19 Ağustos 2015 Çarşamba

Kitap: Düşmüş Melek/Per Olov Enquist






“Kuşlar, tamamen kendi içlerine ve düşlerine gömülmüş, uyuyorlardı.”

“Birdenbire bir devinim; havaya yükselen bir kuş. Hiçbir ses işitememiştim, sadece kanat uçlarıyla suya, vurduğunu gördüm, sudan kurtuldu, havalandı. Bu birdenbire olmuştu ve öylesine belli belirsiz, ağırlıksız. Nasıl havalandığını gördüm, sisin gri tavanına doğru yükseldi, yükseldi ve kayboldu. Hiçbir ses işitmemiştim.

Tamamen hareketsiz dikilip bekledim, ama başka hiçbir şey olmadı, hiçbir şey. Pinon öldüğünde de tıpkı böyle olmuş olmalıydı. Sanki bir kuş havalanıp yükseliyor ve birdenbire gözden kayboluyor.

Özgür. Ya da yalnız. Sekiz dakika ne kadar uzun bir zamandır? Pinon Maria’yı geride bırakmıştı ve Maria, sekiz dakika tek başına kalmıştı.”

“Oraya nasıl varıldığının tam bilincinde değildi, ama birdenbire, bir orman içindeki ağaçsız bir boşlukta ter¬kedilmiş bir yılan gömleğinden başka bir şey olmadığını anlamıştı. Brecht onu görmüyordu artık. Yokmuş gibiydi. Berlau görülmeyi arzuluyordu elbette; insan görülmeden yaşayabilir, bir kör de insandır, ama eğer görülmüyorsa, o zaman bir hiçtir.

İnsan terkedilmiş bir yılan gömleği gibi yaşayamaz.”

“Bir zamanlar tarihin bir ırmak olduğuna inanıyordum, tıpkı her şeyin amansızca ileriye götürdüğü sonsuz b» anlatı gibi, görkemli, sakin, ileriye doğru devinen ırmak olduğuna: denize doğru.

Ama o bütünüyle bağdaşımsız, tutarsız olan, en zor ulaşılır, en güç kavrayışı veren, bir ırmak değil5 o karşı konulamazca birinden ötekine götürmüyor.

İnsan onu dikkatle gözlemeli, tâ ki, birdenbire…”


“Küçük Brecht, dediği işitilebiliyordu, küçük Brecht, sen gene de iyiydin. Seni gerçekten seven yalnızca ben ve köpekti, diğerleri sadece rol peşindeydiler, küçük  Brecht,bak şimdi yeniden birlikte ve iyiyiz işte.”

“Sanıyorum, daha önce kendimi sadece bir defa görmüştüm. Kısacık bir andı. Onaltı yaşındaydım.

Ben henüz altı aylıkken öldüğünden, babama ilişkin hiçbir şey hatırlamıyorum. Mart ayıymış; ardından annemi bıçkıhanenin orada bırakmışlar ve evin bulunduğu orman kıyısına karlı ormanda düşe kalka yürüyerek çıkmış, gecenin geç vakti ve ev karanlık ve bana bizden bir kilometre kadar ötede oturan bir komşu bakmış. Köyden biri bir ay önce üç adamın öleceğini söylemiş üç adam ölmüş. Adam düşünde üç çamın yıkıldığını görmüş, ardından uyanmış ve anlamış: Bir işaret. Orada her şey şu ya da bu şekilde yorumlanabilecek gizemli işaretlerle doluydu. Ama ben bazen, bu kuzeyli orman köylülerinin düşlerinde her akşam yıkılan çamlar örmekten nasıl kaçınabildiklerini uzun uzun düşünürdüm. Çünkü çamlar hep yıkılıyordu. Bir komşumuz vardı, üzerine bir çam yıkılmış ve altında 20 saat kar içinde kımıldayamadan kalmış, donarak ölmüştü. Sağ kolunu kurtarabilmiş çamın altından ve parmağıyla kaim üzerine son haberini yazmış: SEVGİLİ MARIA BEN ve koluyla daha ötesine ulaşamamış. Orada ağaçlar her zaman yıkılıyordu, ama hepsinin bir anlamı olacak değildi; insanlar düşler arasında ayrım yapmayı öğrenmişlerdi.

““Şimdi kötücül bir şarkıya başladı.”

İlk kez, bir öfke nöbetine kapılışının hemen ardından söylemişti bunu. Kumpanyadakilerden biri, yine, Maria'nm ne söylemeye çabaladığını merak etmiş ve ona sormuştu. Öfkeyle kendinden geçmişti Pinon. Pinon tercümanı olmayı reddettiğinde Maria kötücül bir şarkıya başlıyordu.
Bu da Pinon’u acıtıyordu.

Belki de, madende söylediği türden bir şarkıydı. Pinon'un kumpanyadakilere açıkladığı ama, gerçekten önemliydi. Şunu söylemişti onlara: Maria dilsiz değil. Ayrıca bir insan o. Ben işitebiliyorum onu, ama işiteİ bilen tek insanım. O varlığını bana borçlu, sadece benle var.”

“O kötücül şarkı, içinde bir ağrıydı.

Pinon’un içine hapsolmuş olarak Maria bir şarkı söylüyor, ona acı veriyordu; niye acıtmak istiyordu ki onu? Öç almak mı istiyordu? Bu Pinon’a da anlaşılmaz j geliyordu. Kavrayamıyor; incinmiş, bumburuşuk bir yüzle sessiz oturarak boşluğa bakıyor, dinliyordu. Pinon’a hapsolmuş olarak ona acı veren bir şarkı söylüyordu Maria, acaba birinin içine ebediyyen hapsolmuş olmanın güçlüğüne ilişkin bir şarkı mıydı? Pinon şarkıyı duyuyor ama tercüman olmayı reddediyordu. Böyleydi işte: birbirlerine mahkûm, mecburdular. Önceleri, birbirlerine mahkûm oluşları yüzünden mutsuzdular, Maria mutsuz, acılı bir şarkı söylüyor, Pinon’a acı veriyordu. Daha sonra Maria şarkısıyla başkalarına ulaşmayı arzuladı, Pinon reddetti. Maria bu kez de acıtıcı şarkılar söyledi.  Pinon o şarkıyı başkalarına ulaştırabilecek tek kişiydi. Ama yapmıyordu bunu. Nedeni aşk mıydı?

Başka bir olasılık da düşünülebilir: Pinon’un bir biçimde Maria’dan korktuğu, o yüzden tercümanı olmaktan kaçındığı. Maria’nın şarkısı belki de onun hoşlanmadığı bir haberi içeriyordu. Maria belki de hayatı boyunca, umarsızlıktan deliye dönmüş bir biçimde, şarkısının yerini alabilecek ağız hareketlerini bulmaya, Sözcüklerini Pinon’dan kurtarabilmeye çabalamıştı.
Pinon belki de Maria’yı öylesine seviyordu ki, şu ya da bu biçimde, Maria’yı yitirebileceğinden korkuyordu. Şu da düşünülebilir: Onu öylesine seviyordu ki, böyle bir olasılıktan ödü patlıyor, yardımı kendine yasaklıyordu.”

“Düşümün içinde, hemen aynı anda, ne olduğa anlamıştım. Gök arpını dinliyorlardı. Onun şarkısı çocukluk günlerimden çok iyi tanıyordum. Ayın parlak beyaz olduğu, karın ışıldadığı ve havanın soğuk soğuk soğuk olduğu o apaydınlık ocak geceleri... Telefon telleri evin dış duvarlarına monte edilmişti; ev ağaçtan yapılmaydı, babam kendisi yapmıştı onu, devasa bir rezonans kutusu gibiydi ve teller şarkı söylüyordu.

Yıldızlardan kopup gelen çok güçlü, çok etkileyici bir şarkıydı bu, hava soğuk olduğunda her gece gelirdi. Gök arpı eşliğinde, sanki biri dışarıda o kış gece¬sinde devasa bir yayı tellerinde dolaştırıyormuş gibi duyulur, gece boyunca, sözsüz ve hüzünlü, binlerce yıllık ıstırap ve bağışlamayı anlatırdı; tellerin bir ucu Vâsterbotten’da bir eve, diğer ucu uzakta, çok uzakta, uzayda, siyah ölü yıldızlara çakılıydı. Bizi unutma di¬yordu onlar, biz de sen gibiyiz, unutma bizi.

Tellerin diğer ucu o siyah ölü yıldızlara çakılıydı, şarkı binlerce yıldır yoldaydı ve sonunda Vâsterbotteni’daki o ahşap evde gecenin içinde oturan bu İkiliye ulaşıyordu. Onlara ilişkindi şarkı. Biz sağırdilsiz değiliz, varız. Birbirinin elini tutmuş, gök arpını dinliyorlardı. Oğlan başını Pinon’un koluna yaslamış, gözlerini kapamıştı.

Ve, neredeyse mutlu olduğu görülebiliyordu.

Agape: Karşılık beklenmeyen sevgi. İnsanın bağışlanmayı hak etmeye çabalamasının gerekli olmadığı inancı.

Ne güzel bir sözcük.”

“Nereye kayboldular bilmiyorum; çocukluk yıllarımda dünya hilkat garibeleriyle doluydu. Yoklar artık.

Kırklı yıllarda, yazları genellikle Umeâ yöresindeki Brattby kasabasında, amcamların yanında geçirirdim. Bir kamp vardı orada, köy delilerinin, sakatların, hilkat garibelerinin toplandığı devasa bir yer. Adı Brattbygârd’tu. Amcam tahıl ambarında çalışırdı, oraya yakın. Ben de hemen her zaman oradaydım. Amcamla birlikte bütün civarı dolaşırdık.

Bir timsah adamı çok net hatırlıyorum, çakmaktaşı sertliğinde pullarla örtülü bir gövdesi vardı, kırık buz sarkıtlarından oluşma bir okyanus. Korkuyla doku¬nurduk ona, çünkü annesi Lövânger’den annemin tanıdığı bir öğretmendi. O da ben gibi ailenin tek çocuğuydu ve timsahadam olarak doğmuştu, benim de pekâlâ öyle doğmuş olabileceğim her zaman hatırlatıldı bana, her zaman bilincinde oldum. Sadece bir rastlantıydı. Elinde her zaman çekiştirip durduğu bir parça plastik olurdu. Derisine dokunurduk, bize bakardı, ve ben onun yerinde pekala kendimin olabileceğini bilir¬dim, bana baktığında gözlerinde görürdüm bunu. Konuşamıyordu çünkü, ama dudakları oynuyordu bazen, ve anlıyordum.

Onunla aynı odada, biçare gözlerle bize bakan ve yaklaştığımızda ince, tüyler ürperten çığlıklar atan iki sukafalı oğlan vardı. Onlara dokunulamazdı, kedi gibiydiler, ana parmaklığa tırmanır ve çığlığı basarlardı. Sonra fil hastalığı olan biri; anormal çeneleri olan ve salyalı ağızlı birkaçı; beyinsiz doğmuş biri; çok dikkat isteyen bir başkası; anası babası olmayan ve o yüzden orada bulunan bir kambur, ki bir dahi olduğu söylenirdi. Çoğu zararsızdılar, yaklaşmamızı dostça karşı¬larlardı, sadece azı şiddete yönelirdi.

Ama dünya onlarla dolu idi.

Sonraları kayboldular ortalıktan. Gelişen tıbbî koşulların, daha kesinlikli teşhis ve analiz metodlarının, embriyo analizlerinin, cerrahi müdahale olanaklarının ve eskisine oranla çok daha işlevsel ve daha kapalı barındırma koşullarının onları görünmez kıldığı söylenebilir.

Onları içimize gömdüler, denebilir.”

“Maria’yı hayatı boyunca, bir maden işçisinin alnında fenerini taşıdığı gibi taşıdı; ama o devasa fenerden yayılan, gerçekte nasıl bir ışıktı.

Dosdoğru içimize akan.”



http://www.idefix.com/kitap/dusmus-melek-per-olov-enquist/tanim.asp?sid=K80Q7P7SGM6MTCCU41Z0http://www.idefix.com/kitap/dusmus-melek-per-olov-enquist/tanim.asp?sid=K80Q7P7SGM6MTCCU41Z0

18 Ağustos 2015 Salı

ağladım yükselmedi su karaya vurdu gemi anne seccaden bile gelse bizi kurtaramaz dimi./cevher kara



Allahım cehennemi harlıyalım
halkın ümüğüne basılık!

beni kör kuyularda merdivensiz bırakma
diyen yusuflar cesed kulesi oldu
nasıl isteyeceğimizi bilemedik mi yine?
çocuklar diyorum cağızlar kabahatsizler
narin dal şeffaf yaprak iplik sular
hani elini kaburgasında gezdirirsin de
bir kuşu hırpaladığını sanırsınlar.
ölümün uğrak yeri
-o çarşıya iner gibi şen-

daha kaç basamak kılalım kendimizi ki sesimiz varsa?

ey kervancı ey Hızır yardakçısı
hangi pazar cezbetti nefsini ki uğramıyorsun
hangi şerdeki hayırdır bizi kara eden.

yırtık damar
hardan özge neden anlar
biz de keselim diyorum 
bizi alanlardan çeken eli
de feraset yok piyasa'da.

musibet dağına ev yapmış gibi
kardeş kanında duş almış gibi
sen belâmızı bir güzel vermiş gibi
zamanı durdurmuş ona suyu kurutturmuş gibi.
-yoksulluğu gizleme yöntemlerinin de ver lütfen bu basamak yamuk-
biz nezlesiyle Eyyub'a özenen
karga talebeliğini sivisinde taşıyanlar.

biz marşlar, bozuk kayıtlar, aksayan sesler
iri kelimeler, büyük tikeler, tıkanan boğaz.


ıı.

ah toplumsalailgi toplumsalailgi...
işte o bitiriyor bizi
işte o yeşertecek ama korosuzuz.
-bize bir çimen ordusunun ilerleyişinin kararlılığını ver-
ey dünyanın en büyük boşluğu ordusu
bize politikayla gel
toplumsalla
oradadır yumuşak karnımız bizim
kalbimiz oradadır.
halk de canımızı al o kadar yani
kardeşlik, dostluk, yoldaşlığ de
de sırtımız senin.


ııı.

sürekli dua talepleri geliyordu
bizi beğenmeyenler Allah'ın beğendiğine inanır gibi bir hurafeye binmiş 
turluyorlardı yardım konvoyu olarak.

onlara anlatmak istiyordum
Allah'ın umrunda değiliz kardeşlerim demek.
sosyalleşmek faydalıdır insanı diri tutar ama Allah'ı karıştırmayalım
o karışkan değildir
hem duasını kabul etmiyor hem dua ediyorsunuz.

dağılan bir ordu her şey
elçiler var
yerli elçiler
onları yerli yerine çağıran
başaramayan
yenilen
taşlanan
ama
helâk isteyemeyen
âsâsız
balıksız
mağarasız
gelinsiz
göksüz
yarılan göğüssüz.

aptallaştık biraz daha açık konuş lütfen






15 Ağustos 2015 Cumartesi

Şehitler/Turgut Uyar



Sen,
Adını bilmediğim bir köyde doğmuşsun..
Kucak kucağa büyümüşsün toprakla,
Yorulmuşsun, sevmişsin
Harman yapmışsın,
Çocuk yapmışsın,
-Topraktan korkum yok ki zaten-
Diyebilmişsin ölürken...

Sen,
Bir şehir çocuğuymuşsun,
Dev makinalarm gıdası olmuş kanın.
Büyüyememişsin
Sevememişsin.
Son merdane hücumunda manganın,
Şehit olmuşsun...

Sen,
Ilık bir sahilde doğmuşsun.
Beyaz bir eviniz varmış,
Ananla, babanla yaşamışsın,
Kanlı canlıymışsın.
Sedef yüklü,
Kadın yüklü gemiler varmış rüyalarında
Ölüm hiç aklına gelmemiş.
Fakat bir şafak vakti hastanede
Her şey birden bitivermiş.

Sen,
Bir orospu çocuğuymuşsun,
Belki hapishanede,
Belki kaldırımda doğmuşsun,
Ananla beraber kucaklarda sabahlamışsın.
O bile bilmezmiş kimden olmuşsun.
Lânetlenmiş, kovulmuşsun.
Vatan sevmeye değecek kadar güzeldir amma.
Yaşamak için fırsat vermemiş talihin sana...

Sen, şehir çocuğu,
Sen orospu  çocuğu, hepiniz,
Toprağın nemli bekâretindesiniz.
Kitaplarda, türkülerdesiniz.
Hatıralarınız ıssız kasabalarda kaybolmuş,
Kiminizin kızı hizmetçi,
Kiminizin karısı metres tutulmuş,
Dünya nimetlerinden kırıntılar dişlerinizde..

Bir tükenmez bolluk içindeyken dünya
Harp gelmiş çatmış kader bu ya
Levhalar asılmış,
Davullar vurulmuş
Sırtta çanta, elde tüfek düşmüşsünüz yola,
Önünüzde bir kahraman onbaşı,
Canlı bir çığ gibi koşmuş yorulmuş.
Yarı kalmış işlerin, sevdaların telâşı,
Kiminizin göğsünde bir mendil,
Kiminizin muska.

Kiminizin resim
Dudaklarınızda yarım yamalak bir isim.
Kimbilir hangi hain ovanın düzünde,
Bir saniyelik sevinç olmuşsunuz,
Düşman toplarının gözünde...
Damarlarınızda hazza benzer bir sızı
Ölüm çiçeklenmiş gövdenizde yer yer,
Kırmızı kırmızı...

Şimdi en sakin uykulardasınız,
Vatan selâmetle, hürriyetle dolmuş,
Bayramlar, eğlenceler, şenlikler,
Siz uyuyun siz uyuyun şehitler,
Yattığınız yer artık hakkınız olmuş....


12 Ağustos 2015 Çarşamba

Ah'lar Ağacı Semeresi


... 
Güçlü bir el silkeledi beni sonra
Sanırım Tanrı’nın eliydi.
Sayamadım kaç ah döküldü dallarımdan.
Binlerce yeşil gözü olan bir zeytin ağacı gibi,
Çok şey görmüşüm gibi,
Ve çok şey geçmiş gibi başımdan,
Ah...dedim sonra
Ah!

...

Ve şimdi şöyle dua ediyorum Tanrı’ya:
Olanlar oldu tanrım
Bütün bu olanların ağırlığından beni kolla!

Kaybolmak istemiştim bir zamanlar
Kapının arkasında yokum demiştim
Ve divanın altında da.
Bulamazsınız ki artık beni,
Hayatın ortasında.
Kaybolmak istemiştim bir zamanlar
Beni kimse bulamazdı
Tanrı’nın arkasına saklansam.
O Kocamandı, en kocamandı o.
Bir kız çocuğunun hayalleri kadar.

...

Ne çok dikeni vardı ahlat ağacının tanrım,
Ulaşılamazdı,
Sen sarılmak istesen ona,
O sana sarılmazdı.
Ne çok dikenin vardı Tanrım!
Ne çok isterdim,
Sana sarılamazdım.
Ve şöyle derdim o zaman:
Ah!

..

Bazen ah diyorum durmadan,
Şimdi ben ahlatın başında,
Otuz iki yaşımda.
Ahlar ağacı gibi.

...

Vasiyetimdir:
Dalgınlığınıza gelmek istiyorum
Ve kaybolmak o dalgınlıkta.

...

Nasıldı
Öldürdüğünüz birinin cenaze namazını kılmak?

...

İç ses!
Bu bahsi kapa!

Mutfağa gidip domates çorbası pişirdim.
Çoktandır öksüz olan mutfakta
Buğulandı ve ağladı camlar,
Gözyaşlarını kuruladım perdelerin ucuyla.
Çoktandır öksüz olan dünyaya baktım,
Allah babasıyla baş başa kalmış insanlara,
Poşetin tamamını beş bardak suya boşaltınca,
Sanki biraz rahatladım.
Kazanlar dolusu çorba kaynatsam sanki,
Artık kimse mutsuz olmayacaktı.
Ah...dedim sonra,
Ah!
İç sıkıntımla çektirdiğimiz bu fotoğrafta,
Aynı vampir gibi çıkacağız.
Kırmızı çorbama ekmek doğrayınca,
Sanki biraz ferahladım.
Karıştırdım ve iç ses diye fısıldadım:
Hala aç mısın?

...

“Bir Arap şairi şöyle demiş,
Savaşta yenilen halkına,
Ağlamayın, ağlamayın, acınız azalır”

Uzun bir dize dayardı hayat her sabah karnıma
Şiir için düelloya gelmiş bir sevgili gibi,
Sorardı:
Daha yazacak mısın?
Hayır derdim,
Artık yazmayacağım.
Ama şöyle denir:
Kılıç çeken kılıçla ölür.
Ama şöyle denir:
Kaderden kaçılmaz.

...

hayatıma hayat diyemem artık.

...

Kara yazgımı şimdi kim bilir
Hangi kitabın arasında saklıyorsun tanrım?
Ah.. dedim sonra
Ah!

...

Yaşadığını anladı kalbim,
Böyle yaşanamaz derdi
Bir başkası olsa.


...

Güçlü bir el silkeledi beni sonra
Sanırım tanrının eliydi,
Sayamadım kaç ah döküldü dallarımdan,
Çok şey geçmiş gibi başımdan
Ah dedim sonra,

Ah!

Didem Madak 



9 Ağustos 2015 Pazar

kamburum gömleksiz/cevher kara


I.

bütün mümkünlerin karşısında
renklerin kör kesildiği
bölenemeyen
birine uğratıldın.
sen uzak değilsin
benim ellerim kesik
atımın ayakları tam kökünden.

kendimden çıkarsam beni göreceksin
tabi elini uzatma
yapışır kalırım bir kara leke.
bir topalın koşuşu gibi konuşmam
hiçbir medenî hal bu dramı seyreltemez bile.
çünkü ben düşerim kimse tutmaz
çakılmak diye bir kelime bulunur.

Yunus musun dizen başımı döndürüyor
gören, kör eden, alıp götüren, yularlayan dizen
derken birikmiş bir el olarak dönüyorsun içime
Allah aşkına sen neyi kurcalıyorsun.

Belkıs’sın ama Hüdhüd’üm yüzümü güldürmüyor
ifrit de yok Süleyman’ın tahtsızdır.

koşamamak diye bir fiil vardır.

bu kalp, bir yumruk olarak kendini dövüyor
kalbî bir yumruk kesilerek kalp.
-bu kalp şelpe değildir
öyle vurulmaz.-

II.

rahat bir uyku çekti imtihan seni yola koyunca
başımda dikilirdi, elinde bıçak, iki gözü kan.
neyleyelim bize de kalbimizin sıkıla sıkıla zayıflaması düş.

şairinden daha çok içlenirdik:

yarım ay yarım güneş
yarım ay yarım güneş
yarım ay yarım güneş
doğmuyor.




19 Haziran 2015 Cuma

Açlığın Ötesindeki Anlam/Murat Kapkıner

"Savaş, savaşım, Tanrı yolunda kişiye ağır gelen herhangi bir musibet öncesindeki heyecan, korku, endişe ve başarılıp kazançlı çıkabilme umudu varsa sizde, Ramazan’ı Sünnetullaha uygun karşılıyorsunuz demektir."

“Andolsun sizi, korku, açlık, mallardan, canlardan, ürünlerden eksiltmekle deneriz: Sabredenleri müjdele.”

Şemsî aylardan aralık nasıl, Ahmet Arif’in dediği gibi netameliyse (nemelazım netameli aydır) Ramazan da kamerî ayların netamelisi. Ramazan, oruç tutsun tutmasın, her mümine zorluklarla gelir. Ramazan bir ayın adıdır ve bizatihi farklıdır; oruçla ayrıca güçlendirilmiş bir patlayıcı gibi.

Ramazan’da mutlu olmak hiçbir zaman kabahat değil ama, durup durup Ramazanlarda rahatlamak farklı değil mi.

Doğrusu, adam on bir ayı dinî dünyası açısından, etkin sınav dönemleri; Ramazan’ı da tatil sanıyorsa ne olacak. Kalbin, ruhun, bedenin rahat ve huzura kavuştuğu ay. Bu anlamda on bir ayın sultanı. Kavganın gürültünün kesildiği, şeytanların bukağılarla bağlandığı, zincirlere vurulduğu ay.

Buyurun İman Çağı’na bir göz atalım:

İslam tarihinin en önemli, en çetin savaşı Ramazan’da.
Uhud: Bütün bir Ramazan korku, endişe, tedbir, tedirginlikle geçtikten sonra Bayram’ın yedisinde kapışma.
Hendek: Bayram’ın biri. Ramazan boyu aynı korku, endişe ve heyecan (günlerce süren açlık) la hendek hafriyatı yapıldıktan sonra, Bayram’ın birinci günü kapışma.
Mekke’nin fethi: Ramazan.

Ve bunların hepsi orucun farz kılınmasından sonra.

Savaş, savaşım, Tanrı yolunda kişiye ağır gelen herhangi bir musibet öncesindeki heyecan, korku, endişe ve başarılıp kazançlı çıkabilme umudu varsa sizde, Ramazan’ı Sünnetullaha uygun karşılıyorsunuz demektir.

Oruç ibadeti, sınavın yoğunlaştığı, odak olduğu salt Son Rasul’ün sünnetinde görülmüyor: Hz. İsa, Şeytanla en büyük sınava çekildiğinde de kırk günlük oruçtu. (Matta: 4, Luka: 4).

Ramazan, sanıldığı gibi kolaylıklar ayı değil; sınavın en çetin şeklinin cereyan ettiği, yoğunlaştığı zaman dilimidir kamerî yılın.

Tüm hayatında ancak dokuz Ramazan idrak eden Peygamber’imiz, bu Ramazanların yarıdan fazlasında, meşakkatlerinden ötürü, pek üzülmüş, çoğu kez ashabına oruçlarını bozmalarını emretmek durumunda kalmıştır.

Allahualem, eğer Ebu Cehil’ler Şeytan ve avenesiyseler en çok Ramazan’da salıverilmekteler. Yok değilseler, Kur’an’da zikredildiği gibi, bizzat Şeytan salıverilmekte. (Enfal 48’e bakınız.)

Kişi için ömür boyu Ramazanlarının kendisine zehir olacağını savlamak doğru değildir ama içinde herhangi bir savaş yahut savaşımın, zorlukların göğüslendiği kimi Ramazanlar geçirmeden idrak edilen mutlu Ramazanların hayırlılığını düşünmek de zordur.

Ne mutlu durup durup da Ramazanlarda hastanelik olanlara. Durup durup da kendilerinden çok Ramazanlarda Şeytanlara sataşanlara. Ne mutlu onlara ki Ramazan kendilerine zorlu gelip de sabretmekte, direnmektedirler.

Güncelliyorum:

Başbakan salt bir çarpışmada 115 Kürd’ün öldürüldüğünü söyledi. Güvenlik güçlerinden de öldürülenler oldu. Önce bu maktullerin ana-babaları, yakınları, eşlerine bu Ramazan aynen yukarda andığım gibi geldi. Onlar bu Ramazan’ı Sünnetullaha uygun yaşadılar. Onları kutluyor, dualarını intizar ediyorum.

Önümüz Bayram: Bu ilk Bayram’ı (yas bayramını) yaşayacak ebeveynlere, yakınlara “sabr-ı cemil” diliyorum. 
mazlummurat55@gmail.com
Taraf/17 Ağustos 2012 

Çocukluk ve Ramazan - Murat KAPKINER



Babam yaşlı bir hastaydı. Zaten ben on bir yaşımdayken vefat etti. Arkadaşları yanında lakabı “onbir haplı”ydı. Cepleri dolu ilaçla yaşardı. Doğallıkla oruç tutamazdı. Allah rahmet etsin. Ama oruç tutmayan babam hiçbir sahuru kaçırmazdı. Annem: “Herif! Oruç tutmuyorsun, bari sahurluğumuza ortak olma” diye çıkıştı bir gece. Babamın cevabını unutmuyorum: “Oruç tutamıyorum, bir de sahur yemeyip külliyen kâfir mi olayım avrat. 
Bildiğiniz gibi sahur sünnettir. Hikmeti üzerine çok şey söylenmiştir. Gene bildiğiniz gibi Hz. Peygamber, sürekli orucu (ittisal halindeki orucu) yasakladı. Çünkü açlığa alışırsınız ve oruç size kolay gelir artık. Sürekli oruç tutan buradan değerlendirilince oruç tutmayan gibidir. Oruç kendilerine çok kolay gelen insanları siz de tanımışsınızdır. Ben bu müminlerin oruçlarının faziletinin bulunmadığını kesinlikle söylemem ama oruçları kendilerine ağır gelenlerinki kadar faziletli olmadığını aynı kesinlikle söyleyebilirim. Ücret alınterine göre. 
İslam’ın (amellerin) ilmî bir adı da teklif. Yani külfet. Allah’ın emri olmasa, karlarda-kışlarda kim buz gibi sulara beş vakit dalar? Hangi nefis hoşlanır beş vakit namazdan? Ki ayette namaz, “ağır bir iş” olarak anılmıştır. Nefis hiçbir ibadetten hoşlanmaz. Alışkanlık kesbetmesi müstesna. Ne mutlu o mümine ki ibadetlerinin hiçbirini alışkanlık haline getirmemiş, alışkanlık derekesine düşürmemiştir. Ona her bir vakit namazı tekliften bir şube olarak gelir. İbadetleri alışkanlık haline getirmek bir kaçış şekli; terkedeninkine akraba. 
Orucu niye tutarız? Revizyonmuş (!). On bir ay yorulan sindirim sistemimiz bir ay dinleniyormuş. Tam tersi. Sindirim sistemi Ramazan’da yorulduğu kadar öteki aylarda yorulmaz. Bir kez, alışmadığı bir durumla karşı karşıya. Günün yarısı mideye hiçbir şey girmiyor, diğer yarısında o saatlerde hiç girmediği kadar giriyor. Sinir sistemimiz altüst oluyor. Bir de Allah’ın imtihanının durup durup Ramazan`da zirveye tırmandığını buna eklerseniz orucun öyle kolay karşılanacak bir ibadet olmadığını daha iyi anlarsınız. Allah, Ramazan’la (üstüne üstlük oruçla) sabrımızı denemekte. Yukarıda andığım, alışmayalım diye orucun her gün tutulmasının yasaklanması gibi sahur da Ramazan’a alışmayalım diye. Sahura kalkmadan oruç tutan kalkandan daha kolay tutar o günün orucunu. Çünkü sahurla iştah tazelenmiştir. Daha önemli bir başka boyut daha var. Allah`ın teklifini, imtihanını hor görmek, küçümsemek gibi, çok maskeli bir ruhsal eğilim maazallah. Allah’ın emirlerine dayılanmak: “Bunlar da iş mi benim için?” İşte bu çok tehlikeli. Sahura kalkmayarak yahut ittisal orucu tutarak kişi iç dünyasında böyle söylemekte. Halbuki kolay bile gelse, mümin zorlanıyormuş gibi yapmalı. Kişi Allah`a karşı maskeli efelenmelere girmemeli. Yoksa altından gerçekten kalkamayacağı musibetlere düçâr olabilir. Allah’a karşı kabadayı değil, zelil olmalı kul. 
Allah’tan mı daha çok korkarız yılandan mı? 
Bu soruya biz yetişkinlerin, büyük çoğunluğunun üzerimizde bulunmayan hallerden dem vurarak ya da ayetten, hadisten çıkarsamalarda bulunarak ama yine büyük çoğunluğumuzun pek emin olmadığı cevaplarımız var. 
Bundan yirmi beş yıl kadar önce, bakın beşer-altışar yaşlarında iki çocuğun istemeden dinlediğim konuşmalarını paylaşayım sizinle (aslında tek çocuğun): 
- Sen Allah’tan mı daha çok korkuyorsun yılandan mı? 
Cevap alamayan çocuk soruyu yine kendisi cevaplamıştı: 
- Ben yılandan daha çok korkuyorum. 
Bu, yetişkinleri ifsâd eden hiç bir kafa kirliliğine henüz bulaşmamış bir aklın, bir ruhun verdiği yalın, kolay, üstelik doğru cevabı hangi yetişkin aynı yalınlık ve kolaylıkla verebilir? 
Hemen hiç biri bilmez ama, bütün yetişkinlerin, bütün taat ve ibadetleriyle aslında çocukların henüz içinde bulundukları erdeme ulaşmak için ter döktüklerini kime anlatabiliriz? 
İçinde bulundukları durumdayken (yani melekken; çünkü cennetten gelmekteler), yetişkinlerin sefil dünyasıyla hiçbir benzerlikleri yokken, onlara, bu yetişkin denilen bîçarelerin âdetleri ibadetleri nasıl görünür acaba? 
Bu çırpınışa hiç kafaları basmaz. Çünkü Allah ile hiçbir problemleri yok. Bu yüzden teravihte bize gülerler. Bu yüzden ısrarla, ağlaya-sızlaya sahura kalkmak, kaldırılmak isterler. “Acaba bunların problemlerine girebilir miyiz” demektedirler içlerinden. Aşkın bir merakın zebunudurlar. Israrla, oruç tutup, iftar denen şeyi yaşamak isterler ama bunu hiçbir zaman başaramaz, günde iki-üç oruç tutar, yetişkinleri anlama şansını yine elden çıkarırlar. 
İşte bunlar gibi bir yetişkin tanıdım ben. Her gün oruç bozuyor, her akşam sahura kaldırılmak için eşi ve çocuklarıyla kavga ediyor, inanın teravihte çocuklarla birlikte gülüyordu. Bu kişinin, çemberi tamamlayıp, geldiği yere ikinci kez ulaşmış olduğu gibi bir düşünce taşıdım nedense hep. Demek bir ömür sahih oruç tutmuş, sahih teravihler kılmış, velhasıl taatı-ibadeti makbul olmuştu. 
Çocuklar ve/veya nineler gibi olabilir miyiz acaba diyorum?.. Hadi sizin dediğiniz olsun: Onlar gibi olmalı mıyız?
Taraf/herTaraf/4 Eylül 2009 Pazartesi
Yazara ulaşım: mazlummurat55@gmail.com

9 Haziran 2015 Salı

Şiirle seçil, düzyazıyla hükmet/Gündüz Vassaf

Haziran seçimlerden başka az şeyi düşünür, konuşur olduk. Günümüzden bir nebze uzaklaşalım. Sizlere MÖ 64 yılında, Roma’da Cicero’nun seçim taktiklerini anlatmak istiyorum. Önce yaşadıklarım, son günlerde okuduklarım.

Soğuk Savaş yılları. Propaganda savaşları. Beyin yıkama yöntemlerine ilişkin psikoloji dersimden: Moskova’da işçilere, ABD’de siyahilerin polisten yediği dayağı belgeleyen film gösterilir. Stalin döneminde katliamlara, Sibirya gulaglarına alışık işçiler, film çıkışında aralarında konuşur. Dikkatlerini çeken? Siyahilerin giydikleri ayakkabıların şıklığı ve çeşitliliği. Sovyetler, propaganda işinde sınıfta kaldı.

Bu işin ustası seçimle iktidara gelen Hitler’in “Propaganda ve Ulusal Aydınlanma Bakanı” kitle psikolojisi uzmanı, Goebbels. Goebbels’in geliştirdiği yöntemler, bugün kendilerine demokrasi diyen toplumlarda, özellikle lider imajı fabrikasyonunda kullanılıyor. Ahlaki boyutları, günümüzde gözden kaçan bir konu. Alıştık. Alıştırıldık...

“Savunma” bakanlıklarına “savaş” bakanlıkları derlerdi. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra düzenin yeni kamuflajında, savaş kelimesi devlet imajından arındırıldı. Aynı, propaganda kelimesi gibi. Günümüzde bu işi övünerek yapan reklamcılarla halkla ilişkiler uzmanları.

22 Kasım 1995’te 106 yaşında ölen Edward Bernays, dünyanın birçok ülkesindeki seçimlerde oylarımızı nasıl verdiğimizi etkileyen kişi. “Tüketici ruhlarımızın mühendisi” olarak tanınan, halkla ilişkiler alanının kurucusu Bernays, kitle psikolojisi ve psiko-analiz yaklaşımlarından yola çıkarak, temel davranışlarımızı değiştirebilmekle ünlü.

1925’de yazdığı propaganda kitabında, “bilimsel yöntemler kullanarak kitleleri farkında olmadan, denetleyip yönlendirilebileceğinden” söz eder. Yönteminin adı, “engineering consent” (rıza mühendisliği). “Halka güvenilmez. Amerikalılar mesela. Yanlış adama oy verip, zararlı şeyler peşinde gidebileceklerinden, uzaktan yönlendirilmeleri gerekir,” der. Almanya’da, kitle hareketleriyle koşulları yaratılan Yahudi soykırımından şoke olduğunu söyleyen Bernays, Goebbels’in kitabını okuduğunu öğrendiğinde de, “Halkın duygusal infialine, dikkatle programlanmış bir kampanyayla varıldığı belliydi” demiş. Sigmund Freud’un yeğeni olan Bernays’in müşterileri arasında Wilson ve Eisenhower gibi ABD başkanları, Thomas Edison, Henry Ford, General Motors, Proctor& Gamble ve Guatemala’da hükümetin devrilmesini sağlayarak “muz cumhuriyeti” deyimini borçlu olduğumuz United Fruit gibi ABD’nin başta gelen şirketleri var.


Yıl 1968.
New York’da 25 yaşında bir gazeteci, Joe McGinniss, yakınının limuzininde. Arabada Amerika’nın en büyük reklam şirketinin yöneticisi. McGinniss duyduğuna inanmakta güçlük çeker. Şirketin, devlet sırrı gibi kamuoyundan gizlediği son müşterisi, Demokrat Parti’nin Nixon’a karşı çıkardığı başkan adayı Humphrey. McGinness, bu vesileyle başkan adaylarının, diş macunu, otomobil lastiği, aybaşı bezi, çamaşır tozu, makarna gibi ABD seçmenine pazarlandığını öğrenir. İşinden istifa eder. Kampanyayı takip eder. Nixon’un başkan seçilmesinden hemen sonra çıkan kitabının adı, “Başkanlığın Satılışı: Bir Aday Paketlenmesi Klasiği.”

O yıllarda Washington’da öğrenciydim. ABD egemen düzeni 68’ kuşağının eylemleriyle sarsıldı. Sarsıldıkça uyandı. Meşruiyetini yitirmeye yüz tutan seçim mekanizmasını makyajlayıp benimsetmek için siyasetin içini boşalttı. Seçimleri, adayların söz, davranış ve görüntülerinin, denetlenip sahnelendiği balonlu, şarkılı, sloganlı sirk gösterisine dönüştürdü. Seçim propaganda yöntemleri, “Amerika yapıyorsa doğrudur” kompleksiyle günümüzde dünyanın birçok ülkesinde benimsendi.



McGinness, önceden girdiği başkanlık ve valilik seçimlerini kaybetmiş, “Benden kurtuldunuz” demeciyle medyayı karşısına alarak siyasete veda etmiş Nixon’un geçmişine rağmen nasıl seçmenlere pazarlandığını anlatıyor. Kullanılan yöntemleri ahlaken benimsemediğini Nixon söylese de eli mahkûm. Yoksa finansörleri desteklemeyecek. Onu şu sözlerle ikna etmişler: “Televizyonda doğal gözükmen için sana makyaj yapılıyorsa, söylediklerinde de önemli olan, gerçek değil görüntün.” Nixon kampanyasında, kitlelerin mantığına değil duygularına hitap eder. Kime, nerede, neyi nasıl söyleyecek? Ceketini nerede ilikleyecek, ne zaman kravat takmayacak? Ne renk gömlek giyecek? Televizyon görüntüleri hangi açıdan hangi ışıkta verilecek? Hangi sözcükler kullanılacak? Meydan mitinglerine gelenler arasından, kameralar kimlere ne sıklıkla odaklanacak.

İnsanın her halinden faydalanmasını bilen psikologlar da boş durur mu? “Katmanlı semantik skalası” geliştirmişler. Adı fiyakalı, pazarı aşağılık kompleksi. Adayların kişilik özelliklerine göre 1’den 10’a kadar işaretledikleri ölçek geliştirmişler. Başka adaylarla karşılaştırıldığında Nixon’un espri gücü düşük, eli sıkı, tavrı entellektüel mi çıktı? Kişiliğini toparlayıp, yeniden sunuyorlar. Skalayı geliştiren, Nixon’un kampanyasında çalışan psikoloğun sözleri kayda değer: “Onu tuttuğum falan yok. Bu işi parası için yapıyorum.”
Tüketim maddesi gibi sunulan adayların hiç mi kişiliği yok?
Parti başkanları arasındaki fark kişiliklerinden kaynaklanmıyor mu? İşin ustası burada kendisini belli ediyor. Aday pazarlamak, fili buz patencisi gibi tanıtmak değil. Mesele anketlerle saptanan olumlu kişilik özelliklerinin öne çıkarılması. Küfürbaz, saldırgan aday hoşunuza gitmeyebilir. Ama anketler seçmen kitlesinin, “Adam gibi adam” dediğini gösteriyorsa? Önemli olan söylenen değil, söylenenin nasıl algılandığı. Aday reklam kokmamalı. Kişiliği alt üst edilmemeli. Atasözünü sevene, Şekspir’den alıntı yaptırmamalı. Nixon’un pazarlayanlar, seçilmezse, Amerika’nın düşmanlarının işine yarayacak, ekonomi çökecek demişler.
Ve Nixon seçildi. Barış getireceğim derken Vietnam yetmedi, Kamboçya’ya saldırdı. Kissinger’la yürüttükleri birbuçuk milyondan çok insanı katlettikleri savaş yedi yıl daha sürdü. Nixon’u seçtirmenin başarısıyla övünenler onun yalancılık ve hırsızlığının ortaya çıktığı Watergate skandalıyla meclisce yargılanıp alaşağı edildiğinden söz etmezler.




Siyahileri seçtirme uzmanı.
Amerika’da, seçim deyince bugünlerde politikacıların ilk aklına gelen isimlerden biri, kimi elinden tutsa seçtiren David Axelrod. Son başarısı Obama. Sade o mu? Economist dergisi Axelrod’u “siyahileri seçtirme uzmanı” diye tanımlıyor. Washington, Detroit, Houston, Cleveland, Atlanta ve Philadelphia’nın ilk siyahi belediye başkanları, onun müşterileri. Geçen gün Believer (İnançlı) kitabını tanıtmak üzere Boston’a geldiğinde David Axelrod’u dinledim. Siyaset anlayışı, alttan alta edebiyat türlerine hakaret, “Şiirle seçil, düzyazıyla hükmet.”

Yöntemi, kamuoyu yoklamalarıyla müşterisinin güçlü ve zayıf yönlerini saptadıktan sonra onların arasından, gene anketlere göre belirlediği oluşumu adayın imajıyla örtüştürerek kampanyanın ana temasını belirlemek. Barışsa barış, ekonomiyse ekonomi. Doğru temayı belirleyip adayını ona göre paketleyebilen seçimleri kazanıyor.

“İyi aktör olmanın püf noktası inandırıcı olmak. Siyasette amaç, seçmenleri inandırıcı olduğuna kandırmak.” Başkan adaylarına müşteri gözüyle bakan, onları seçtirmekten ötesini göremeyen Axelrod gibi siyaset taktisyenlerinin sığlığına şaşmamalı. “Şunu şöyle söyle, bunu böyle yapma” talimatlarına dayanamayan Obama’nın bir gün sigortaları atmış, “İstersen bir yana çekileyim, Başkan adayı seni yapalım!” Nitekim, Michelle Obama’nın kocasına “Diğer başkan adaylarından farkın ne?” sorusuna aldığı cevap karşısında, seçmen istatisitikleri saplantılı Axelrod afallamış.“Seçildiğimde dünya Amerika’ya farklı bakacak, siyahiler, hispanikler, ezilenler kendilerine gelecek.” Obama’ya, egemen düzenin desteğini sağlayan, Bush’tan sonra Amerika’nın imajının düzeltilmesinde oynayacağı rolün farkında olmasıydı. Bunun bir ifadesi savaşçı eğilimlerine rağmen kendisine verilen Nobel Barış Ödülü’ne uygun görülmesi.

Amerika’da, seçim stratejisti, anketör, medya danışmanı, sosyal medya şirketi, görüntü uzmanı, diksiyon koçu vs., sayısında enflasyon, dünyanın her tarafında onlara iş kapısını açmış. “Uzman şirketler” dillerini kültürlerini bilmedikleri ücra ülkelerde demokrasiyi “yaşatma”, “hayata geçirme” iddiasında. Sade onlar mı? Axelrod’ın son müşterisi bugünlerde seçim yapılacak İngiltere’de İşçi Partisi...

ABD’de her an seçim var
Bunca uzman, şirket boşuna değil. ABD dünyada en çok seçim yapılan ülke. Burada her an seçim var. İşte annemin uzun yıllar yaşadığı Concord, New Hampshire’da, yerel seçim listesi: Vali, eyalet senatörleri, eyalet milletvekilleri, belediye başkanı ve meclisi üyeleri, okul meclisi başkanı ve üyeleri, polis şefi, sayman, tapu müdürü... hepsi seçimle! Hizmet aşkıyla tutuşanların dışında, iktidar ve güç hırsı kabaran, kartvizitine sıfat eklemek isteyen hemen herkesin tatmin olması mümkün. Hal böyle olunca halk kütüphanelerinde bile kampanyanının nasıl yürütülmesi gerektiğini anlatan kitaplar yer alıyor.Bu tür kitapların ilki, iki bin küsür yıl önce yazılmış.
Savaş, satranç, güreş, futbol, seçim.... Hepsi rakibinizi alt etmekle ilgili. Hepsinin kendine özgü stratejisi, taktiği var. Cicero, uygarlık tarihimizin sayılı kişilerinden.

Felsefeci, dilbilimci, hatip, avukat, tercüman. Petrarch’ın, 14. Yüzyılda yazdıklarını bulmasıyla Rönesansın kapısını açan kişi. Ne var ki Cicero’nun en çok politik kişiliğiyle övündüğü söylenir.





Yıl MÖ 64.
Roma, seçimlerle iki bin yıl sonra tanışacak ulus devletlerden çok önce başlamış seçim işine. Beşyüz yıllık Roma Cumhuriyeti’nin son dönemleri. Bir yıl süreyle Cumhuriyeti yönetecek iki kişinin belirleneceği konsül seçimleri. Cicero adaylardan biri. Asil geçmişi olmadığından seçilmesi zor. Etkili bir kampanya sürdürmesi toprak sahibi, asker, asil, özgür vatandaş, eski köle gibi menfaatleri farklı çevreleri ikna etmesi lazım. Yardımına kardeşi Quintus koşar. 

Kampanyayı örgütler. Tarihin ilk bilinen Seçim Nasıl Kazanılır adlı kitabını yazar. Yalan söyleme konusunda taktik veren kitabın ilk yalanı, adı. Quintus, “barış için savaşıyoruz” diyenlerden. Yoksa adını “Seçmen Nasıl Aldatılmalı” koyardı.

Önerileri arasında özellikle dikkatimi çekenler:* Birlikte görünmek istemediklerini, faydalı olacaklarsa, dost edin.

* Herkese her şeyi vaat et. İlericilerle ilerici, gelenekçilerle gelenekçi ol.
* Yuvarlak laflar kullan. Seçimlerden sonra hesap soran olursa, koşullar mümkün değil der kabahati başkalarına atarsın.
* Rakiplerin zayıf tarafına saldır. Cürüm, rüşvet, seks, işlenecek konular.
* Umut ver. Kazanır da sözünü tutmazsan fark etmez.
* İki büyük kozun: 1.Seçilirken gençlerin kullanılabilirliği. 2. Seçilirsen ihale vaadlerin.
* Seni desteklemeseler de, halkın sevdiği kişilerle görün.
* Faydalı olmayacaklarla zamanını harcama. 
* Gittiğin yerlerde yanında kalabalık bulundur. Kazanacağını sansınlar. 
* Rakiplerini, seçilirsen başlarına gelebilecek olanlarla korkut. 
* Tatile çıkma.
Cicero seçimi kazandı. Kardeşi Quintus, Anadolu valisi oldu. Üç yıl sonra ikisi de öldürüldü...
Aşağıda çok bilinen bir söz. Ama özellikle seçim ve demokrasi mizansenleriyle içine düştüğümüz aymazlıktan kendimizi kurtarabilmemizde uyarıcı. 
Abraham Lincoln: “Birilerini her zaman, her zaman birilerini, ama her zaman herkesi aldatamazsın.”
Bir de hatırlatma.
Sistemin başarısı, bizleri hapsettikleri oyunun kuralları içinde taraflaştırmak.
Dört yılda bir oy vermekle yetinenler, düzenin gönüllü kukları rolünde.





Propaganda nasıl “tanıtım” oldu?Axelrod, David. Believer: My Forty Years in Politics, Penguin Press, New York, 2015.
Bernays, Edward, The Engineering of Consent, University of Oklahoma Press, 1955.
Bernays, Edward, Propaganda, Ig. Pub, New York, 1929.
Bernays, Edward, Crystallizing Public Opinion, Kessinger Pub., New York, 2004.
Bramsted, Ernest, Goebbels and National Socialist Propaganda 1925-1945, Michigan State University Press, Ann Arbor, 1965. 
Cicero, Quintus Tullius, How to Win an Election, (trans. Philip Freeman), Princeton University Press, Princeton, 2012.
McGinness, Joe, The Selling of the President: The Classic Account of the Packaging of a Candidate, Trident Press, New York, 1969. 
Shaw, Catherine, The Campaign Manager: Running and Winning Local Elections, Westview Press, Boulder, CO, 2015.
The Secret Conferences of Dr. Goebbels: The Nazi propaganda War 1939-1943, Ed. Boelcke, Willi, E.P. Dutton & Co. Inc., New York, 1970.

Kaynak: http://kitap.radikal.com.tr/makale/haber/siirle-secil-duzyaziyla-hukmet-420400