19 Ağustos 2015 Çarşamba

Kitap: Düşmüş Melek/Per Olov Enquist






“Kuşlar, tamamen kendi içlerine ve düşlerine gömülmüş, uyuyorlardı.”

“Birdenbire bir devinim; havaya yükselen bir kuş. Hiçbir ses işitememiştim, sadece kanat uçlarıyla suya, vurduğunu gördüm, sudan kurtuldu, havalandı. Bu birdenbire olmuştu ve öylesine belli belirsiz, ağırlıksız. Nasıl havalandığını gördüm, sisin gri tavanına doğru yükseldi, yükseldi ve kayboldu. Hiçbir ses işitmemiştim.

Tamamen hareketsiz dikilip bekledim, ama başka hiçbir şey olmadı, hiçbir şey. Pinon öldüğünde de tıpkı böyle olmuş olmalıydı. Sanki bir kuş havalanıp yükseliyor ve birdenbire gözden kayboluyor.

Özgür. Ya da yalnız. Sekiz dakika ne kadar uzun bir zamandır? Pinon Maria’yı geride bırakmıştı ve Maria, sekiz dakika tek başına kalmıştı.”

“Oraya nasıl varıldığının tam bilincinde değildi, ama birdenbire, bir orman içindeki ağaçsız bir boşlukta ter¬kedilmiş bir yılan gömleğinden başka bir şey olmadığını anlamıştı. Brecht onu görmüyordu artık. Yokmuş gibiydi. Berlau görülmeyi arzuluyordu elbette; insan görülmeden yaşayabilir, bir kör de insandır, ama eğer görülmüyorsa, o zaman bir hiçtir.

İnsan terkedilmiş bir yılan gömleği gibi yaşayamaz.”

“Bir zamanlar tarihin bir ırmak olduğuna inanıyordum, tıpkı her şeyin amansızca ileriye götürdüğü sonsuz b» anlatı gibi, görkemli, sakin, ileriye doğru devinen ırmak olduğuna: denize doğru.

Ama o bütünüyle bağdaşımsız, tutarsız olan, en zor ulaşılır, en güç kavrayışı veren, bir ırmak değil5 o karşı konulamazca birinden ötekine götürmüyor.

İnsan onu dikkatle gözlemeli, tâ ki, birdenbire…”


“Küçük Brecht, dediği işitilebiliyordu, küçük Brecht, sen gene de iyiydin. Seni gerçekten seven yalnızca ben ve köpekti, diğerleri sadece rol peşindeydiler, küçük  Brecht,bak şimdi yeniden birlikte ve iyiyiz işte.”

“Sanıyorum, daha önce kendimi sadece bir defa görmüştüm. Kısacık bir andı. Onaltı yaşındaydım.

Ben henüz altı aylıkken öldüğünden, babama ilişkin hiçbir şey hatırlamıyorum. Mart ayıymış; ardından annemi bıçkıhanenin orada bırakmışlar ve evin bulunduğu orman kıyısına karlı ormanda düşe kalka yürüyerek çıkmış, gecenin geç vakti ve ev karanlık ve bana bizden bir kilometre kadar ötede oturan bir komşu bakmış. Köyden biri bir ay önce üç adamın öleceğini söylemiş üç adam ölmüş. Adam düşünde üç çamın yıkıldığını görmüş, ardından uyanmış ve anlamış: Bir işaret. Orada her şey şu ya da bu şekilde yorumlanabilecek gizemli işaretlerle doluydu. Ama ben bazen, bu kuzeyli orman köylülerinin düşlerinde her akşam yıkılan çamlar örmekten nasıl kaçınabildiklerini uzun uzun düşünürdüm. Çünkü çamlar hep yıkılıyordu. Bir komşumuz vardı, üzerine bir çam yıkılmış ve altında 20 saat kar içinde kımıldayamadan kalmış, donarak ölmüştü. Sağ kolunu kurtarabilmiş çamın altından ve parmağıyla kaim üzerine son haberini yazmış: SEVGİLİ MARIA BEN ve koluyla daha ötesine ulaşamamış. Orada ağaçlar her zaman yıkılıyordu, ama hepsinin bir anlamı olacak değildi; insanlar düşler arasında ayrım yapmayı öğrenmişlerdi.

““Şimdi kötücül bir şarkıya başladı.”

İlk kez, bir öfke nöbetine kapılışının hemen ardından söylemişti bunu. Kumpanyadakilerden biri, yine, Maria'nm ne söylemeye çabaladığını merak etmiş ve ona sormuştu. Öfkeyle kendinden geçmişti Pinon. Pinon tercümanı olmayı reddettiğinde Maria kötücül bir şarkıya başlıyordu.
Bu da Pinon’u acıtıyordu.

Belki de, madende söylediği türden bir şarkıydı. Pinon'un kumpanyadakilere açıkladığı ama, gerçekten önemliydi. Şunu söylemişti onlara: Maria dilsiz değil. Ayrıca bir insan o. Ben işitebiliyorum onu, ama işiteİ bilen tek insanım. O varlığını bana borçlu, sadece benle var.”

“O kötücül şarkı, içinde bir ağrıydı.

Pinon’un içine hapsolmuş olarak Maria bir şarkı söylüyor, ona acı veriyordu; niye acıtmak istiyordu ki onu? Öç almak mı istiyordu? Bu Pinon’a da anlaşılmaz j geliyordu. Kavrayamıyor; incinmiş, bumburuşuk bir yüzle sessiz oturarak boşluğa bakıyor, dinliyordu. Pinon’a hapsolmuş olarak ona acı veren bir şarkı söylüyordu Maria, acaba birinin içine ebediyyen hapsolmuş olmanın güçlüğüne ilişkin bir şarkı mıydı? Pinon şarkıyı duyuyor ama tercüman olmayı reddediyordu. Böyleydi işte: birbirlerine mahkûm, mecburdular. Önceleri, birbirlerine mahkûm oluşları yüzünden mutsuzdular, Maria mutsuz, acılı bir şarkı söylüyor, Pinon’a acı veriyordu. Daha sonra Maria şarkısıyla başkalarına ulaşmayı arzuladı, Pinon reddetti. Maria bu kez de acıtıcı şarkılar söyledi.  Pinon o şarkıyı başkalarına ulaştırabilecek tek kişiydi. Ama yapmıyordu bunu. Nedeni aşk mıydı?

Başka bir olasılık da düşünülebilir: Pinon’un bir biçimde Maria’dan korktuğu, o yüzden tercümanı olmaktan kaçındığı. Maria’nın şarkısı belki de onun hoşlanmadığı bir haberi içeriyordu. Maria belki de hayatı boyunca, umarsızlıktan deliye dönmüş bir biçimde, şarkısının yerini alabilecek ağız hareketlerini bulmaya, Sözcüklerini Pinon’dan kurtarabilmeye çabalamıştı.
Pinon belki de Maria’yı öylesine seviyordu ki, şu ya da bu biçimde, Maria’yı yitirebileceğinden korkuyordu. Şu da düşünülebilir: Onu öylesine seviyordu ki, böyle bir olasılıktan ödü patlıyor, yardımı kendine yasaklıyordu.”

“Düşümün içinde, hemen aynı anda, ne olduğa anlamıştım. Gök arpını dinliyorlardı. Onun şarkısı çocukluk günlerimden çok iyi tanıyordum. Ayın parlak beyaz olduğu, karın ışıldadığı ve havanın soğuk soğuk soğuk olduğu o apaydınlık ocak geceleri... Telefon telleri evin dış duvarlarına monte edilmişti; ev ağaçtan yapılmaydı, babam kendisi yapmıştı onu, devasa bir rezonans kutusu gibiydi ve teller şarkı söylüyordu.

Yıldızlardan kopup gelen çok güçlü, çok etkileyici bir şarkıydı bu, hava soğuk olduğunda her gece gelirdi. Gök arpı eşliğinde, sanki biri dışarıda o kış gece¬sinde devasa bir yayı tellerinde dolaştırıyormuş gibi duyulur, gece boyunca, sözsüz ve hüzünlü, binlerce yıllık ıstırap ve bağışlamayı anlatırdı; tellerin bir ucu Vâsterbotten’da bir eve, diğer ucu uzakta, çok uzakta, uzayda, siyah ölü yıldızlara çakılıydı. Bizi unutma di¬yordu onlar, biz de sen gibiyiz, unutma bizi.

Tellerin diğer ucu o siyah ölü yıldızlara çakılıydı, şarkı binlerce yıldır yoldaydı ve sonunda Vâsterbotteni’daki o ahşap evde gecenin içinde oturan bu İkiliye ulaşıyordu. Onlara ilişkindi şarkı. Biz sağırdilsiz değiliz, varız. Birbirinin elini tutmuş, gök arpını dinliyorlardı. Oğlan başını Pinon’un koluna yaslamış, gözlerini kapamıştı.

Ve, neredeyse mutlu olduğu görülebiliyordu.

Agape: Karşılık beklenmeyen sevgi. İnsanın bağışlanmayı hak etmeye çabalamasının gerekli olmadığı inancı.

Ne güzel bir sözcük.”

“Nereye kayboldular bilmiyorum; çocukluk yıllarımda dünya hilkat garibeleriyle doluydu. Yoklar artık.

Kırklı yıllarda, yazları genellikle Umeâ yöresindeki Brattby kasabasında, amcamların yanında geçirirdim. Bir kamp vardı orada, köy delilerinin, sakatların, hilkat garibelerinin toplandığı devasa bir yer. Adı Brattbygârd’tu. Amcam tahıl ambarında çalışırdı, oraya yakın. Ben de hemen her zaman oradaydım. Amcamla birlikte bütün civarı dolaşırdık.

Bir timsah adamı çok net hatırlıyorum, çakmaktaşı sertliğinde pullarla örtülü bir gövdesi vardı, kırık buz sarkıtlarından oluşma bir okyanus. Korkuyla doku¬nurduk ona, çünkü annesi Lövânger’den annemin tanıdığı bir öğretmendi. O da ben gibi ailenin tek çocuğuydu ve timsahadam olarak doğmuştu, benim de pekâlâ öyle doğmuş olabileceğim her zaman hatırlatıldı bana, her zaman bilincinde oldum. Sadece bir rastlantıydı. Elinde her zaman çekiştirip durduğu bir parça plastik olurdu. Derisine dokunurduk, bize bakardı, ve ben onun yerinde pekala kendimin olabileceğini bilir¬dim, bana baktığında gözlerinde görürdüm bunu. Konuşamıyordu çünkü, ama dudakları oynuyordu bazen, ve anlıyordum.

Onunla aynı odada, biçare gözlerle bize bakan ve yaklaştığımızda ince, tüyler ürperten çığlıklar atan iki sukafalı oğlan vardı. Onlara dokunulamazdı, kedi gibiydiler, ana parmaklığa tırmanır ve çığlığı basarlardı. Sonra fil hastalığı olan biri; anormal çeneleri olan ve salyalı ağızlı birkaçı; beyinsiz doğmuş biri; çok dikkat isteyen bir başkası; anası babası olmayan ve o yüzden orada bulunan bir kambur, ki bir dahi olduğu söylenirdi. Çoğu zararsızdılar, yaklaşmamızı dostça karşı¬larlardı, sadece azı şiddete yönelirdi.

Ama dünya onlarla dolu idi.

Sonraları kayboldular ortalıktan. Gelişen tıbbî koşulların, daha kesinlikli teşhis ve analiz metodlarının, embriyo analizlerinin, cerrahi müdahale olanaklarının ve eskisine oranla çok daha işlevsel ve daha kapalı barındırma koşullarının onları görünmez kıldığı söylenebilir.

Onları içimize gömdüler, denebilir.”

“Maria’yı hayatı boyunca, bir maden işçisinin alnında fenerini taşıdığı gibi taşıdı; ama o devasa fenerden yayılan, gerçekte nasıl bir ışıktı.

Dosdoğru içimize akan.”



http://www.idefix.com/kitap/dusmus-melek-per-olov-enquist/tanim.asp?sid=K80Q7P7SGM6MTCCU41Z0http://www.idefix.com/kitap/dusmus-melek-per-olov-enquist/tanim.asp?sid=K80Q7P7SGM6MTCCU41Z0

18 Ağustos 2015 Salı

ağladım yükselmedi su karaya vurdu gemi anne seccaden bile gelse bizi kurtaramaz dimi./cevher kara



Allahım cehennemi harlıyalım
halkın ümüğüne basılık!

beni kör kuyularda merdivensiz bırakma
diyen yusuflar cesed kulesi oldu
nasıl isteyeceğimizi bilemedik mi yine?
çocuklar diyorum cağızlar kabahatsizler
narin dal şeffaf yaprak iplik sular
hani elini kaburgasında gezdirirsin de
bir kuşu hırpaladığını sanırsınlar.
ölümün uğrak yeri
-o çarşıya iner gibi şen-

daha kaç basamak kılalım kendimizi ki sesimiz varsa?

ey kervancı ey Hızır yardakçısı
hangi pazar cezbetti nefsini ki uğramıyorsun
hangi şerdeki hayırdır bizi kara eden.

yırtık damar
hardan özge neden anlar
biz de keselim diyorum 
bizi alanlardan çeken eli
de feraset yok piyasa'da.

musibet dağına ev yapmış gibi
kardeş kanında duş almış gibi
sen belâmızı bir güzel vermiş gibi
zamanı durdurmuş ona suyu kurutturmuş gibi.
-yoksulluğu gizleme yöntemlerinin de ver lütfen bu basamak yamuk-
biz nezlesiyle Eyyub'a özenen
karga talebeliğini sivisinde taşıyanlar.

biz marşlar, bozuk kayıtlar, aksayan sesler
iri kelimeler, büyük tikeler, tıkanan boğaz.


ıı.

ah toplumsalailgi toplumsalailgi...
işte o bitiriyor bizi
işte o yeşertecek ama korosuzuz.
-bize bir çimen ordusunun ilerleyişinin kararlılığını ver-
ey dünyanın en büyük boşluğu ordusu
bize politikayla gel
toplumsalla
oradadır yumuşak karnımız bizim
kalbimiz oradadır.
halk de canımızı al o kadar yani
kardeşlik, dostluk, yoldaşlığ de
de sırtımız senin.


ııı.

sürekli dua talepleri geliyordu
bizi beğenmeyenler Allah'ın beğendiğine inanır gibi bir hurafeye binmiş 
turluyorlardı yardım konvoyu olarak.

onlara anlatmak istiyordum
Allah'ın umrunda değiliz kardeşlerim demek.
sosyalleşmek faydalıdır insanı diri tutar ama Allah'ı karıştırmayalım
o karışkan değildir
hem duasını kabul etmiyor hem dua ediyorsunuz.

dağılan bir ordu her şey
elçiler var
yerli elçiler
onları yerli yerine çağıran
başaramayan
yenilen
taşlanan
ama
helâk isteyemeyen
âsâsız
balıksız
mağarasız
gelinsiz
göksüz
yarılan göğüssüz.

aptallaştık biraz daha açık konuş lütfen






15 Ağustos 2015 Cumartesi

Şehitler/Turgut Uyar



Sen,
Adını bilmediğim bir köyde doğmuşsun..
Kucak kucağa büyümüşsün toprakla,
Yorulmuşsun, sevmişsin
Harman yapmışsın,
Çocuk yapmışsın,
-Topraktan korkum yok ki zaten-
Diyebilmişsin ölürken...

Sen,
Bir şehir çocuğuymuşsun,
Dev makinalarm gıdası olmuş kanın.
Büyüyememişsin
Sevememişsin.
Son merdane hücumunda manganın,
Şehit olmuşsun...

Sen,
Ilık bir sahilde doğmuşsun.
Beyaz bir eviniz varmış,
Ananla, babanla yaşamışsın,
Kanlı canlıymışsın.
Sedef yüklü,
Kadın yüklü gemiler varmış rüyalarında
Ölüm hiç aklına gelmemiş.
Fakat bir şafak vakti hastanede
Her şey birden bitivermiş.

Sen,
Bir orospu çocuğuymuşsun,
Belki hapishanede,
Belki kaldırımda doğmuşsun,
Ananla beraber kucaklarda sabahlamışsın.
O bile bilmezmiş kimden olmuşsun.
Lânetlenmiş, kovulmuşsun.
Vatan sevmeye değecek kadar güzeldir amma.
Yaşamak için fırsat vermemiş talihin sana...

Sen, şehir çocuğu,
Sen orospu  çocuğu, hepiniz,
Toprağın nemli bekâretindesiniz.
Kitaplarda, türkülerdesiniz.
Hatıralarınız ıssız kasabalarda kaybolmuş,
Kiminizin kızı hizmetçi,
Kiminizin karısı metres tutulmuş,
Dünya nimetlerinden kırıntılar dişlerinizde..

Bir tükenmez bolluk içindeyken dünya
Harp gelmiş çatmış kader bu ya
Levhalar asılmış,
Davullar vurulmuş
Sırtta çanta, elde tüfek düşmüşsünüz yola,
Önünüzde bir kahraman onbaşı,
Canlı bir çığ gibi koşmuş yorulmuş.
Yarı kalmış işlerin, sevdaların telâşı,
Kiminizin göğsünde bir mendil,
Kiminizin muska.

Kiminizin resim
Dudaklarınızda yarım yamalak bir isim.
Kimbilir hangi hain ovanın düzünde,
Bir saniyelik sevinç olmuşsunuz,
Düşman toplarının gözünde...
Damarlarınızda hazza benzer bir sızı
Ölüm çiçeklenmiş gövdenizde yer yer,
Kırmızı kırmızı...

Şimdi en sakin uykulardasınız,
Vatan selâmetle, hürriyetle dolmuş,
Bayramlar, eğlenceler, şenlikler,
Siz uyuyun siz uyuyun şehitler,
Yattığınız yer artık hakkınız olmuş....


12 Ağustos 2015 Çarşamba

Ah'lar Ağacı Semeresi


... 
Güçlü bir el silkeledi beni sonra
Sanırım Tanrı’nın eliydi.
Sayamadım kaç ah döküldü dallarımdan.
Binlerce yeşil gözü olan bir zeytin ağacı gibi,
Çok şey görmüşüm gibi,
Ve çok şey geçmiş gibi başımdan,
Ah...dedim sonra
Ah!

...

Ve şimdi şöyle dua ediyorum Tanrı’ya:
Olanlar oldu tanrım
Bütün bu olanların ağırlığından beni kolla!

Kaybolmak istemiştim bir zamanlar
Kapının arkasında yokum demiştim
Ve divanın altında da.
Bulamazsınız ki artık beni,
Hayatın ortasında.
Kaybolmak istemiştim bir zamanlar
Beni kimse bulamazdı
Tanrı’nın arkasına saklansam.
O Kocamandı, en kocamandı o.
Bir kız çocuğunun hayalleri kadar.

...

Ne çok dikeni vardı ahlat ağacının tanrım,
Ulaşılamazdı,
Sen sarılmak istesen ona,
O sana sarılmazdı.
Ne çok dikenin vardı Tanrım!
Ne çok isterdim,
Sana sarılamazdım.
Ve şöyle derdim o zaman:
Ah!

..

Bazen ah diyorum durmadan,
Şimdi ben ahlatın başında,
Otuz iki yaşımda.
Ahlar ağacı gibi.

...

Vasiyetimdir:
Dalgınlığınıza gelmek istiyorum
Ve kaybolmak o dalgınlıkta.

...

Nasıldı
Öldürdüğünüz birinin cenaze namazını kılmak?

...

İç ses!
Bu bahsi kapa!

Mutfağa gidip domates çorbası pişirdim.
Çoktandır öksüz olan mutfakta
Buğulandı ve ağladı camlar,
Gözyaşlarını kuruladım perdelerin ucuyla.
Çoktandır öksüz olan dünyaya baktım,
Allah babasıyla baş başa kalmış insanlara,
Poşetin tamamını beş bardak suya boşaltınca,
Sanki biraz rahatladım.
Kazanlar dolusu çorba kaynatsam sanki,
Artık kimse mutsuz olmayacaktı.
Ah...dedim sonra,
Ah!
İç sıkıntımla çektirdiğimiz bu fotoğrafta,
Aynı vampir gibi çıkacağız.
Kırmızı çorbama ekmek doğrayınca,
Sanki biraz ferahladım.
Karıştırdım ve iç ses diye fısıldadım:
Hala aç mısın?

...

“Bir Arap şairi şöyle demiş,
Savaşta yenilen halkına,
Ağlamayın, ağlamayın, acınız azalır”

Uzun bir dize dayardı hayat her sabah karnıma
Şiir için düelloya gelmiş bir sevgili gibi,
Sorardı:
Daha yazacak mısın?
Hayır derdim,
Artık yazmayacağım.
Ama şöyle denir:
Kılıç çeken kılıçla ölür.
Ama şöyle denir:
Kaderden kaçılmaz.

...

hayatıma hayat diyemem artık.

...

Kara yazgımı şimdi kim bilir
Hangi kitabın arasında saklıyorsun tanrım?
Ah.. dedim sonra
Ah!

...

Yaşadığını anladı kalbim,
Böyle yaşanamaz derdi
Bir başkası olsa.


...

Güçlü bir el silkeledi beni sonra
Sanırım tanrının eliydi,
Sayamadım kaç ah döküldü dallarımdan,
Çok şey geçmiş gibi başımdan
Ah dedim sonra,

Ah!

Didem Madak 



9 Ağustos 2015 Pazar

kamburum gömleksiz/cevher kara


I.

bütün mümkünlerin karşısında
renklerin kör kesildiği
bölenemeyen
birine uğratıldın.
sen uzak değilsin
benim ellerim kesik
atımın ayakları tam kökünden.

kendimden çıkarsam beni göreceksin
tabi elini uzatma
yapışır kalırım bir kara leke.
bir topalın koşuşu gibi konuşmam
hiçbir medenî hal bu dramı seyreltemez bile.
çünkü ben düşerim kimse tutmaz
çakılmak diye bir kelime bulunur.

Yunus musun dizen başımı döndürüyor
gören, kör eden, alıp götüren, yularlayan dizen
derken birikmiş bir el olarak dönüyorsun içime
Allah aşkına sen neyi kurcalıyorsun.

Belkıs’sın ama Hüdhüd’üm yüzümü güldürmüyor
ifrit de yok Süleyman’ın tahtsızdır.

koşamamak diye bir fiil vardır.

bu kalp, bir yumruk olarak kendini dövüyor
kalbî bir yumruk kesilerek kalp.
-bu kalp şelpe değildir
öyle vurulmaz.-

II.

rahat bir uyku çekti imtihan seni yola koyunca
başımda dikilirdi, elinde bıçak, iki gözü kan.
neyleyelim bize de kalbimizin sıkıla sıkıla zayıflaması düş.

şairinden daha çok içlenirdik:

yarım ay yarım güneş
yarım ay yarım güneş
yarım ay yarım güneş
doğmuyor.