herkesin büyük bir ustalıkla
gülerek geri çekildiği bir dünyaydı. her yeni başlangıç yeni bir pişmanlık
demekti. gittiği yerlerden yüklenip
geliyordu insan yalnızlığını. umutsuzluk öyle bir yılgınlık yaratmıştı ki
herkes her söze inanır olmuştu. çifte sürgülü kapılar aralandıkça buz gibi bir
suskunluk sızıyordu eşiklerden. herkes yaşadığı oyuğun soğukluğu ile orantılı
bir kasıntı içindeydi. eşyalar bile sahiplerinden daha sıcak, daha
kişilikliydi. gökyüzünü çarşılarda yitiren insanlar, odalarında yanan ışıklara
bakarak niyet tutuyorlardı. yıldızlar çoktan çekilmişti çatılardan. kimse bir
ayin gibi yaşamıyordu günün batışını. kimsenin sabahla arındığı yoktu. herkes
ölçülü bir incelikle birbirine elini uzatıyor, ama kimsenin eli kimseye değmiyordu.
dokunmak nesnesiz bir duyguydu, insanın gövdesinde taşa kesilen. küçük
adamların büyük yalnızlığı doldurmuştu dünyayı. senin yüreğin henüz yarasızdı.
yüzün bulut görmemiş bir göldü. halka halka sıcaklık yayılıyordu sesinden. gün
ışığı ile gözlerin arasında bir ayrım yoktu. kaşların kaş değil gökkuşağı idi.
gülmüyordun da binlerce yaprak, yağmur eliyordu toprağa. gövden buğular içinde
bir yoldu, herkesi yitik ülkesine götüren. kötü sözlerin kederi düşmemişti
henüz üstüne. bir gülün açarken çıkardığı sesle konuşuyordun. sözün insan yüreğinden
doğduğu bir mevsimdi yaşadığın. ceviz ağaçları mı ırgalanıyordu, kirpiklerin
mi yerden bulutlara kalkıyordu, şaşırıp kalıyorduk. akıl almaz bir düzlüktü
alnın, bir ufkunda gün batarken bir ufkundan ay doğan. tenin herkese
çocukluğunu anımsatan bir masumluktu. bağ yaprakları arasında bir çift üzüm
salkımıydı kulakların. adımların ancak kuşların kanat vuruşuyla
açıklanabilirdi. bütün yatakların gün günden büyüyen boşluğuydun. mutlulukla
arasındaki uzaklığı sana bakarak ölçüyordu insanlar. herkesi geçmişiyle
yüzleştiren bir vicdan, bir aşk olanağıydın bu azalan insan ülkesinde.
sonra araya zamanlar girdi, mekânlar girdi, insanlar girdi.
yaşamak, düşlerinin büyüklüğüne göre acı veriyordu insana. yine de dünya,
herkesten bir kalıba dökememişti seni. bir gece yolculuğunda karşılaşmıştık,
anımsar mısın? ikimiz içimizdeki çocuğu dışımızdaki büyükle gizliyorduk. ay
sabaha kadar eksilmediği trenin camlarından, saatlerce bozkırın yalnızlığı
akmıştı. herkesin şarkısını göğsüne düşürdüğü gecenin geç vaktinde, baktığı
camlar buğulanan iki iç çekiş olarak kalmıştık. “gücenik güceniği saçının telinden tanır" demiştim; gözlerimi
usulca indirerek suskunluğuna. yüzünü camlardan toplayıp dönmüştün uzun
yolculuğundan. gülüşün, derin bir gölün menevişlenmesiydi. nasıl da yakışmıştı
sözüme ve geceye. gizlice gönenmiştim. gözlerindeki ağrıya güvenerek uzanmıştım
parmaklarına. "sözcükler çok cılız
bir terazidir yüreğin yükünü tartmada" demiştin; "gücenik elbette tanır güceniği, canına yapışmış
durgunluktan." bir şeyin parçalarım bir araya getirmek ister gibi
dönmüştün yeniden camlara. gece daha mı kolaydı, daha mı zor, seçemez olmuştum.
"her duyguyu dile getirmek
gerekmiyor biliyor musun? nasıl her duyguya isim koymak gerekmiyorsa."
alnındaki bulutlan öperek çekilmiştim kıyılarıma. bunu elbette en iyi ben
bilirdim; adını koyduğu her şeye yenilen ben.
gecenin verdiğini sabaha teslim
ederek inmiştik trenden. senin aklında, benim gövdemde bir karıncalanma,
geldiğimiz yol kadar uzun bir suskunlukla bakmıştık denize, bir imkânsızlığı
ezber eder gibi. sen yitirdiğini arıyordun, ben koruduğumu koyacak yer
bulamıyordum.
—sabah ezanı okundu. kalk yavrum, işe geç kalacaksın.
ali
nihayet iş bulmuştu. bir haftadır fabrikaya gidiyordu. anası memnundu. namazını
kılmış, duasını yapmıştı, içindeki cenab-ı hak'la beraber oğlunun odasına
girince uzun boyu, geniş vücudu ve çok genç çehresi ile rüyasında makineler,
elektrik pilleri, ampuller gören, makine yağları sürünen ve bir dizel motoru
homurtusu işiten oğlunu evvela uyandırmaya kıyamadı. ali işten çıkmış gibi
terli ve pembe idi.
halıcıoğlu'ndaki
fabrikanın bacası kafasını kaldırmış, bir horoz vekarıyla sabaha, kâğıthane
sırtlarında beliren fecri-kâzibe bakıyordu. neredeyse ötecekti.
ali
nihayet uyandı. anasını kucakladı. her sabah yaptığı gibi yorganı kafasına
büsbütün çekti. anası yorgandan dışarıda kalan ayaklarını gıdıkladı. yataktan
bir hamlede fırlayan oğluyla beraber tekrar yatağa düştükleri zaman bir genç
kız kahkahasıyla gülen kadın mesut sayılabilirdi. mesutları çok az bir
mahallenin çocukları değil miydiler? anasının çocuğundan, çocuğun anasından
başka gelirleri var mıydı? yemek odasına kucak kucağa geçtiler. odanın içini
kızarmış bir ekmek kokusu doldurmuştu. semaver, ne güzel
kaynardı. ali semaveri, içinde ne ıstırap, ne grev, ne de kaza olan bir
fabrikaya benzetirdi. ondan yalnız koku, buhar ve sabahın saadeti istihsal
edilirdi.
sabahleyin
ali'nin bir semaver, bir de fabrikanın önünde bekleyen salep güğümü hoşuna
giderdi. sonra sesler. halıcıoğlu’ndaki askeri mektebin borazanı, fabrikanın
uzun ve bütün haliçti çınlatan düdüğü, onda arzular uyandırır; arzular söndürüldü.
demek ki alimiz biraz şairce idi. büyük değirmende bir elektrik amelesi için
hassasiyet, haliç'e büyük transatlantikler sokmaya benzerse de, biz, ali,
mehmet, haşan biraz böyle- yizdir. hepimizin gönlünde bir aslan yatar.
ali
annesinin elini öptü. sonra şekerli bir şey yemiş gibi dudaklarım yaladı.
annesi gülüyordu. o annesini her öpüşte, böyle bir defa yalanmayı âdet etmişti.
evin küçük bahçesindeki saksıların içinde fesleğenler vardı. ali birkaç
fesleğen yaprağım parmaklarıyla ezerek avuçlarını koklaya koklaya uzaklaştı.
sabah
serin, haliç sisli idi. arkadaşlarını sandal iskelesinde buldu; hepsi de dinç
delikanlılardı. beş kişi halıcıoğlu'na geçtiler.
ali
bütün gün zevkle, hırsla, iştiyakla çalışacak. fakat arkadaşlarından üstün
görünmek istemeden. onun için dürüst, gösterişsiz işliyecek. yoksa işinin
fiyakasını da öğrenmiştir. onun ustası istanbul'da bir tek elektrikçi idi. bir
alman’dı. ali'yi çok severdi, işinin dalaveresini, numarasını da öğretmişti.
kendi kadar usta ve becerikli olanlardan daha üstün görünmenin esrarı
çeviklikte, acelede, aşağı yukarı sporda, yani gençlikte idi.
akşama,
arkadaşlarına yeni bir dost, yeni bir kafadar, ustalarına sağlam bir işçi
kazandırdığına emin ve memnun evine döndü.
anasını
kucakladıktan sonra karşı kahveye, arkadaşlarının yanına koştu. bir pastra
oynadılar. bir heyecanlı tavla partisi seyretti. sonra evinin yolunu tuttu.
anası yatsı namazını kılıyordu. her zaman yaptığı gibi anacığının önüne
çömeldi. seccadenin üzerinde taklalar attı. dilini çıkardı. nihayet kadını güldürmeye
muvaffak olduğu zaman, kadıncağız selam vermek üzere idi.
anası:
— ali be, günah be
yavrum, dedi. günah yavrucuğum, yapma!
ali:
— allah affeder ana, dedi.
sonra
saf, masum sordu:
— allah hiç gülmez, mi?
yemekten
sonra ali, bir natpinkerton romanı okumaya daldı. anası ona bir kazak örüyordu.
sonra yükün içinden lavanta çiçeği kokan şilteler serip yattılar.
anası
sabah namazı okunurken ali'yi uyandırdı.
kızarmış
ekmek kokan odada semaver ne güzel kaynardı. ali semaveri, içinde ne ıstırap,
ne grev, ne de patron olan bir fabrikaya benzetirdi. onda yalnız koku, bulur ve
sabahın saadeti istihsal edilirdi.
• • •
ali'nin
annesine ölüm, bir misafir, bir başörtülü, namazında niyazında bir komşu hanım
gelir gibi geldi. sabahları oğlunun çayını, akşamları iki kap yemeğini
hazırlaya hazırlaya akşamı ediyordu. fakat yüreğinin kenarında bir sızı
hissediyor; buruşuk ve tülbent kokan vücudunda akşamüstleri merdivenleri hızlı
hızlı çıktığı zaman bir kesiklik, bir ter, bir yumuşaklık duyuyordu.
bir
sabah, daha ali uyanmadan, semaverin başında üzerine bir fenalık gelmiş; yakın
sandalyeye çöküvermişti. çöküş, o çöküş.
ali
annesinin kendisini bu sabah niçin uyandırmadığına hayret etmekle beraber uzun
zaman vaktin geciktiğini anlayamamıştı. fabrikanın düdüğü, camların içinden
tizliğini, can koparıcılığını terk etmiş ve bir sünger içinden geçmiş gibi yumuşak,
kulaklarına geldi. fırladı. yemek odasının kapısında durdu. masaya elleri
dayalı uyuklar gibi vaziyetteki ölüyü seyretti. onu uyuyor sanıyordu. ağır ağır
yürüdü. omuzlarından tuttu. dudaklarını soğumaya başlamış yanaklara sürdüğü
zaman ürperdi.
ölümün
karşısında, ne yapsak, muvaffak olmuş bir aktörden farkımız olmayacak. o
kadar, muvaffak olmuş bir aktör.
sarıldı.
onu kendi yatağına götürdü. yorganı üstlerine çekti; soğumaya başlayan vücudu
ısıtmaya çalıştı. vücudunu, hayatiyetini bu soğuk insana aşılamaya uğraştı.
sonra, aciz, onu köşe minderinin üzerine attı. bütün arzusuna rağmen o gün
ağlayamadı. gözleri yandı, yandı, bir damla yaş çıkarmadı. aynaya baktı. en
büyük kederin karşısında, bir gece uykusuz kalmış insan çehresinden başka bir
çehre almak kabil olmayacak mıydı?
ali
birdenbire zayıflamak, birdenbire saçlarını ağarmış görmek, birdenbire belinde
müthiş bir ağrı ile iki kat oluvermek, hemen yüz yaşına girmiş kadar
ihtiyarlamak istiyordu. sonra ölüye bir daha baktı. hiç de korkunç değildi.
bilakis
çehre eskisi kadar müşfik, eskisi kadar mülayimdi. ölünün yan kapalı gözlerini
metin bir elle kapadı. sokağa fırladı. komşu ihtiyar hanıma haber verdi. komşular
koşa koşa eve geldiler. o fabrikaya yollandı. yolda kayıkla giderken, ölüme
alışmış gibi idi.
yan
yana, kucak kucağa, aynı yorganın içinde yatmışlardı. olum munis, anasına
girdiği gibi onun bütün hassasiyetini, şefkatini, yumuşaklığını almıştı. yalnız
biraz soğuktu. ölüm bildiğimiz kadar korkunç bir şey değildi. yalnız biraz
soğuktu o kadar...
ali,
günlerce evin boş odalarında gezindi. gece ışık yakmadan oturdu. geceyi
dinledi. anasını düşündü. fakat ağlayamadı.
bir
sabah yemek odasında karşı karşıya geldiler. o, yemek masasının muşambası
üzerinde sakin ve parlaktı. güneş sarı pirinç maddenin üzerinde donakalmıştı.
onu kulplarından tutarak, gözlerinin göremeyeceği bir yere koydu. kendisi bir
sandalyeye çöktü. bol bol, sessiz bir yağmur gibi ağladı. ve o evde o, bir
daha kaynamadı.
bundan
sonra ali'nin hayatına bir salep güğümü girer.
kış
haliç etrafında istanbul'dakinden daha sert, daha sisli olur. bozuk
kaldırımların üzerinde buz tutmuş çamur parçalarını kırarak erkenden işe
gidenler; mektep hoca lan, celepler ve kasaplar fabrikanın önünde bir müddet
dinlenirler, kocaman bir duvara sırtlarını vererek üstüne zencefil ve tarçın
serpilmiş salep içerlerdi.
yün
eldivenlerin içinde saklı kıymettar elleri salep fincanını kucaklayan
burunları nezleli, kafaları grevli, ıstıraplı pirinç bir semaver gibi tüten
sarışın ameleler, mektep hocaları, celepler, kasaplar ve bazan fakir mektep
talebeleri kocaman fabrika duvarına sırtlarım verirler; üstüne rüyalarının mabadi serpilmiş salepten yudum yudum içerlerdi.
bazı insanlar çok şanslı. mesela soyisimleri mesleklerine uygun insanlar. adam din satıyor mesela. soyismi nursaçan, soyisimi dindarzade, islamoğlu, hatipoğlu...
işte bu necmettin amca da sabah tezgahını, müşteri portföyüne uygun bir kanalın stüdyosuna açmış, işlerin açıklığından ellerini ovuşturuyordu. adı, soyadı, siması kendisine büyük avntajlar sağlayan kimisi allah, kimisi baba, kimisi de devlet tarafından sunulan vergilerdi. derken konya'dan ismini vermek istemeyen bir kadın izleyici aradı. 'evladın anne baba üzerinde hakkı olup olmadığı'nı sorup, dakikalarca ağladı. allahım ne kadar kimsesizdik. en büyük dertleri kanallarının reytingi olan iki adama muhtaç kalmıştık derdimizi dökmek için. allahım seni tanımıyorduk bin yıllardır ki hala bu tür sorular kafamızı kurcalıyordu.
sonra kadın tam olarak ne dedi anlamadım ama sanırım çocuklarla ilgili bir şey söyledi ve kendisine üstteki bir giride 'pamuk dede' denilen ihtiyar, nur saça saça ve iyelikleri vurgulayarak 'devletimizin şefkatli kollarına gidin' dedi, 'kaymakamımız' dedi 'sosyal yardımlaşma vakfımız' dedi. tabi ben bastım küfrü. çünkü karşımda bir noterlik gösterisi vardı yine. sisteme islamdan yamalar yapılıyordu. 'devlet' ve 'şefkatli el' nasıl yan yana gelebilirdi? nursaçan, diyanette kaldığı zamanlardan mı edinmişti bu kanaati? hiç televizyon izlemiyor, sokağa çıkmıyor muydu? coşup, höykürmeme gerek yoktu, mutualizmin kralıydı yaşanan. hep gösterimde olan bir oyundu. sustum.
taşra tuhaf bir yer değil, tuhaf bir şey. taşrada kalmak da zor, ondan çıkmak da. kurtulmak demiyorum, taşradan kurtuluş yoktur, hep peşinizdedir. taşralı yıldızın 1 gr. esrar yüzünden hayatı söner, kurtuldum sandığı taşraya daha kötü şartlarda döner. taşra kaptırdığını geri alır, intikamını da feci alır. taşralıysanız, bilirsiniz, tutunmak yoktur, en çok tutundum dediğiniz yerde aşağıya kayarsınız. taşrada bir uçurum geleneği vardır ve herkesin başı döner. çünkü taşra çıkışlılar hep yükselmek ister, başdönmesini de göze alarak. doğrudur, yükselirler, ama onlarla birlikte o uçurum duygusu da yükselir. ne kadar yükseğe çıkarsan, düşüşün de o kadar görkemli olur... ya da öyle sanılır. belki taşra, bu uçurum ve intikam duygusuyla vardır, taşra bir lehçe değil, bir imladır, diliniz düzelse bile o imladan kaçış yoktur. hem nereye kadar? taşradan ne kadar kaçsanız yine taşraya varırsınız. taşra susuz bir deryadır ve kimse gemisini sahile çıkaramaz. (bakınız: üçüncü hamur pavyonlar, kurşun harflerle dökülmüş kaderler, tipo baskı soluk hayatlar, çiçekbozuğu sevinçler...)
sonra da bir 'telgraf' çekmiştim taşraya: 'taşra imlası taşrada tehlikelidir' demiştim, taşradan yeni geldiğim günlerde. sana haksızlık etmişim, küçümsemişim, düzeltiyorum: taşra imlası her yerde tehlikelidir ve imlâdan kurşuna dizerler, hem de daha sınava çekmeden. sense orada bir taş gibisin, ne oğulların ne kızların olmamış gibi, bağışlamayacaksın hiçbirimizi.
reha erdem, filmin son dakikalarına kadar inatla üstümüze geldi, 'bak işte berbat hayatlar var. iyice gör ve belki anla. işte yozlaşı, işte düşkünlük, işte senin hayal dahi edemeyeceğin yoksulluklar, namussuzluklar' diyerek. o sahnelerde hiç kısaltmaya gitmemiş ve bizi sanki sandalyeye çivilemek ister gibi 'gebersen de izleyeceksin' diyor. ta ki hayat'la filmin başından beri peşinde olan çocuğun çalıntı bir tekneyle kaçmasına kadar... filmde çalan orhan gencebay'ın 'seveceksin' şarkısı gibi hayatın 'karanlık' ve 'aydınlık' yönleri ni göstermek istiyor. ama şarkıda da filmde de 'karanlık', 'aydınlıktan' fazla. ve hayatın doğal yüzü değildir bir adamın 'çocukluğunu bildiği' ve o sırada 13 yaşında olan bir kızı taciz etmesi, ona tecavüz etmesi. bu doğal bir 'karanlık' değildir. bu hayatın karartılmasıdır. ve o kızın yatalak dedesini ölüme terk edip kaçacak denli bir ruh haline getirilmiş olması 'hayat işte, bir iyi bir kötü' deyip savuşturulamayacak bir şeydir. burada sisteme, insanlığını terketmiş kalabalıklara ağız dolusu küfürler vardır. bir tek, iki çocuğun belki de hayatlarında ilk kez ağız dolusu gülmesi vardır 'evet, hayat bazen de gülümsetir' diyebileceğimiz, gülümseyebileceğimiz.
Jîn’in yaşlarında ben de Jîn gibi angajeydim. Taptaze, en güzel yaşlar. Biraz sarsakça da olsa, insanın rüzgârlara karşı durma hali çok güzel o yaşlarda. Kendim öyle durmasam da film öyle dursun istedim. Ben dünyaya bu açıdan bakıyorum, sanattaki, edebiyattaki gerçekçiliğin düşünceyi öldürdüğünü düşünüyorum. Benim yaptıklarım gerçekçiliğin aksi istikametinde gitmeye çalışıyor. Ama bu gerçeğe yakın meselelere de gelmek istiyordum. Bundan epey önce, kendi yaklaşımımla Erdal Eren’le ilgili bir şey yapma fikri vardı aklımda, ama olmadı. O çok sahibi olan bir konu, bunu iyi anlamda söylemiyorum. Gerçekçilik başka, gerçek başka. Otuz senedir süregiden bir mesele var ve önümüze her gün ölüler düşüyor. Dolayısıyla bu mesele herkesin aklında. Artık bunu yapmam lazım duygusuyla da giriştim.
Gerilla kız Jîn, Kosmos’un başkarakteri seyyah gibi fantastik bir karakter.
Aslında bir anlamda sıradan bir karakter. Ormanda dolaşan gerilla kız bizim için fantastik, ama asker fantastik değil. On sekiz, yirmi yaşında her gün mayın tararken ya da şehit olmuş şekilde gördüğümüz bir oğlan. O fantastik değil, ama kız fantastik, çünkü o imge zaten yasak. Film şu anda çok uzak bana. Bir de üzerine konuşunca o filmin kıyafetini sözle çiziyormuşum gibi geliyor. Tam tersine çok kapısı olan, özgür, içinde dolaşılacak, girilip çıkılacak şeyleri seviyorum. Öyle filmler seyretmeyi ve dolayısıyla öyle filmler yapabilmeyi arzuluyorum.
Geçtiğimiz yıllar içinde savaşmaya, dağda olmaya, dolaylı ya da dolaysız olarak Kürt meselesine dair filmler çekildi Türkiye’de. Siz bu filmler içinde Jîn’i nereye koyuyorsunuz?
Şu âna kadar yapılanlardan gördüklerim içinde birini kenara çekebilirim, o da İki Dil Bir Bavul. Onun dışındakilerin çoğunun birbirinden hiçbir farkı yok, gerçekçi kafayla, savaşçı ideolojiyle çekilmiş filmler. Hiçbiri antimilitarist değil. Kahramanı olan, içinde silah fetişi olan film antimilitarist olamaz. Sinemaya sosyolojiyle bakmak bana acıklı geliyor. Geçenlerde Žižek’le ilgili bir film seyrettim, filmleri alıyor, kesiyor, yorumluyor, tam bir süpermarket filozofu. Yeni dünyanın hali böyle. Bir filmi sosyolojiyle açıklarsanız onu öldürürsünüz. Filmlere not veriliyor, en sevilen filmler listeleri yapılıyor, elbette bunun da bir işlevi var, ama onların ötesinde ne var? Cahiers du Cinéma bitti, Sight and Sound broşür halinde çıkıyor. Birtakım düşünce insanları, mesela Jean-François Lyotard resim üstüne de yazardı, insanın ruhunu açardı. Bütün o alanda felsefenin atlarıyla koşarlardı onun gibi insanlar. Şu an Žižek var. Bunlar olmasın demiyorum, ama dolayısıyla buna göre filmler yapılıyor. Yazma okullarından mezun yazarlar var, mesela Paul Auster. Cetvelle yapılmış, kuralları olan işler. Şu an ihtiyacını duyduğum şey bana nefes aldıran, kopuklukları, delikleri, boşlukları olan, o boşluklardan yuvarlanabileceğim şeyler. Ama bugün melankoli bile bir hastalık gibi görülüyor, ilaç veriyorlar. (gülüyor) Gençlikte en çok hayran olduğum, beni en çok çeken şey gençliğin melankolisi. Belki hâlâ içimden atamadığım şey. Belki bu zaman algısına karşı bir sığınak, bir karşı duruş gibi. Beni deneyim lafı kadar ürküten bir şey yok. Deneyimli sinemacı, usta. Bu biriktirilerek gidilen bir yol değil. Sanat ilerlemiyor, çeşitleniyor. İlerlese Dostoyevski geride kalırdı. Ya da 1940’ların şahane filmlerine, Chaplin’lere eski film mi diyeceğiz. Halbuki tam tersi olduğunda çok cazip. Şu kızın ormanda yürümesi gibi, canın acıya acıya gitmek. Her bulma bir çöküş. Her film insanı çöküntüye uğratıyor bittiğinde, işte onun için yeni bir filme tutunmak, yeni bir dert, yeni bir mesele geliyor. Benim anladığım haliyle sosyolojide birtakım cevaplar var. Cevap çok kötü bir şey, halbuki akıllı, hakiki bir soru daha iyi. Bu budur dediğinde film yapmana gerek yok.
Full Metal Jacket’ı izlediğinizde de böyle mi düşünmüştünüz?
Tabii, böyle düşünüyordum. O zamanlar daha da karşıydım, daha Stalinci bir kafam vardı, şimdi biraz daha yumuşadım bazı konularda. Bu yumuşamış halim. (gülüyor) Mesela Apocalypse Now’da da silah fetişi var. Coppola seyirlik sinemanın önemli yönetmenlerinden biri, adama haksızlık mı ediyorum diye düşünüyorum ama sinema olarak hiçbir değeri yok. Söyleme biçimi tamamen sansasyonel. O filmin ses bandını değiştirin, aynı imgelerle, tamamen ters anlamda Amerikan propaganda filmi haline getirebilirsiniz birkaç rötuşla. Onun için benim tercihim Shoah’dan yana. Uzun bir film, ama bu konudaki en saf örnek.
Jîn’i bir tür masal gibi mi kurguladınız?
Bunların hepsi uydurma şeyler. Bunun uydurma olduğunu bir kez daha vurgulamak için masal diyorum. Bunu da sosyolojiye yatırmak mümkün. İşte ondan uzaklaştırmak için böyle söylüyorum. Masal ya da edebiyatla, sinemanın kendi meseleleriyle, gerçekçilik dışı boyutlarıyla yaklaşmaya çalışırsanız, trajediden bir seyirlik yaratmaktan ya da sansasyonel duygular yaratmaktan kaçınmış olursunuz. Benim dünyam zaten sadece böyle. Bunun bir sürü oyuncağı var, birtakım ressamlar, mekânlar…
Kim o ressamlar?
Bu filmin bir ressamı var aslında. Alman romantiği Caspar David Friedrich. Bu filme Alman romantizminin estetiğiyle de yaklaşılabilir belki. Çünkü daha yüksek bir estetiğin içinde kurmaya çalıştık o tek figürü. Film gerçeğe değdiği için bu mekânların, gerçeği de andıran şekilde olması gerekiyordu. Türk bayrağı var, kostümler var, PKK’li var, PKK kostümü var. Bu nedenle benim için daha mayınlı bir bölge, gerçeğe değip gerçekçiliğe basmamaya çalışıyorum. Caspar David kriterimiz oldu. Her filmde olmuyor. Hatta bazı tabloların aynıları var filmde. Bazen şansa oturur böyle. Sinemanın içinde hayat var, bir film çekiyorsunuz, bir ormana giriyorsunuz. Bir de bütün planların ötesinde çekimin yapıldığı gün var. Hiçbir şey öngörüldüğü gibi olmuyor. Kendinizi öngörülemeyene bıraktığınızda tesadüflerin mucizeleri filme giriyor. Sinema çok disiplin gerektiriyor, ama bir yandan da hayata açık olması gerekiyor. İkisini bir arada yürütmek lazım. Yoksa bir senaryo yazarsınız, sonra gidip film yaparsınız, filmlerin yüzde doksanı böyle. Her sürecinde başka bir şeyle karşılaştığım için çok seviyorum sinemayı. Senaryoyla film arasında çok büyük bağ var, ama aynısı olduğu zaman kuru bir şey çıkıyor. O filme başlarken ben bu Reha değilim. Bir sürü şey değişiyor. Herkese de öyle olsun istiyorum, bu filme başlamadan önce ve sonrasında değişince güzel oluyor. Jîn’de şansımız vardı, zaten doğanın göbeğindeyiz, o derken bu çıkıyor. Mesela Beş Vakit’i çekerken güneş tutuldu. Biliyorduk, ama olacakları öngörmemiştik. Zaten Beş Vakit güneşle, ayla ilgili bir şey, biz de her şeyi bırakıp oraya çevirdik bakışımızı ve güneş tutulması filme hop diye mucize gibi girdi.
Jîn hayvanları da merkeze alan bir film.
Yaradılış, varoluş meselelerine bakarken hayatımızda dolaşan, bizden olmayan başka varlıklar bana çok mucizevi geliyor. Onlarla beraber yaşıyoruz ve sanki bizim bütün salaklıklarımızı, birbirimizi kandırmak için çevirdiğimiz oyunları, fesatlıkları görüyorlar. Hayatımın masalının kahramanları hayvanlar, hayvanseverlikten öte bir şey bu. Hayvanlar bizim yaptıklarımıza şahit oluyor.
Hayvanlar bir yana, insanlar da birbirlerinin her yaptığını görmek istiyor. Hayatımızdaki kameraların sayısı gitgide artıyor. Her şeyi görme çabası sosyoloji gibi alanları daha da sterilleştiriyor. Sinema özgürleştirici, ama diğer kameralar değil.
Her sinema da özgürleştirici değil. Sinemada yönetmen anlamına gelen, “metteur en scène” lafı vardır. Halbuki o, kafese koymak demek. Hiç kıpırdamayan filmler. Sinemada görüntünün tek başına bir anlamı yok. Arkasından gelen görüntüyle anlam kazanıyor, sinema bir bant. Sinemanın bütün her şeyden ayrıldığı tarafı montaj, akan görüntüler. Görüntüleri farklı farklı ele aldığımızda algısı, cümlesi değişiyor. Sinemanın arka arkaya gelişteki, lafa gelmez, sosyolojiyle açıklanamaz hali önemli. Sosyoloji hayvanı da açıklayamıyor. Ayı neyi temsil ediyor, geyik neyi temsil ediyor, orada yılan olur mu? Sosyolojide bu soruların dışında bir hayvanın bakışını yakalayamazsınız. Sen hangi tarafı tutuyorsun? Peki hayvan hangi tarafı tutuyor? Onun cevabı yok.
Jîn’de hayvanların kimin tarafını tuttuğu belli.
Bizim filmde bütün hayvanlarla beraber Jîn’in tarafını tutuyoruz. Bremen mızıkacıları gibi. (gülüyor) Hayvanlar silahsız varlıklar, sadece oradaki duruşları bir silah olabilir. Halbuki sadece oraya geliyorlar, belki de Jîn’i yiyecekler, onu öyle kurtaracaklar, belki de onu yalayacaklar. Orada olmaları kızı masal kahramanına dönüştürüyor. Yoksa nasıl çıksın karakoldan öyle. Film Jîn’in tarafını tutuyor derken, Jîn’i öyle kolluyor, masalını öyle kuruyor, kurmak istiyor. Yalanı da burada işte.
Jîn silahını bıraktığında hayatı çok zorlaşıyor.
Deniyor, olmuyor zaten, yeniden gidip silahını alıyor. Şu an silah bırakmaktan bahsediliyor, bir barış olacaksa zaten bu böyle bir barış değil. Savaşanlar kötü insanlar değillerdi, buradakiler zavallı yirmi yaşında zorunlu askere alınmış masum çocuklardı ama sonuçta oradaki insanların zoruyla bu barış bir yere gidiyor. Hatta daha ileri gideyim, hareketin içindeki militan kadınlar sayesinde oluyor, sonra erkekler geliyor. Mücadele devam edecek orada. Türkiye için de iyi bir şey oldu, artık bir şey gözüktü, bitti. Barış öyle kolay olmuyor, onlar bilmem kaç senedir dağlarda ve başardılar, Kürt halkı başardı. Sokaklardaki, hareketin içindeki kadınlar sahip çıkma biçimleriyle, etleriyle kemikleriyle, her şeyleriyle mücadele ettiler. Kimse silah istemez, dağda on yedi yaşındaki çocuklar aşkın yasak olduğu bir yerde sırtlarında silahla tabii ki durmak istemezler, niye istesinler ki.
İnsan büyüdükçe masallardan uzaklaşıyor. Ama çocukken masallar çok büyük anlam ifade ediyor. Sizin çocukken masallarla ilişkiniz nasıldı? En sevdiğiniz masallar hangileriydi?
Küçük ablamın bir kitabı vardı, Periye Peri Masalları diye bir kitap. Sağdaki ağacın oraya gidin, biraz ilerledikten sonra sola dönün, diye perinin yerini tarif ederek başlıyordu. O kadar ikna ediciydi ki, biz ablamla beraber hep peri aradık o yıllarda. Masalları da şu şöyledir, bu böyledir, kurt bunu temsil eder diye açıklıyorlar. Halbuki hayal kurmak müthiş bir şey, hayal kuran insanlar isyan edebiliyor. Hayal etme derken, evim arabam olsun diye değil. Bir hayalin vardır, o da haytalıktır. Haytalık derken Kosmos’taki gibi çalışmak istememek bir hayal, aşk istemek de bir hayal. Aşk hayali kurmaktan daha insani bir şey yok. Masal dediğim bu, hayal kurmak. Seyirlik filmlerden de sevdiklerim bana hayal kurduranlar.
Mesela hangileri?
Ang Lee’yi çok severim, ama Pi’nin Yaşamı’nı hiç sevmedim, çünkü hiçbir hayal kurdurmuyor, ama Ang Lee hayal kurdurtan bir sinemacı. Apichatpong Weerasethakul’u da çok beğeniyorum. Film bana kendi hayalimi kurduruyorsa çok güzel geliyor, özdeşleşmekten bahsetmiyorum. Hayal kriteri olmayan insanların tek dayanabileceği yer sosyoloji. Biz başka bir alandan bahsediyoruz. Hayallerin, masalın, sanatın, dinin, düşüncenin bu dünyada para getirmeyen ve fonksiyonel olmayan her şeyin olduğu bahçeden bahsediyorum. Çoğu zaman edebiyat, sinema bu bahçede duruyor. Cetvelle tasnif edelim demiyorum, ama insanların ruhu bunu hissediyor, bazen o tuzaklara düşüyor.
Eskiye döndüğünüzde sizi peşinden sürükleyen ilk roman ya da film kahramanı kim oldu?
On altı-on yedi yaşından sonraki politik dönemlerimde cevaplarla dolaşıyordum, Stalinciydim, kitaplar her şeyi açıklıyor diye düşünüyordum. Bütün o cevaplar işin dekorları gibiydi, karşı durma melankolisi, hesapsızlık… İçinde ölüm korkusu da olan angaje olma halinin tehlikeli zevkini yaşıyorduk. Birçoğumuz gerçekten devrim olacağına inanıyorduk. O yaşlarda çok sevimli geliyor. O yaşlarda herkes kendini ciddiye alıyor, büyüme hali o. Sigara içişiniz gibi, mesela on beş yaşında Beyoğlu’nda sigara içerken görünce beni azarlarlardı, hem daha da küçük görünüyordum. (gülüyor) O kadar masum, o kadar da sevimli bir şey. Ölüme hazır olmak çok çocukça, hayat o kadar büyük ve geniş ki. Sonra ne yazık ki arkadaşlarımızı kaybettik, o zaman ciddiyetini anladık. Ben kültür işlerinin içindeydim. Kahramanlara dönersem, içimden hiç çıkmayanlar Dostoyevski’nin kahramanları. Aslında o figürlerden çok, Dostoyevski’nin kendisi benim için bir kahraman. Onun kendi zamanına sımsıkı yapışıp büyük dünyaya hiç bakmadan sadece kendi ruhuna bakarak bugünleri bile böyle tarif edebilmesi çok acayip. Haftada en az beş altı film seyrediyorum. Her yıl dünyada beş altı bin film üretiliyor, ama büyük bir kısmı çöp. Sinemanın izlenmesi gerektiğini düşünüyorum. Edebiyatta, belki biraz daha korkak olduğum için, Türkiye’den yeni şeyleri az okuyorum. Daha çok Fransızcadan okuyorum ya da ısrarla önerilen şeyleri okuyorum. Bir de çok sevdiklerim var, onları dönüp dönüp okuyorum. Edebiyat sinema gibi değil, filme bakıyorsunuz, iyi değilse bırakıyorsunuz, kitaba daha başka bir saygımız var. Dolayısıyla kitaba daha az vakit ayrılıyor bu dünyada.
İkinci üçüncü kez okuduğunuz kitaplar çok mu?
Bayağı var. Mesela Sevim Burak, bambaşka bir şey. Aynı şekilde Beckett ve Tanpınar var. Yusuf Atılgan’ı, Bilge Karasu’yu okudum yeniden. Onları okuduğum zamanlar çok toydum. Şimdi çok sevdiğim Brezilyalı yazar Clarice Lispector’un Türkçede olmayan bir kitabını, Le bâtisseur de ruines’i ve yakın zamanlarda keşfettiğim İsrailli yazar Aharon Appelfeld’i okuyorum. İkisini aynı anda okuyorum, Jîn’den sonra başladım, çok da ilginç oldu. Birisi ormanda bir kızı, diğeri de ormanda kendini bulan adamı anlatıyor. Ormandan gidiyorum.
Filmleriniz edebiyatla ne kadar ilişkili?
Benim her filmimde parça parça da olsa hep edebiyat var. Bazısında çok, bazısında az. Kosmos’ta Dostoyevski vardı. Bir romanı alıp sinemaya uyarlamaya heves etmedim değil, ama zaten iyi bir romansa sinemaya uyarlanması imkânsız gibi bir şey. Aslında en yakın uyarlama Kaç Para Kaç’tır, o film bir Simenon uyarlaması, Venedik Treni. Geniş bir adaptasyon. Simenon sinemaya çok uygun zaten. Ama Tanpınar’ın sinemasını yapmak bence imkânsız. Onu öldürmek, yok etmek gibi oluyor. Onun üstüne çıkmak, yanına koyulacak bir şey yapmak çok zor.
Bir söyleşinizde okuduk: İsmet Özel’e bir şiiriyle ya da portresiyle ilgili bir şey yapmayı teklif ettiğinizde, “Bir şeyden bir şey olmaz,” demiş.
Evet. İsmet Bey’i çok severim, şimdi onu hırpalıyorlar biraz. Yakın tanıyanlar onu bilir, muzırlık yapmak için konuşur, nasıl rahatsız ederim diye düşünür. Herkesin üstüne nasıl çullanacağını biliyor, bundan çok hoşlanıyor. Beni ona çeken şiirlerinden şu an gene bir şey yapmak isterim. Onun portresinde insanların görmediği bir şey var, gözlerinin konuşurkenki bir hali var. Kendisi çok şıktır, şahane bir insandır. Şiiri de öyle.
Şiiri takip ediyor musunuz?
Şiirde en son Ahmet Güntan’da kaldım. Şimdi onlar 160. Kilometre’yi başlattılar. İzzet Yasar’ınKanama’sını basmışlar, zamanında bayıldığım bir şeydi. Takip ettiğim yeni şey fazla yok. Zaten şiir, hayatımızda da kalmadı. Dünyada artık kimsenin kitap, şiir okumaya vakti yok. Ancak birine yazmak için iki parça araklıyorlar belki. Şiir yazının en yükseği, içinde müzik, ritim var, anlamı bire bir hikâyelerden öte şeylerde bulunuyor. İnsan zihninin en yüksek ve de en eski meselesi. Belki ben onun yanına sinemayı koyuyorum. Müzik bambaşka tabii. Şiir, müzik, sinema. Sinema bunları içinde kullanabiliyor. Keşke müzik yapabilseydim de sinemanın kahrını çekmeseydim, diyenler var. Bunu kötü anlamda söylemiyorum ama müzik müthiş bir şey. Sinemanın içinde görüntü var, biz de görüntü dünyasında yaşıyoruz. Sinema artık başkalaştı, fonksiyonel dünyanın malı gibi oldu. Halbuki o da şiir kadar lüzumsuz bir sanat düşünce formatı, çok yüksek. Müzikte böyle değil, evinizde yapıyorsunuz. Sinemayı evinizde yapsanız da bir yerde gösterilince sinema oluyor, birileri görünce anlamı oluyor. Müzikte kimse bunu niye yaptın demiyor. Bana Kosmos için, git evinde seyret, niye yaptın, dediler. Ama müzik öyle değil. Sinema müziğe ne kadar yaklaşırsa o kadar iyi, çünkü ritim anlam oluşturuyor. Anlam derken kastettiğim mesaj falan değil, çoğu zaman adlandıramadığımız şey… Bu devrimci bir müzik, bu taraf bir müzik, bu tarafsız müzik diyemeyiz. Sosyoloji orada ceketini alır gider. Bu şiirde de zor. Geçenlerde bir yazı için gerçek, gerçeklik ve gerçekçilik üzerine düşünüyordum, Ahmet Haşim’in Piyâle’ye önsöz olarak yazdığı güzel bir yazısı var. Haşim az yazmış, ama çok hırpalanmış bir şair. Düşündüklerimi o yazıda buldum. Ona da o zamanlar, manasız şiirler yazıyor, diyorlar. Sinema da bunu yapabildiği ölçüde, buna yaklaştığı an çok fazla yükseliyor, çok derinleşiyor, zenginleşiyor. Hikâye sineması olduğunda bunlar azalıyor ama bunun bir kuralı yok. Böyle bakınca çok zengin bir format, yoksa çok fakir bir format.
Siz hiç müzik yaptınız mı?
Yok, ne yazık ki yapmadım. Ben ses bantları yapıyorum filmlere. Daha önce Açık Radyo’da Atlantik Film Sunar başlığı altında yapımcım Ömer Atay’la beraber birkaç sene program yapmıştık, orada da ses bantları yapıyorduk. O sıra elektronik müzik ve elektronik müziğin kullanımı, müziğe getirdiği şeyler çok heyecan vericiydi. Sanat biraz bilgi de gerektiriyor, sabır da istiyor. Benim hayatta en sevdiğim şeyler en sıkıldığım şeyler aynı zamanda, ama o bir haz meselesi. Mesela Shoah’da sıkılanlar olabilir. Ya da bazen filmin karşısında uyursunuz, ama huzur bulduğunuz için de uyursunuz. Sıkılmak da iyidir, illa kötü değildir. Sıkılmanın karşıtı da insanı tamamen kuşatan, oyuna bile imkân vermeyen bir hal.
Filmlerinizin tümünde müzik öne çıkıyor.
Normal zamanda da hep müzik dinliyorum, beğendiklerim içime giriyor, filmi yaparken de katlanıyor.Jîn’de Hildur Gudnadóttir’in müzikleri var. Şimdiye kadar hep hazır müzik kullandım, ama müzik yaptırmak üzere bir iki girişimim de oldu, birtakım insanlarla çalıştım.
Beş Vakit’te Arvo Part’ın müziklerini de kullandınız.
Kendisiyle çalışmadım, çok isterdim. Benim için çok önemli bir insan, onsuz yapamıyorum, yeni filmimŞarkı Söyleyen Kadınlar’da da var. Jîn için Hildur’un albümünden müzikleri model olarak kullandık. Aslında film için müzik yapacaktı, ama kullandığımız haliyle filme oturdu, zaten ben de filmi onlarla yoğurdum. Hildur, İzlandalı grup Múm’da da yer alıyor. Yaylı çalıyor, o müziği elektronikle de birleştiriyor. Hildur peri masallarının bahçesinden, olmayan bir bahçenin mahsulü yani. İnşallah onunla çalışacağız. Beraber çalışmak çok ilginç bir durum sinemada.
Siz filmlerinizi yaparken yalnız çalışmayı tercih ediyorsunuz, değil mi?
Benim yalnız gitme halim var. Karanlık odalarda geceler boyunca yalnız çalışmayı çok seviyorum. Esas ekstaz hali orada sinemanın. Otuz kişiyle, kırk kişiyle bir şeyler yapıyorsunuz, sonra bütün malzemeyle baş başa kalıyorsunuz.
Jîn’de Neşet Ertaş’ın türküsünü kullanıyorsunuz.
Neşet Ertaş’ı çok seviyorum. “Ah Yalan Dünya” şarkı sözleri için de orada, çok güzel bir türkü o. Türküyü Neşet Ertaş gibi söyleyebilecek birini çok aradık. Neşet Ertaş üzerine tez yapan bir konservatuvar öğrencisi bulduk, çok güzel söylüyor. Başta aklımdaki daha sert bir müzikti, melodili değildi. Sonra zaten film romantikleşti. Hildur’la çalışmayı çok istiyordum, onun müziğini değdirince film tamamen benim istediğim yerlere geldi.
Hayat Var’daki “Aklım Takıldı” sahnesi de müzikle ilişkinizi ele veriyor.
Orhan Gencebay’a hayranım, bambaşka benim için. O şarkıyı çocuk korosundan dinlemek çok absürddü. Ama bazı şeylere hiç tepki gelmiyor, o kadar güzel ki. Bana okul korosu “Aklım Takıldı” söyler mi hiç dediler, sonuçta tuhaf bir aşk şarkısı. Ama filmi çektikten sonra kimse bu nasıl absürdlük diye sormadı, işte o gerçek gibi geliyor.
Jean Genet’nin Hizmetçiler’ini 1991 yılında Devlet Tiyatroları’nda sahneye koydunuz. Hâlâ tiyatroyla ilgileniyor musunuz?
Lisedeyken bu işlere bulaşma vesilemiz tiyatroydu. Tiyatroyu seviyordum, şu an pek izlemiyorum. Tiyatro bana göre değil. Aslında tiyatro bir yaşam biçimi, ideal tiyatro bir “troop” hayatı, hatta en ideali sirk hayatı. Bitmeyen bir oyun oynanıyor, devam ediyor, o ruh halinde olmayınca çok zor ve yalan bir şey tiyatro. Bir de büyük bir disiplin. Türkiye’de pek öyle yapılmıyor, şimdilerde pek çok küçük amatör grup var. Ama sahnede oyun sahnelemek başka, tiyatro başka. Vücudu kullanmak, vücuda hâkim olmak beni çok cezbediyor. En çok hoşuma giden dans tiyatrosu, ama pek de örneği kalmadı.
Pina Bausch’un adını sık anıyorsunuz.
Pina Bausch benim için bu işin en yüksek noktası, en çok imrendiğim ve yapılabilecek en güzel işleri yapmış. Anlatılamayacak dediğim filmlerin karşılığını tiyatroda bir tek o yaptı. Sabah akşam aynı ekiple çalışarak yapmak çok önemli. Çok zor, çok uzun çalışma gerekiyor, onu insanlara kabul ettirmek çok zor.
Hizmetçiler o zamanın sonunun bir hevesi aslında. Biraz da Genet aşkı var. Fena bir oyun değildi, yenilikçiydi, istediğim gibi yapabildim, ama çok mücadele ettik. Devlet Tiyatroları’nda kafalar başka türlü. O kafayla iyi bir iş yapmak çok zor.
Çocukken peri aradığınız gibi, bir şeyler aramaya devam ediyor musunuz?
O peri arama durumu bu filmlere geçti. Güzel olan, inşallah vardır diye, belki de hiç bulmamak üzere aradığınız bir şey. Şuursuzca ararken zaman içinde arama fiili daha önemli oldu.
Sözünü ettiğiniz “montaj sineması” da arama fikri üzerine kurulu değil mi?
Tabii öyle. Ama arama bulma üstüne kurulu değil, bulmak için değil, aramak için aramak diyelim. Neyi bulacaksın, nasıl bir film yapacaksın? O arama süreci çekiyor beni, yoksa film yaptım, yönetmen oldum, ne yapacağım yani? Bu dünyada yönetmen olmanın belli bir getirisi var. Benim başladığım yıllarda öyle değildi, şimdi öyle oldu. Çok zor bir şey, her filmde hasta da oluyordum, aramak, onu denemek, film çıktığında hırpalanmak içsel meseleler. Şimdi onlar azaldı. Aramak daha çekici geliyor, biraz mazoşistçe, ama bir şey tamamlandı. Bir filmin içinde aramanın da bir sınırı var, yoksa film hayat boyu bitmez. Bir şeyi bitirip başka bir şeye geçme hali iyi geliyor. Bu benim bahçem gibi. İster istemez filmler birbirlerine benziyor, ama benim için bunların hepsi başka şeyler.
Aramak sağlıklı bir şey, korkudan da koruyor…
Korku hepimizin içinde var, korkudan oturmak korkuyu büyüten bir şey. Halbuki korkarak karanlığa yürüdüğünüzde o karanlıkların tadı geliyor. Orman diyorsak, ormanın karanlığı müthiş zengin, esas korunaklı yer orası, arama ormanı diyeyim. Esas yaratıcılık filmlere para bulmak, neyse ki orada yalnız değilim, yapımcım Ömer Atay var. Hiçbir film bir sonraki filmin garantisi değil. Zaten garanti olması da ayrı bir dert, o zaman şüpheye düşersiniz. Ben yaptıklarımla helalleşiyorum, bitiyor, sonra insanlar belki benim daha çok hoşuma giden bir yerlerde onunla buluşuyorlar. Arama ve hırpalanma dediğim de o oluyor.