3 Aralık 2013 Salı

Hakan Arslanbenzer'in Yayınlamadığı Şiirler-5

Gattaca'dan geldim gözlerim yaşlı



Kötü bir giriş yaptım hayata

devam ediyorum aynı berbatlıkla.

Elimde bir tek suratımı

zalimlerin görebileceği bir yere asabilmek kaldı

bir de ölüm herkesin maskesini yıkamadan

yağmur yağsın yere ağsın istiyorum alları.



Şükür ki oturacak bir ray bulmasa da

rayını arayan bir hayat

dönük değil vuruk bir sırt

buruk ama burkmamış bir kalbim var herhangi bir kalbi.

Şükür şükür ki sızlaya sızlaya duracak o

-İnsan, senin için nelere katlanıyorum.-

Dilenciler beni fazlasıyla etkiliyor

İslam ile yeni tanışmış müslüman gençler

geçtiğim yollardan takla ata ata geçmiş fosiller

ve entelektüel dünyamızın içe kapanıklığı dışa bağımlılığı.

Teleffuzunu çözemediğim yazarlar var

bağlanmadan çözmek istiyorum hangi bağlamda neyi söylediklerini

bir gün hrsityan olsam da haçtan nefret edeceğim biliyorum

ateist olsam inşallah diyeceğimi.

Ergenliğim bitti ama babamdan hala nefret ediyorum

-tc’den de ama bu erkeklikle ilgili-

çocukuluğum çoktan sona erdi fakat

hala babama kem söz söylerken utanıyorum.

Taşradan izliyorum alemi

sosyal ağlar birey dolu

sarkomlu sosyal doku.



Büyük sözlerin güçlü yorumları var bende

onları bağırarak değil bağrımda eyleyerek duyuracağım

“asrımızın zarif düşünceli gençlerinden biri”

gibi kederli elim, alnım fikretmenin sahası

ahım kalıyor ben giderken gaybî yardım

aksayan yanımla aksediyorum hayata

dürüstlüğüme baha biçemiyor tüccarlar

abdestli tüccarlar

cenabet tüccarlar.

suratımı asabildiğim her duvar yıkılıyor

ben ilerliyorum belirlenemez bir birimle.

25 Kasım 2013 Pazartesi

Hakan Arslanbenzer'in Yayınlamadığı Şiirler-4

Zarif Acziyye


seçkin bir kimse değilim
ismimin bir anlamı
baş harflerinin bir anlamı
bir anlamım yok.
görmektesin
kardeşimden beter halim
tıpkı onun gibi
bağışlanmamı dilerim
başka ne diyebilirim:
insan
en harcanmayacakları bile tüketip geldi karşına.
tamam, pes! 
insanı senin karşından başka karşılayacak bir karşı yok
kendini karmakarışık kılmış insanı
boynu ardında kalan insanı.

kusurum boyumu
aştı çünkü benden çok önce başladı
şimdi nasıl seslendirsem ki şu tevbeli baladı?
ama şükür ki sesleşmese de bilensin şeyleri
sersemlere bile acıyan.

sen’den başka döneceği kalmıyor
kapıların yarısını kıran diğer yarısı yüzüne kapananların.
farklı bir yapı senin kapın
onu 
herzamanaçık olarak tasarladın.
açıklıktan öyle yanaydın ki
fethile başladın kitaba, mübin kıldın.
şimdi 
çok az şeyden eminim
-ya da çok fazla şeyden değilim-
ama sen emniyyetini koruyan
sen
azalmayansın 
sana dair 
hiçbir şey az değil

az olan benim, acze uğrayan.
kardeşimden beter de olsa halim
tıpkı onun gibi
bağışlanmamı dilerim.

gerçekten başka ne diyebilirim.

15 Kasım 2013 Cuma

deveyi keser diyarı bombalarım o kadar/cevher kara







dağıldım gürültüsüz görüntüsüz yıkılır gibi bir bir â
bana ne diyemezsen olacağı budur
budur işte kimsenin ruhu duymadan
buudu kapsamadan.

elimi uzattığım her yer hama humus kürt köyleri
elimi uzattığım yerde yeşeriyor kımıltısız çocuk yüzleri
yeşil parmaklı mısın evladım kara bahtcı mı
nasıl cemettin bu elvanı
nasıl bir yayılımsa artık bırakmadın
ne dürüst bir politikacı ne de ersöz bir aydın
gidenler geri gelmez kalanlar kendini koruyamazken
bu gelgiti nasıl başarıyor aynı insanlar
kimin umurunda ki artık dün ne söylediği
dün dünse bugün bugünse biz kimiz
sen kimsin semamca'nın yeğeni mi kirven mi olur senin yoksa eben mi
her neyse aranızda var ki bir kurbet
rahat tavırlarınla dikkat çekicisin 
g20 tren.
halkların kardeşliğini halkların puştluğuna evriltirken
mazlum zalim rollerini aynı oyuncuya verir düzen.
hakkari'den uçak kalkacak istanbul'a
yöresel kıyafetler küresel tablolarda 
yaşasın halkların müşteriliği
iş tutan sık yalar avucunu gavurla
kahrolsun bizim büyük çaresizliğimiz

12 Kasım 2013 Salı

ölen ilk insan



o zaman sayıları kaçtı, 
ne kadar yayılmışlardı yerin yüzüne, 
yaş ortalamaları, yaklaşık ömür süreleri ne kadardı? 
ölüm hakkında bugünkü gibi bir literatürleri yoktu şüphesiz. 
ölüm düşünceleri daha soyuttu. 
içlerinden birinin, bir daha geri dönmemek üzere çekip gitmesi ne demekti herhangi bir fikirleri yoktu. 
ölümün açtığı gediğin korkunçluğunu tarif edememişti şairleri, hikayecileri, masalcıları. 
"ölüm" dediklerinde, en fazla bir kesafet canlanıyordu zihinlerinde. 
sonra olacak oldu. 
biri düştü ve kalkmadı. 
gitti ve gelmedi. 
sustu ve konuşmadı. 
durdu ve kıpırdamadı. 
geride kalanlar bir süreliğine eşlik etmeğe çalıştı ona. 
ölümün taklid edilebilir bir şey olduğunu sandılar. 
ağlamaktan başka bir şey yapmayarak, ölenin ölümünün paylaşılabileceğini sandılar;
yemeyerek, içmeyerek, yıkamayarak, yıkanmayarak, tıraş olmayarak... 
sonra zaman, akıntısıyla aşındırdı, yuvarladı kayadan özlemlerini. 
unutuş, pansumanını alıp işinin başına geçti. 
bir ağaç oyuldu, bir şiir yazıldı, bir türkü yakıldı "giden" dendi ona "giden ve dönmeyen".

30 Ekim 2013 Çarşamba

Yoksulluk Çirkindir/Yıldırım Türker



Bunu herkes bilir. Yoksul doğanlar sonradan ne kadar varsıl olsalar da arkalarında bıraktıkları izi ömür boyu nafile silmeye çalışırlar. Yoksulluk gözlerinin ferine, ciğerlerinin derinine, rüyalarına yerleşmiştir bir kere.

Yoksulluk insanın tüm benliğine öyle hızla ve güçlü siner ki, yılların refahıyla havalandırılsa da kâr etmez. Açlıkla boğuşmuşluğu olan insan ne kadar doysa da tokların masasında eğreti oturur. Yoksullukla dövmelenmiş ruhlar örtünüp gizlense de yakayı ele verir.
Yoksulluk işgalcidir. Varlıktan yokluğa düşmek, yoksulluğa yuvalanmak kolaydır. Bünye birkaç çırpınır. Yoksulluğu beyzadeliğin kibriyle yenir yutulur hale getirmek için akla karayı seçer. Alnını göğe yapıştırır. Gıdasının hanidir başkalarının kahkahaları olduğunu görmezden gelir. Beyaz giyer kış günü. Sonrası aşikâr. Ya bir dekadans hikâyesinin romantik sonunu fısıldayarak ölür gider. Ya da hayatta kalmak için kibrinden istifa eder.

Yoksulluk, öncelikle nefis terbiyesini gündeme getirir. Yoksulluğu zarafetle giyinip, utanılası bir şey olmadığına ikna olmak güçtür gerçi. Ama elzemdir. Yoksulluğun ruhu çürütmemesi için beslenmesi gerekir. Bu da paylaşmanın, şefkatin, vicdanın erdem olarak deftere yazılmasıyla başlar. Varsılların nefis mücadelesiyle işi olmaz. Onlar için bu konu olsa olsa bir hobidir. Meditasyona gidilir, yoga yapılır, havaalanlarından irade, iyilik ve sevgi üstüne hazır elkitaplarından alınır, hafta sonu programı feda edilip çocuk Tatilya’ya götürülür.
Yoksulluğun dibi, insanı gelecek duygusundan kurtarır. İnsanı, o günü çıkarmaya çalışan, her halükârda sağ kalmak için çırpınan bir memeliye dönüştürür. Gelecek duygusundan boşanmış insan, ürkütücüdür. Dünya yanından bir hışımla dönüp geçerken kendisinden alkış bile beklenmeyen bir seyirci olarak orada, boşlukta soluk alıp vermenin gerilimi insana her şeyi yaptırabilir. Görüntüler dünyası ona nispet etmek için gecenin kıyısından azametle geçen ışıl ışıl bir şehrayindir. Yoksul, sonsuza dek dışarıda, soğukta bırakılmış olduğunu hisseder.
Açlığın tezahürü iştah kaçırır. Yiyecek yardımı kuyruklarında birbirini paralayan açların görüntüsü her türlü tartışmayı, her türlü gündemi hoyratça anlamsız kılar. Açların orta yerde, tokların gözü önünde bir torba erzak için vahşileşmesinin yanında hiçbir sözün ağırlığı kalmaz. Yok saymak, görmezden gelmek, aymazlıktan öte hayatın affetmeyeceği bir suçtur. Görenleri yoksulluk edebiyatı yapmakla, dünyanın gerisinde kalmış olmakla suçlayanlar da bu aymazlardır işte. Sınıf ayrımcılığıyla, kini kışkırtmakla, yoksulları ayaklanmaya teşvikle suçlarlar, görenleri.
Oysa yoksulun kin üretebilmesi, isyan duygusuyla kavrulması için sınıf bilinci edinmesi, adalet duygusunun sarsılması, özgürlük heyecanına gem vuramaz hale gelmesi hiç gerekmez. Yoksul, gösteri ve nispet dünyasında er geç bir gün nefsine yenilecek, faul yapacaktır.

Hapishaneler, onlarla doludur. Hapishaneler, onlar içindir. Yoksullar birbirlerini ya da kendilerini öldürene dek; kaygılardan, hastalıktan, açlıktan kırılana dek, sıkı bir denetim altında tutulur. Yoksulluk en gizlenemeyen, en maskelenemeyen şey olduğu için denetlenmeleri hiç de zor değildir. Yoksullukla damgalı olanın coğrafyası sınırlıdır. Şehrin şık bulvarları, mutena semtlerine adım atmaları mümkün değildir. Vitrinlerin önünde, nezih kahvelerin berisinde yakışık almaz, sırıtırlar. Meğerki sorulduğunda boyunlarını büküp hizmetine gittikleri kapının adresini göstersinler. Geç de olsa kömürünü alabildiği, borçla da olsa çocuğunu okula yollayabildiği için kendini hiç değilse çukurun yamacında sanan üniformalı yoksullar tarafından nefretle tembih edilirler. Onların üstünden bir an gözü ayırmak olmaz. Yoksullar, doğuştan suçludur.
Bu dünya, varsılın seyredilmesi üstüne kuruludur. Sahip olmak, tek başına hiçbir anlam taşımaz. Varsıl, sahip olduğu ayrıcalıkları göstermek zorundadır. Toplumsal hayat, karşındakine sahip olduklarını gösterip onunkilerle karşılaştırdıktan sonra merdivenin hangi basamağında duracağına karar verme sürecidir. Sıfırdan üretilip sana yamanan ihtiyaçlar içinde kıvranıp vahşi bir tüketim fetişizmiyle besili varoluşunu parlatabilirsin. Yoksulun, dünya nimetleriyle arasındaki gergin mesafeyi mülkiyet tanrısının sopasıyla korumak da sana düşüyor. Sahip olduğunu göstermek zorundasın. Para da yoksulluğun ta kendisi gibidir. Asla saklanamaz.
Gece gündüz kalabalık caddelerde dilenen çocukların üstünden atlamak zorlaştı. Yaşlı kadınlar artık insanın koluna yapışıyor. Adamlar üç kuruşluk bir şeyi satmak için uzun uzun yanınızdan yürüyor. Tavırlarındaki farkı hissetmiyor musunuz? Artık yakarmıyor, hesap soruyorlar. Dilenmiyor, haklarını istiyorlar. Açların öfkesiyle tütsülenmiş dönüyorsunuz her akşam eve. Yoksulluğun çirkinliği sindi işte sizin de üstünüze. Bunlar nereden çıktı böyle? Ne kadar yapışkanlar? Hiç mi gururları yok? Oysa siz, ‘yoksul ve onurlu’ masallarıyla büyütülmüş Cumhuriyet çocuklarısınız. Ne o, nefesiniz mi kokuyor?
Yoksulluktan korkmayan, salaktır. Kendi paçasını kurtardığına ikna edilmiş orta sınıf terbiyesiyle büyütülen her çocuğa ilk öğretilen, yoksulluğun kokusunu alıp ondan uzak durmaktır. ‘Yabancılarla konuşma’ uyarısı da aslında çulsuzlardan uzak dur anlamı taşır. Yoksullar, yabancıdır. Adetleri farklı, uzak bir dünyanın sakinleridir onlar. Onlara dokunmadan yiyecek atabilirsiniz. Öyle mi?
Aç, muhtaç insanlara lütufta bulunur gibi orada burada yiyecek dağıtma üslubunun kendisinde, can çekişen yoksul bir insanlık kültürünün imzası okunuyor. Açları kapıştırıp seyretmekten zevk alan intihari bir kültürün. Polis copları altında itişen o kadınlarla adamlar, ana-babalarımız. Bugün değilse yarın.



5 Ekim 2013 Cumartesi

büyük ve güzel şeyler



uzağımızdadırlar.

çok uzağımızda.
küçük ve çirkin şeylermişiz de ondan mı?
bilmiyorum.
ama bizim için büyük ve güzel şeyler, 
en fazla tren camından;
içinde sekinet bulabilme inancıyla izlediğimiz, 
kuytu, yeşil, usul bir köy.
en çok bu kadar yakınız.
bizler kadim seyirciler.
gözlerimizin gücü değil bu rolün bize verilme sebebi.
ya ne?
elimizin körü! 
evet, ellerimizin hiçbir eli göremeyecek denli kör olduğuna inanılması bize bu rolü hakettiren.


'sana ne kadar uzaklar biliyor musun sana oldukça uzaklar' 
bülent sönmez - ortadoğu mektupları

büyük ve güzel şeyler de var” demişti bir gün. o sırada ben ne yapıyordum? hiçbir üzelliğin içime girmesine izin vermiyordum. öyle miydim? hatırlamıyorum. turgut sarhoş gibiydi; ne yaptığını bilmeden kayıp gidiyordu sokaklarda. anlatılmaz bir duyguydu bu. neye benziyorum acaba? beni kötü yetiştirdiler dostum! güzeli ifade gücünden yoksun bıraktılar beni. tıpkı filmlerdeki gibi diyebiliyorum ancak. ne acıklı değil mi? Sf. 107

masanın yanındaki aynaya takıldı gözü. orada zavallılığını gördü, “büyük ve güzel” şeylerin yokluğunu gördü yüzünde. yıllarca yanıbaşında yaşayan selim’in, bu yüzü güzelleştirmesine nasıl izin vermediğini, sunulan zenginlikleri nasıl kör bir inatla geri ittiğini gördü. “bir dostun varlığı güzel bir şeydir; fakat bir dosta ihtiyaç duymadan yaşayabilmektir önemli olan” sözünü söyleyen turgut’un fakir suratını gördü. aynalarla arası iyi değildi bugünlerde. yanımda dururken, ona elimi uzatmak mesele değilken... farkında olmadığım bir varlığı sadece elimden kaçırdım diye peşinden... Sf. 111

büyük ve güzel şeylere karşı ilgi duymuyorsunuz. yükselemiyorsunuz. Sf. 348

büyük ve güzel şeylerin dışarı çıkmasına izin vermiyor. korkuyoruz. düşünmekten ve sevmekten korkuyoruz. insan olmaktan korkuyoruz. insana benzetirsek, onlara acımaktan korkuyoruz. işin içine bir kere acıma girerse, ondan bir daha kurtulamamaktan korkuyoruz. Sf. 453

böyle bir düzen içinde insan düşünebilir mi? büyük ve güzel şeyleri demek istiyorum. önce eşya engel oluyor, sonra şartlar: kalorifer, hizmetçi, çocuk odası. düşünmek için kendime bir daire tutsam. içinde, düşünmeye engel olacak eşyalardan hiçbiri bulunmayan küçük bir daire. kapıdan girer girmez ayakkabılarımı çıkarıyorum ve düşünme terliklerimi giyiyorum. odalardan hiçbirinin özel bir adı yok; hepsi de sadece oda. bir odada, sandalyenin üstünde, düşünme elbiselerim duruyor. üstümdekileri çıkarıp hemen bir dolaba kaldırıyorum ve dolabın kapağını hemen kapatıyorum. ne dolabı olduğu belli değil; dolap işte, her şey konabilir içine. her şey, düşünmeyle ilgisine göre adlandırılıyor, her şey düşünmeye yaradığı oranda önemli. orada ne düşüneceğim? kim bilir? oraya gitmeden belli olmaz. ne düşüneceğimi düşünürüm. Sf. 557

büyük ve güzel şeyler yerine, aşağılık şeyler düşündüm. şimdi de durum düzelmiş değil: hiçbir şey düşünemiyorum. çok bayağı bir olay. neresinden tutulsa insanın elinde kalıyor: dağınık ve çürük bir örgü. evet, haklıydı akrabalar. ben, normal olmadığım için anormal olan bir çocuktum. allah beni kahretsin ve ediyor da. montaigne, kötü davranışlardan, istemediğiniz için kaçının, diyor: beceremediğiniz için değil. beni ne güzel açıklıyor. ben de diyorum ki: sayın montaigne ve sizin gibiler! canınız cehenneme! sizin haklı olmanız bana hiçbir şey kazandırmıyor. Sf. 612

bugün öğleden sonra saat ikiden itibaren eşyayı suçlamaya başladım. önce üzerinden kalkmadığım divan-yatak suçlandı. sonra tavan ve en sonunda banyo-tuvalet. bütün düşüncelerimi emip bitirmekle suçluyorum sizleri. bütün hayallerimi sömürdünüz, gene de doymadınız. büyük ve güzel şeyler yaratmama yardımcı olmadınız. büyük bir sağırlıkla, kahredici bir dilsizlikle sustunuz güzelliklere. geri istiyorum hapsettiğiniz duygularımı, düşüncelerimi. hepinizi mahkemeye veriyorum: tahliye davası açıyorum. ne diyorsunuz? bize bir şey vermedin mi diyorsunuz? ne yapmışım? duyulmuyor, hızlı söyleyin. gülerim saçmalarınıza. hiçbir güzellik vermemişim onlara. tavan diyor ki gözler ile benim köşelerimi birleştirdin sadece. köşegenlerimin kesim noktasının elektrik kordonuna uzaklığını hesapladın. banyodaki fayansları da, saymışım sadece. yarım fayansları çıkarmışım, ikiye bölmüşüm... hepiniz yalan söylüyorsunuz. ben... ben kant gibi düşünmek istiyordum. kelimelerle uğraşıyordum ayrıca. evet, diyorlar hep bir olup: kelimelerle uğraştın. kelimeleri bölüp durdun: eisen-stein, demir-taş; ein-stein, tek-taş; victor-mature, muzaffer-kâmil. bunlarla geçirdin vaktini. önsözler okudun hayalinde: bize yeni bir şey öğretmedin. kaybettin. mahkemeyi de mi kaybettim? mahkemeyi de kaybettin. mahkeme masrafları, ücreti vekâlet filan da bana mı yıkıldı? hepsi sana yıkıldı. ben mahkemede sevimli görüneceğimi sanıyordum, benim bu kadar kayıp içinde olmamdan utanırlar da beni daha çok severler sanıyordum. aldanıyorsun. burası mahkeme: düşkünler yurdu değil. sakın kıyameti koparmaya kalkma: mahkemenin manevi şahsiyetine hakaretten de mahkum olursun. bir insan eşyayı da suçlayamazsa, divana istediği gibi bir tekme atamazsa insanlığı nerede kalır? eşya da isyan eder mi insana? insan mahkemelerinde eşyalar davayı kazanır mı? Sf. 670-71
oğuz atay - tutunamayanlar

sussam sokağı





'Sen bize güzel bir masal anlatırsan, dedim ona, ben de senin sayende dünyaya belki yeni bir şeyler söylerim.' diyor oğuzatay. dünyaya güzel bir şey söyleyebilmemizin, söylememizin dünyanın umrunda olup olmadığı hususunda kuşkuluyuz. çok şükür ki halen kuşkuluyuz. belki yakın bir zamanda kuşkumuz, olumsuz bir netliğe, kesinliğe ulaşacak; dünyaya bir şey söylemenin anlamsızlığına kanaat getirecek, susacağız. yankısızlığımızın gelip dayandığı eşik, bizi dilsizliğe özendiriyor. her yolculuğunda kaybolan bir sesi kim yola çıkarmak isteyebilir ki? kim, ne kadar sürdürebilir dinleyecisi ve anlayıcısı bir tek kendi olduğu bir söylevi?