih ederseniz, yaşayarak gidersiniz. ırmaklar, ovalar, dağlar, irili
ufaklı beldeler, insanlar, ağaçlar, hayvanlar… bütün bunlar size eşlik eder,
kafanızı çalıştırır. tren yolculuğu, insanlara anlatacak hikâyeler verir.
yeri
gelmişken, 'samimiyet' bahsine bir ilave yapalım: 'tren penceresinden bakıp da'
köy şiiri, hikâyesi, romanı yazanlar, ne kadar becerikli olurlarsa olsunlar,
unutulup gittiler. onlardan geriye pek bir şey kalmadı.
***
seksenlerden
sonra hayatımıza girenler ile hayatımızdan çıkanlara bir bakın. bunu görmek
için ayfer tunç'un bir maniniz yoksa annemler size gelecek kitabını okumanıza
gerek yok.
sıklıkla
duyduğunuz kelime gruplarına dikkat etmeniz yeterli: sıfır büyüme, para programı,
serbest kur sistemi, paravan şirket, müşteri yelpazesi, hedef kitle, kriz
merkezi, kitle iletişim araçları, zorunlu tasarruf, izlenme oranı, günlük kur,
döviz paritesi, dışa açılmak, akıllı kart vs.
böyle
bir dünyada, ahmet haşim'in merdiven şiiri ile yürüyen merdivenler elbette aynı
şey değil.
ece
ayhan, 1950'li yıllarda yazdığı fayton şiirinde 'çiçeksiz bir çiçekçi dükkânı'
diyor. şimdi birçok 'çiçekçi dükkânı' sadece plastik çiçek satıyor. siz buna
'ileriyi görmek' diyebilirsiniz, fakat ece ayhan'ın söylediği daha başka bir şey.
bundan
dolayı olsa gerek, kaybettiklerimi hatırladıkça, elimde kalanlara daha sıkı sarılıyorum.
'kara
tren' de bunlardan biri.
arkadaşlarla
sabahın beşinde arifiye beldesine gidiyor ve çay içerek trenlerin geçişini
seyrediyoruz. bazı trenler tek tük yolcuyla geçiyor. biz ise hep aynı dizeyi mırıldanıyoruz:
'boş sözler de etsen duymak istiyorum seni.'
örneğin,
kütahya ve manisa'yı benim gözümde kıymetli yapan şey, sadece orada gördüklerim
ve insanlarının iyiliği değil. oralara trenle gitmenin de bu güzellikte payı
var.
sezai
karakoç'un mona roza şiirini okuduğumda, şiirde geçen geyve'yi çok merak ettim.
mutlaka o beldeyi görmeli ve güllerini koklamalıydım. ali fuat beldesine kadar
tren olmasaydı, belki de geyve'yi ve güllerini hiçbir zaman göremeyecektim.
ankara
deyince bile, aklıma önce tren yolculukları geliyor.
sadece
yolculuklarda ve alışkanlıklarda değil, okumalarımda da bu böyle. mustafa
kutlu'nun demiryolu hikâyelerini, ismet özel'in içinde 'milli şefin treni niçin
beyaz' dizesinin geçtiği şiiri daha bir seviyorum.
ismet
özel, milli şefin treninin niçin beyaz olduğunu merak etmiş.
sarıçam,
en sevdiğim ağaçtır. benim merakım ise, tren istasyonlarındaki çamlarla ilgili.
niçin hepsi karaçam?
ibrahim
tenekeci - yenişafak - 13.04.2013