“Kuşlar, tamamen kendi içlerine ve düşlerine
gömülmüş, uyuyorlardı.”
“Birdenbire bir devinim; havaya yükselen bir
kuş. Hiçbir ses işitememiştim, sadece kanat uçlarıyla suya, vurduğunu gördüm,
sudan kurtuldu, havalandı. Bu birdenbire olmuştu ve öylesine belli belirsiz,
ağırlıksız. Nasıl havalandığını gördüm, sisin gri tavanına doğru yükseldi,
yükseldi ve kayboldu. Hiçbir ses işitmemiştim.
Tamamen hareketsiz dikilip bekledim, ama
başka hiçbir şey olmadı, hiçbir şey. Pinon öldüğünde de tıpkı böyle olmuş olmalıydı.
Sanki bir kuş havalanıp yükseliyor ve birdenbire gözden kayboluyor.
Özgür. Ya da yalnız. Sekiz dakika ne kadar
uzun bir zamandır? Pinon Maria’yı geride bırakmıştı ve Maria, sekiz dakika tek
başına kalmıştı.”
“Oraya nasıl varıldığının tam bilincinde
değildi, ama birdenbire, bir orman içindeki ağaçsız bir boşlukta ter¬kedilmiş
bir yılan gömleğinden başka bir şey olmadığını anlamıştı. Brecht onu görmüyordu
artık. Yokmuş gibiydi. Berlau görülmeyi arzuluyordu elbette; insan görülmeden
yaşayabilir, bir kör de insandır, ama eğer görülmüyorsa, o zaman bir hiçtir.
İnsan terkedilmiş bir yılan gömleği gibi
yaşayamaz.”
“Bir zamanlar tarihin bir ırmak olduğuna
inanıyordum, tıpkı her şeyin amansızca ileriye götürdüğü sonsuz b» anlatı gibi,
görkemli, sakin, ileriye doğru devinen ırmak olduğuna: denize doğru.
Ama o bütünüyle bağdaşımsız, tutarsız olan,
en zor ulaşılır, en güç kavrayışı veren, bir ırmak değil5 o karşı konulamazca
birinden ötekine götürmüyor.
İnsan onu dikkatle gözlemeli, tâ ki,
birdenbire…”
“Küçük Brecht, dediği işitilebiliyordu, küçük
Brecht, sen gene de iyiydin. Seni gerçekten seven yalnızca ben ve köpekti,
diğerleri sadece rol peşindeydiler, küçük
Brecht,bak şimdi yeniden birlikte ve iyiyiz işte.”
“Sanıyorum, daha önce kendimi sadece bir defa
görmüştüm. Kısacık bir andı. Onaltı yaşındaydım.
Ben henüz altı aylıkken öldüğünden, babama
ilişkin hiçbir şey hatırlamıyorum. Mart ayıymış; ardından annemi bıçkıhanenin orada
bırakmışlar ve evin bulunduğu orman kıyısına karlı ormanda düşe kalka yürüyerek
çıkmış, gecenin geç vakti ve ev karanlık ve bana bizden bir kilometre kadar
ötede oturan bir komşu bakmış. Köyden biri bir ay önce üç adamın öleceğini
söylemiş üç adam ölmüş. Adam düşünde üç çamın yıkıldığını görmüş, ardından
uyanmış ve anlamış: Bir işaret. Orada her şey şu ya da bu şekilde yorumlanabilecek gizemli işaretlerle doluydu. Ama
ben bazen, bu kuzeyli orman köylülerinin düşlerinde her akşam yıkılan çamlar
örmekten nasıl kaçınabildiklerini uzun uzun düşünürdüm. Çünkü çamlar hep
yıkılıyordu. Bir komşumuz vardı, üzerine bir çam yıkılmış ve altında 20 saat
kar içinde kımıldayamadan kalmış, donarak ölmüştü. Sağ kolunu kurtarabilmiş
çamın altından ve parmağıyla kaim üzerine son haberini yazmış: SEVGİLİ MARIA BEN
ve koluyla daha ötesine ulaşamamış. Orada ağaçlar her zaman yıkılıyordu, ama
hepsinin bir anlamı olacak değildi; insanlar düşler arasında ayrım yapmayı
öğrenmişlerdi.
““Şimdi kötücül bir şarkıya başladı.”
İlk kez, bir öfke nöbetine kapılışının hemen
ardından söylemişti bunu. Kumpanyadakilerden biri, yine, Maria'nm ne söylemeye
çabaladığını merak etmiş ve ona sormuştu. Öfkeyle kendinden geçmişti Pinon. Pinon
tercümanı olmayı reddettiğinde Maria kötücül bir şarkıya başlıyordu.
Bu da Pinon’u acıtıyordu.
Belki de, madende söylediği türden bir şarkıydı.
Pinon'un kumpanyadakilere açıkladığı ama, gerçekten önemliydi. Şunu söylemişti
onlara: Maria dilsiz değil. Ayrıca bir insan o. Ben işitebiliyorum onu, ama
işiteİ bilen tek insanım. O varlığını bana borçlu, sadece benle var.”
“O kötücül şarkı, içinde bir ağrıydı.
Pinon’un içine hapsolmuş olarak Maria bir
şarkı söylüyor, ona acı veriyordu; niye acıtmak istiyordu ki onu? Öç almak mı
istiyordu? Bu Pinon’a da anlaşılmaz j geliyordu. Kavrayamıyor; incinmiş,
bumburuşuk bir yüzle sessiz oturarak boşluğa bakıyor, dinliyordu. Pinon’a
hapsolmuş olarak ona acı veren bir şarkı söylüyordu Maria, acaba birinin içine
ebediyyen hapsolmuş olmanın güçlüğüne ilişkin bir şarkı mıydı? Pinon şarkıyı
duyuyor ama tercüman olmayı reddediyordu. Böyleydi işte: birbirlerine mahkûm,
mecburdular. Önceleri, birbirlerine mahkûm oluşları yüzünden mutsuzdular, Maria
mutsuz, acılı bir şarkı söylüyor, Pinon’a acı veriyordu. Daha sonra Maria
şarkısıyla başkalarına ulaşmayı arzuladı, Pinon reddetti. Maria bu kez de
acıtıcı şarkılar söyledi. Pinon o
şarkıyı başkalarına ulaştırabilecek tek kişiydi. Ama yapmıyordu bunu. Nedeni
aşk mıydı?
Başka bir olasılık da düşünülebilir: Pinon’un
bir biçimde Maria’dan korktuğu, o yüzden tercümanı olmaktan kaçındığı. Maria’nın
şarkısı belki de onun hoşlanmadığı bir haberi içeriyordu. Maria belki de hayatı
boyunca, umarsızlıktan deliye dönmüş bir biçimde, şarkısının yerini alabilecek
ağız hareketlerini bulmaya, Sözcüklerini Pinon’dan kurtarabilmeye çabalamıştı.
Pinon belki de Maria’yı öylesine seviyordu ki, şu ya da bu biçimde,
Maria’yı yitirebileceğinden korkuyordu. Şu da düşünülebilir: Onu öylesine
seviyordu ki, böyle bir olasılıktan ödü patlıyor, yardımı kendine yasaklıyordu.”
“Düşümün içinde, hemen aynı anda, ne olduğa
anlamıştım. Gök arpını dinliyorlardı. Onun şarkısı çocukluk günlerimden çok iyi
tanıyordum. Ayın parlak beyaz olduğu, karın ışıldadığı ve havanın soğuk soğuk
soğuk olduğu o apaydınlık ocak geceleri... Telefon telleri evin dış duvarlarına
monte edilmişti; ev ağaçtan yapılmaydı, babam kendisi yapmıştı onu, devasa bir
rezonans kutusu gibiydi ve teller şarkı söylüyordu.
Yıldızlardan kopup gelen çok güçlü, çok etkileyici bir şarkıydı bu,
hava soğuk olduğunda her gece gelirdi. Gök arpı eşliğinde, sanki biri dışarıda
o kış gece¬sinde devasa bir yayı tellerinde dolaştırıyormuş gibi duyulur, gece
boyunca, sözsüz ve hüzünlü, binlerce yıllık ıstırap ve bağışlamayı anlatırdı;
tellerin bir ucu Vâsterbotten’da bir eve, diğer ucu uzakta, çok uzakta, uzayda,
siyah ölü yıldızlara çakılıydı. Bizi unutma di¬yordu onlar, biz de sen gibiyiz,
unutma bizi.
Tellerin diğer ucu o siyah ölü yıldızlara
çakılıydı, şarkı binlerce yıldır yoldaydı ve sonunda Vâsterbotteni’daki o ahşap
evde gecenin içinde oturan bu İkiliye ulaşıyordu. Onlara ilişkindi şarkı. Biz
sağırdilsiz değiliz, varız. Birbirinin elini tutmuş, gök arpını dinliyorlardı.
Oğlan başını Pinon’un koluna yaslamış, gözlerini kapamıştı.
Ve, neredeyse mutlu olduğu görülebiliyordu.
Agape: Karşılık beklenmeyen sevgi. İnsanın
bağışlanmayı hak etmeye çabalamasının gerekli olmadığı inancı.
Ne güzel bir sözcük.”
“Nereye kayboldular bilmiyorum; çocukluk
yıllarımda dünya hilkat garibeleriyle doluydu. Yoklar artık.
Kırklı yıllarda, yazları genellikle Umeâ
yöresindeki Brattby kasabasında, amcamların yanında geçirirdim. Bir kamp vardı
orada, köy delilerinin, sakatların, hilkat garibelerinin toplandığı devasa bir
yer. Adı Brattbygârd’tu. Amcam tahıl ambarında çalışırdı, oraya yakın. Ben de
hemen her zaman oradaydım. Amcamla birlikte bütün civarı dolaşırdık.
Bir timsah adamı çok net hatırlıyorum,
çakmaktaşı sertliğinde pullarla örtülü bir gövdesi vardı, kırık buz
sarkıtlarından oluşma bir okyanus. Korkuyla doku¬nurduk ona, çünkü annesi
Lövânger’den annemin tanıdığı bir öğretmendi. O da ben gibi ailenin tek
çocuğuydu ve timsahadam olarak doğmuştu, benim de pekâlâ öyle doğmuş
olabileceğim her zaman hatırlatıldı bana, her zaman bilincinde oldum. Sadece
bir rastlantıydı. Elinde her zaman çekiştirip durduğu bir parça plastik olurdu.
Derisine dokunurduk, bize bakardı, ve ben onun yerinde pekala kendimin
olabileceğini bilir¬dim, bana baktığında gözlerinde görürdüm bunu. Konuşamıyordu
çünkü, ama dudakları oynuyordu bazen, ve anlıyordum.
Onunla aynı odada, biçare gözlerle bize bakan
ve yaklaştığımızda ince, tüyler ürperten çığlıklar atan iki sukafalı oğlan
vardı. Onlara dokunulamazdı, kedi gibiydiler, ana parmaklığa tırmanır ve
çığlığı basarlardı. Sonra fil hastalığı olan biri; anormal çeneleri olan ve
salyalı ağızlı birkaçı; beyinsiz doğmuş biri; çok dikkat isteyen bir başkası;
anası babası olmayan ve o yüzden orada bulunan bir kambur, ki bir dahi olduğu
söylenirdi. Çoğu zararsızdılar, yaklaşmamızı dostça karşı¬larlardı, sadece azı
şiddete yönelirdi.
Ama dünya onlarla dolu idi.
Sonraları kayboldular ortalıktan. Gelişen
tıbbî koşulların, daha kesinlikli teşhis ve analiz metodlarının, embriyo
analizlerinin, cerrahi müdahale olanaklarının ve eskisine oranla çok daha
işlevsel ve daha kapalı barındırma koşullarının onları görünmez kıldığı söylenebilir.
Onları içimize
gömdüler, denebilir.”
“Maria’yı hayatı boyunca, bir maden işçisinin
alnında fenerini taşıdığı gibi taşıdı; ama o devasa fenerden yayılan, gerçekte
nasıl bir ışıktı.
Dosdoğru içimize akan.”