28 Mayıs 2013 Salı

dünyaya teslim olmak/şükrü erbaş



herkesin büyük bir ustalıkla gülerek geri çekildiği bir dün­yaydı. her yeni başlangıç yeni bir pişmanlık demekti. gittiği yerlerden yüklenip geliyordu insan yalnızlığını. umutsuzluk öy­le bir yılgınlık yaratmıştı ki herkes her söze inanır olmuştu. çifte sürgülü kapılar aralandıkça buz gibi bir suskunluk sızı­yordu eşiklerden. herkes yaşadığı oyuğun soğukluğu ile oran­tılı bir kasıntı içindeydi. eşyalar bile sahiplerinden daha sıcak, daha kişilikliydi. gökyüzünü çarşılarda yitiren insanlar, odala­rında yanan ışıklara bakarak niyet tutuyorlardı. yıldızlar çoktan çekilmişti çatılardan. kimse bir ayin gibi yaşamıyordu günün batışını. kimsenin sabahla arındığı yoktu. herkes ölçülü bir in­celikle birbirine elini uzatıyor, ama kimsenin eli kimseye değ­miyordu. dokunmak nesnesiz bir duyguydu, insanın gövdesin­de taşa kesilen. küçük adamların büyük yalnızlığı doldurmuştu dünyayı.

senin yüreğin henüz yarasızdı. yüzün bulut görmemiş bir göldü. halka halka sıcaklık yayılıyordu sesinden. gün ışığı ile gözlerin arasında bir ayrım yoktu. kaşların kaş değil gökkuşağı idi. gülmüyordun da binlerce yaprak, yağmur eliyordu topra­ğa. gövden buğular içinde bir yoldu, herkesi yitik ülkesine gö­türen. kötü sözlerin kederi düşmemişti henüz üstüne. bir gü­lün açarken çıkardığı sesle konuşuyordun. sözün insan yüre­ğinden doğduğu bir mevsimdi yaşadığın. ceviz ağaçları mı ır­galanıyordu, kirpiklerin mi yerden bulutlara kalkıyordu, şaşırıp kalıyorduk. akıl almaz bir düzlüktü alnın, bir ufkunda gün ba­tarken bir ufkundan ay doğan. tenin herkese çocukluğunu anımsatan bir masumluktu. bağ yaprakları arasında bir çift üzüm salkımıydı kulakların. adımların ancak kuşların kanat vu­ruşuyla açıklanabilirdi. bütün yatakların gün günden büyüyen boşluğuydun. mutlulukla arasındaki uzaklığı sana bakarak öl­çüyordu insanlar. herkesi geçmişiyle yüzleştiren bir vicdan, bir aşk olanağıydın bu azalan insan ülkesinde.

   sonra araya zamanlar girdi, mekânlar girdi, insanlar girdi. yaşamak, düşlerinin büyüklüğüne göre acı veriyordu insana. yine de dünya, herkesten bir kalıba dökememişti seni. bir gece yolculuğunda karşılaşmıştık, anımsar mısın? ikimiz içimizdeki çocuğu dışımızdaki büyükle gizliyorduk. ay sabaha kadar eksilmediği trenin camlarından, saatlerce bozkırın yalnızlığı akmıştı. herkesin şarkısını göğsüne düşürdüğü gecenin geç vaktinde, baktığı camlar buğulanan iki iç çekiş olarak kalmıştık. “gücenik güceniği saçının telinden tanır" de­miştim; gözlerimi usulca indirerek suskunluğuna. yüzünü camlardan toplayıp dönmüştün uzun yolculuğundan. gülüşün, derin bir gölün menevişlenmesiydi. nasıl da yakışmıştı sözüme ve geceye. gizlice gönenmiştim. gözlerindeki ağrıya güvenerek uzanmıştım parmaklarına. "sözcükler çok cılız bir terazidir yü­reğin yükünü tartmada" demiştin; "gücenik elbette tanır gü­ceniği, canına yapışmış durgunluktan." bir şeyin parçalarım bir araya getirmek ister gibi dönmüştün yeniden camlara. gece daha mı kolaydı, daha mı zor, seçemez olmuştum. "her duy­guyu dile getirmek gerekmiyor biliyor musun? nasıl her duy­guya isim koymak gerekmiyorsa." alnındaki bulutlan öperek çekilmiştim kıyılarıma. bunu elbette en iyi ben bilirdim; adını koyduğu her şeye yenilen ben.

gecenin verdiğini sabaha teslim ederek inmiştik trenden. senin aklında, benim gövdemde bir karıncalanma, geldiğimiz yol kadar uzun bir suskunlukla bakmıştık denize, bir imkânsız­lığı ezber eder gibi. sen yitirdiğini arıyordun, ben koruduğumu koyacak yer bulamıyordum.

1995