4 Eylül 2012 Salı

Hatay'da Olanlar Ne Anlama Geliyor?



Rabbimizin, ‘günleri insanlar arasında döndürmesi’ gereğince şu son iki yılda çok şey gördük. Olmaz denen şeyler oldu. Açılmaz kapıla aralandı. Sönmüş sanılan ateş harlandı ve kalkmaz denilen ümmet ayak-landı. Kimi beldeler ümitlerimizi kırdıysa da bazı beldeler halen bize ümit kaynağı olmaya devam ediyor. Suriye Müslümanları zulmün ve katliamın en ileri şekillerine uğratılmalarına rağmen direniyorlar. ‘Vazgeçmelerini’ ya da en azından ‘pazarlığa oturmalarını’ bekliyor herkes ama onlar sebat içindeler. Muhlis kardeşlerine gülümseyerek güç veriyorlar ve güç istiyorlar; kıyamın, zalimlerin uşağı konumundaki kimi ‘muhalif’ görünümlü ‘muktedirlerce’ çalınmaması için.  Şu ayeti öpüp başa koymuşlar sanki:
"De ki, çalışın! Çalışmanızı Allah da Resulü de mü'minler de göreceklerdir…" [Tevbe–105]’ 
Ama herkesin ayrı bir hesabı var, Allah’ın ve O’na iman edenlerin bir hesabı olduğu gibi ABD’nin, Rusya’nın, Britanya’nın, Erdoğan’ın, Kılıçdaroğlu’nun, Hamaney’in de bir hesabı var. Birileri karşı çıkıyor alabildiğine, birileri hâmi pozisyonunda. Arada ölenler ve zulme uğratılanlar ise birer detay, birer istatistik her iki cenah için de.
Son olarak ise Hatay üzerinden sürüyor Suriye kavgası. İlkin Suriye’de mücadeleye omuz veren Osman Karahan kardeşimizin şehadetiyle oradaki Türkiye’li mücahitler üzerinden bir propaganda yürütüldü birkaç gün. Sonra sıra Hatay’daki Suriyeli mültecilerin nasıl da ‘barbar’ olduğuna dair bir imaj oluşturulmak istendi. Şehirde dolaşan ‘uzun sakallı ve şalvarlı’ insanlardan bahsedildi sanki insan değilmişçesine bir edayla. ‘Halk rahatsız’mış, ‘bu adamlar da kim’miş. ‘Esnafa para vermiyorlar’mış alışverişlerde. ‘Neredeyse patlayacak’mış şehir. Bunları diyenler on yıllardır batılılara ‘Türk halkının misafirperverliğinden’ bahsedenler değil mi? Ne oldu da şimdi, size neredeyse peş parasız ve çulsuz gelen mazlumlardan rahatsız oldunuz? Yoksa bunlar Müslüman diye mi? Yoksa Irak’ta başlayan, Suriye’de devam eden, şimdi de Lübnan’a sıçrayan Alevi-Sünni savaşını batılı kâfirler lehine buralarda da yürürlüğe koymak mı çabanız? Elbette o yöre halkından birtakım insanlar ya Aleviliklerinden ya da kapitalistliklerinden dolayı rahatsız olmuş olabilir. Ama kardeşleriyle daha düne kadar aralarında sınır olmayan, tel örgüler çekildikten sonra bile her türlü maddî ve manevî alışverişe devam eden Hatay, ‘defolun gidin’ mi diyor Müslümanlara? Böyle bir şey söz konusu değil kanımca. Yürütülen yeni bir psikolojik harekât. Çok yönlü ve çok katmanlı bir hamleler savaşı.
Muhalefet, ABD’yi ve ‘batının egemen güçleri’ni boyuna eleştirmesine rağmen kendisi ve yakını olan medya eliyle ‘El-Kaide’ yaygarası koparıyor. ABD’nin ağzıyla konuşuyor. Mültecileri El-Kaide’li göstererek ‘geberip gitsinler’ demeye getiriyor. O cenah ve batılı medyacı, politikacı dostları bunu hep yapıyor zaten. Öyle ki El-Kaide ile ilgisi olmasa da İslami yönetim talebindeki her oluşumu bu yaftayla mahkûm etmeye çabalıyorlar. Tıpkı ABD ve batılılar gibi ‘terör’ kavramı üzerinden İslam’a ve Müslümanlara cephe açıyorlar. Tabi bu hususta hükümet de pek farklı bir tavırda değil açıkçası. Her yıl birkaç kez yapılan ‘El-Kaide operasyonları’nda tutuklananlar sakallı, şalvarlı kişiler ve çoğunun doğrudan bu örgütle ilgisi bile yok. İşte CHP ve merkez denilen medya ve onların ulusalcı küçük kardeşleri hem bir iç siyaset malzemesi olarak hem de İslam’a duydukları derin kinlerinden Hatay meselesini manipüle edip güncel bir ‘irtica’ yaygarası kopartıyorlar. Hatay’a göçen Suriyelilerin mazlum ve sürülmüş olmalarının onların nezdinde hiçbir değeri yok. Geçmişte Filistinlilerin katledilmesine de benzer tepkiler vermiş, Hamas ile PKK’yi bir tutmak suretiyle İsrail taraftarlığı yapılmıştı.
Hükümet ise birilerinin iddia ettiği gibi İslamî ve insanî endişelerden değil tamamen pragmatik/çıkarcı kaygılarla yaklaşmaktadır meseleye. Eğer tersi bir durum olsaydı Türkiye askeri Afganistan’da kardeşlerimizin katline katılmazdı. Yine Libya’da NATO komutasında işlenen zulümlere iştirak etmez, Kürecik’e onay vermezdi. ABD, dün Afgan-Rus savaşında yaptığını bugün Türkiye eliyle yapmak istiyor. Suriye’de bir şekilde güdümüne aldığı muhalifleri yönlendirmeye çalışırken, kendisinin ‘devrim sonrası süreçten emin olmasını’ engelleyen İslamî yapıları Davutoğlu eliyle yönlendirmek istiyor. AKP’nin hükümet olalı beri bu yolda yürümüştür. Suriye meselesine de bakışı başından beri böyledir. Apaydın Kampı’na bir de böyle bakmak lazım. Orada kimseyle görüştürülmeyen Hür Ordu elemanlarına nasıl bir müfredatla ders veriyorlar? Demokrasi’ye ısındırma çabaları mı yoksa?
Irak’ta binlerce kardeşimiz şehid edilip, mübarek değerleri çiğnenirken ABD’ye kucak açan da yine bu hükümetti. Ve onlar için bugün yapılanın yardımların onda biri dahi yapılmamıştı. Burada ‘mücahitler gelmesin tedavi olmasın, mülteciler Suriye’de kalsın’ demek istemiyoruz elbette. Bu saçmalıktır. Fakat AKP’yi İslam’ın hâmisi gibi göstermek de saflık değilse zalimliktir.
Suriyeli Mücahitler de geçmişte Afgan kardeşlerimizin düştüğü hataya düşmemek için kendilerine yardım edenlerin ileride bir şeyler talep edeceklerini unutmamalıdır. Kendileri ve dava arkadaşları iki yıl öncesine kadar Esad zindanlarında çürümeye terk edildiklerinde AKP hükümeti Esad’a ‘aile dostu’ muamelesi çekiyordu. Allah elbette bu sıkıntılı günleri nusretiyle güvene çevirecektir. Yalnızca O’ndan yardım dilenmek ve yalnızca O’nun hükmüne rıza göstermek gerekir. Bunu sağlayabilmek için de fikrî ve siyasî uyanıklığa sahip olmak lazımdır. Fikren uyanık olup İslam’ın ve Hilafet’in dışında ne demokratik ne de despotik hiçbir çözüme raı olmamak, siyaseten de batılı devletlerin ve onların coğrafyamızdaki uzantılarının hamlelerini boşa çıkarmak lazımdır. İnşallah da Suriye bunu sağlayacak veya en kötüsü Hilafet’in ikamesi için gerçek bir nüve olacaktır. Duamız ve temennimiz budur. İnşallah rabbimiz isteğimizi çevirmeyecektir. 

Şanlıurfa Cezaevi ve Türkiye’de İnsanın Değeri


Her gün onlarca belki yüzlerce insani kriz yaşanıyor bu memlekette.  Sadece gazetelerin 3. sayfa haberlerine bakmak bile kâfi bu durumu anlamak için. Fakat bizler bu krizleri kanıksamış bir halde olduğumuzdan bakıp geçiyoruz, önemsemiyor, hatırlamıyoruz. Ama bazen bu yıkımlar gözümüzün içine sokulacak kadar yaklaşıyor bize. O zaman biraz da olsa irkiliyoruz. Bu irkilmeyse çoğu kez ah vah demekle geçiştiriliyor. Oysa bu olayların hiçbiri münferit olaylar değil! Üzerimizde icra edilen bir düzen var ve bu düzen sürekli problem yaşıyor, acı ve sıkıntı çektiriyor halkına.
 İşte son yakıcı örnek Şanlıurfa Cezaevi!
Türkiye’de cezaevi koşullarının berbatlığı uzun süredir devam eden bir mesele. Bütün hapishanelerin uygunsuz ortamı orada kalan veya yakınları mahkûm olan insanlar tarafından biliniyor. Ama Şanlıurfa Cezaevi biraz ‘beterin de beteri’ bir durum arz ediyor. Kendim, bir yıldan fazla Şanlıurfa’da E Tipi Cezaevi’nde, bir süre de yakılan C-15 koğuşunda; 8 ay kadar da Sincan F Tipi’nde kalmak zorunda bırakıldım. Bu nedenle bütün anlatacaklarımın ilk elden bilgiler ve bireysel tecrübelerin bir neticesi olarak görmenizi rica ederim. Ki aynı koğuş (C-15) daha önce de (2010 yılı) bir tutuklunun ‘kendini battaniyeye sarıp yakarak öldürmesi!’ne tepki olarak çıkarılan bir isyanda ateşe verilmişti. Bir insanın elinde sadece bir çakmakla, kendini battaniyeye sarıp yakması ne kadar mümkündür, siz düşünün. Oysa tutuklu yakınları oğullarının başında çok derin darbeler olduğu teşhisinde bulunmuşlardı.
Cumartesi günü 13 tutuklunun ölümü, 5’inin de yaralanması ile neticelenen isyan veya kavga! İsmine ne derseniz deyin. Bu önemli değil! Önemli olan bu olayın neticesinde insanları ölmesi. Hem de yanarak! Aşırı sıcaklardan (40-45 hatta kimi kez 50 derece) günlük yaşantının bile zorlukla sürdürülebildiği bir şehirde mahkûm olmak; küçücük odalarda, balık istifi şeklinde, suyun birkaç saatliğine verildiği, tuvalet ve banyo ihtiyacının, uyku ihtiyacının ‘sıraya girilerek’ karşılanabildiği (daha doğrusu karşılanamadığı) bir hapishanede mahkûm olmak... Bakmayın yetkililerin ‘tadilat vardı o sebeple kalabalık oluştu’ demelerine. Yıllardır %300 dolu bir cezaevi burası. 350 kişilik yerde 1000 küsur kişi kalıyor yıllardır. İçerisinde hücrelerden bozma odalar var ki buraları ancak 2 kişinin kalabileceği yerlerken haberlerde de okuduğunuz gibi 18 kişi kalıyor, hatta mevcut bazen bu sayının bile üstüne çıkıyor. Öyle ki tuvaletlerin önüne bile yataklar seriliyor.
Türkiye vatandaşı iseniz insan değeri görmüyorsunuz, bunu anlamalıyız. Hastanede, askerde, mahkemede… Ama cezaevindeyseniz daha da katmerleşiyor zulüm. Zira suçlusunuz ve her şeyi hak ediyorsunuz!
Olayın sebebi ‘kavga’ mı yoksa bilinçli bir ‘isyan’ mı diye tartışmak aslında pek önemli değil! Zira bahsettiğimiz gibi öyle şartlar altında yaşatılıyor ki o insanlar, bir kavga da olsa isyan da olsa bu, devletin sağladığı koşullar ile ilgilidir. Sol kesimin uzun bir süre ‘gelmesin’ diye mücadele ettiği F Tipi cezaevleri, Şanlıurfa cezaevinin yanında beş yıldızlı otel gibidirler. Burada herhangi bir mübalağa veya edebiyat yok emin olabilirsiniz. Basık ve su damlatan tavanlar, daracık odalar, tıpkı bir köpek kulübesi şeklinde tasarlanmış müşahede alanları… Hiçbir sosyal, kültürel, sportif faaliyetin olmadığı, kapalı görüşlerin neredeyse birkaç dakika sürdüğü, açık görüşlerin kalabalık ve gayr-i insani şartlarda yere bir battaniye serilerek gerçekleştiği, mahkûmların sıkıntıdan, moral bozukluğundan, kavga için bahane arar bir hale geldiği bir cezaevi...  Sözde ıslah ve terbiye evleri öyle mi? Bir düşünün kışın battaniye talebiyle yazılan dilekçeye şu not düşülüyor cezaevi idaresi tarafından: ‘Battaniye yoktur. Sizde varsa siz bize gönderin.’
Hem İslam’ın insan sorunlarını çözmesine müsaade etmeyeceksiniz hem bunu talep edenleri hapishanelere dolduracaksınız hem de onlarla beraber bütün doldurduğunuz o insanları hayvanların bile layık görülmeyeceği bir uygulamaya tabi tutacaksınız! Adaletsiz bir ekonomik dağılım, kadın-erkek ilişkilerindeki sakat ve ters yüz olmuş hal, bireyselliğin getirdiği yozlaşı ve bencillik vs… Bütün bunların sağladığı suç ortamı, hırsızlık, gasp, cinayet, tecavüz, dolandırıcılık ve dolup taşan cezaevleri. Burada belki değinilmesi gereken çok nokta var. Mesela ‘suçu ortaya çıkaran sebepler üzerinde durup suçu ortadan kaldırmaya çabalamak yerine, suçluyu cezalandırmaya odaklanmanın sakatlığı meselesi’ fakat şu var ki şu anki meselemiz, daha ziyade cezaevlerine doluşturulan insanların -suçlu veya değil- hiçbir insana reva görülemeyecek şartlar altında zulüm görmeleridir. Hem de putperest toplumlarda görülen bir ayrımcılığa tabi tutularak… Bakınız bir örnek olarak, Mehmet Ağar’ın  "cürüm işlemek için silahlı teşekkül oluşturmak" suçundan 2 yıllık hapis cezasını çekeceği Aydın'ın Yenipazar ilçesindeki K-1 Tipi Kapalı Cezaevi, Ağar’ı, ağırlayacak diye, baştan aşağı tadilattan geçiriliyor, cezaevindeki 24 mahkûmdan 21’i başka cezaevlerine naklediliyor, güvenlik için asker sayısı artırılıyor… Hatta Mehmet Ağar, bu izzet u ikrama: "Otele gitmiyoruz" diyerek karşılık veriyor… Şanlıurfa’da ve diğer cezaevlerinde, tutukevlerinde, hapishanelerde dayanılmaz sıcaklar altında, kışın soğuklar altında ceza çektirilen mahkûmlara bir klimayı lüks gören devlet, kendi -eski- İçişleri Bakanına tüm bu lüksleri sağlamaktadır.
Son olarak hayatını kaybeden kardeşlerimize Allah’tan rahmet diliyor ve yakınlarına sabr-ı cemil niyaz ediyoruz. İnsana, insanca muamele eden, cezalandırması dahi rahmet olan ahkâm-ı şer’iyye’nin tatbikini bir an evvel görmeyi bizlere nasip etmesini Allah Subhanehu’dan niyaz ediyoruz.
"Yeryüzünde bir haddin uygulanması, insanlar için otuz veya kırk gün boyunca her sabah yağmur yağmasından daha hayırlıdır."
(Ahmed B. Hanbel, Müsned,8383; Neseî ve İbn-i Mace rivayet ettiler.)

Kürdistanî İslamî Partisi Sıdkı Zilan ile röportaj


1. Sayın Zilan, okurlarımızın sizi daha yakından tanıyabilmesi için kendinizden biraz bahsedebilir misiniz?
Bu sorunuza cevap olarak (http://tr.wikipedia.org/wiki/S%C4%B1dk%C4%B1_Zilan) linkini ve medyaya yansıyan diğer malumatı önerebilirim.
2. Nisan ayı sonlarında ‘Kürdistanî İslamî’ isminde bir parti kurma çalışmanızın olduğunu ve neticelendirmek üzere bulunduğunuz kamuoyuna duyurdunuz. Böyle bir çalışma ile amaçladığınız şeyler nelerdir? Şu an hangi süreçtesiniz? Faaliyet takviminiz nedir?
Kuzey Kürdistan’daki özgür ve siyasi faaliyetlerinde özerk bireylerin bir araya gelmesiyle; İslamî sorumluluk gereği Kürdistan’da İslamî bir inisiyatif başlatma kararımız vardır. Bu kararımızı 9 Haziran’da Diyarbakır’da yapacağımız toplantıda olgunlaştırıp, 10 Haziran günü de kamuoyuna duyuracağız.
3. Siz İslamî kültüre ve İslamî çevreye aşina bir şahsiyetsiniz. Ki kurmayı planladığınız partinin ismi de bunu vurguluyor. Yine hitap ettiğiniz çevrenin de dindar Kürtler olduğunu ifade ettiniz. Malumunuzdur ki İslamî yöntem bağlamında demokratik/laik araçların kullanılması tartışılan bir mesele. Sizce demokrasi ile İslam çelişmiyor mu? Demokrasi’nin İslamî harekette bir araç olarak kullanılması ne kadar doğru?
Bu konuya ilişkin çok sayıda çalışma vardır ve tüm bu çalışmalardan istifade ediyoruz. Demokrasi ile laiklik ayrı kavramlardır. Malumunuz İslamî ıstılahlar ile çağımızdaki (çoğu batı kökenli) kavramların çakıştığı yönler olduğu gibi, çeliştiği yönler de vardır. İşlerin istişare ile yapılması Kur’an’ın emri olmasına rağmen, demokrasi ile istişarenin aynı şeyler olduğunu söylemek doğru değildir. Ancak Türkiye şartlarında Kemalist-Faşist diktanın ismi de cumhuriyet olmasına rağmen, uygulama cumhurun görüşüne ters olmuştur. Haliyle kirletilen kavramlara değil, o kavramların hakiki manasına yani kitabi ve ilmi manasına bakmakta fayda vardır. Haliyle Cumhuriyetin, Demokrasinin İslam’la bağdaşmadığını ileri sürmek sorunlu bir meseledir. Keza, İslam=Demokrasi ve Cumhuriyet denklemi de yanlıştır. Bir din ile dünyevi meselelerin belli zaman dilimlerinde çözümüne dair beşeri çözümlerin aynılık arz etmesi zaten mümkün değildir. İslam, siyasi açıdan devlete, idareye, uygulamalara ilişkin belli bir alanı insanların kendi iradelerine bırakmıştır. Zaman ve zemine göre, insanların, toplumun, ümmetin maslahatına uygun olan çözümler dillendirilmiş ve uygulama şansı bulmuştur. Haliyle Adil bir devlet-yönetim İslamî olana daha yakındır. Adil olmayan yönetimler ise İslamî iddiasında da olsa İslam’a aykırıdır. Haliyle Krallık, Monarşi, Hilafet, İmamet, Cumhuriyet, Demokratik Cumhuriyet, Tek Parti, Çok Partili yönetim, Sosyalist veya Kapitalist sistem vs. tartışması güncele dairdir. Müslüman dediğimiz İnsanlar bu dünyada yaşıyorlar ve bulundukları ülke-siyasi sınırlara göre de sorunlara muhataptırlar. Yere ve zemine göre en İslamî olanı ne ise veya başka yol yok ise ehveni şer hangisi ise onunla amel etmekle mükelleftirler.
Yerine göre bir monarşi pek ala İslamî bir yönetim olabileceği gibi, aksi de mümkündür. Keza, cumhuriyet yönetimleri de diktatör olabilecekleri gibi, İslamî bir yönetim biçimini de benimseyebilirler. Monarşik Demokrasiler olduğu gibi, sosyalist veya kapitalist demokrasiler de olabilir. Bu noktada araç veya amaç olarak değil de sorunları halkın tasvibine göre çözme, halkın yönetimde söz sahibi olması, halkın yöneticilerini seçmesi ve denetlemesi manasında demokratik bir zeminin İslam’a aykırılığı ileri sürülebilir mi tartışması yapılmalıdır. Keza, İslamî demokrasi meselesi veya ödünç kelimelerle İslamî siyaset yapma meselesi de tartışılarak bir neticeye varılmalıdır. İslam düşüncesinin kendini yenilemesi, şartlara ve zemine-zamana göre fıkhi fetvaların verilmesi elzemdir. Toplum, sosyal ve siyasi hayat donuk olmadığı gibi, İslamî siyasi literatürün de zenginleştirilmesi gerekmektedir. Türkiye şartlarında dernek, vakıf, parti, meslek odası, STK’lar fiilen vardırlar. Bu araçlardan istifade etmek caiz mi değil mi meselesi; hayatın için de mi olalım yoksa kenardan mı seyredelim sorusuyla da ilgilidir. Bu araçları hizmet için seçenler, sosyal ve siyasi hayata müdahil olanların iddiası yegâne yol ve yöntem budur demediklerini biliyoruz. İslamîlik iddiası ise birçok soruya verilecek cevaptan sonra bir mana ifade eder. Her insan fiillerinden, sözlerinden, yaptıklarının bilinen ve beklenebilecek neticelerinden sorumludur. Allah’ın rızası, halkın maslahatı, adalet, ıslah esas olmalıdır. Buna hizmet etmeyen adımlardan uzak durulmalıdır.
4. Kamuoyunda, ilerleyen süreçte anayasadaki 86. Maddenin değişme ihtimalinden bahsediliyor. Yani içinde laikliğe ve demokrasiye bağlılığın bir şart olarak bulunmayacağı bir anayasa maddesinden söz ediliyor. Sizce böyle bir durum olursa doğrudan İslamî yönetimi, hilafeti, İslam devletini isteyen partiler kurulabilecek midir?
Bugün bile laikliği esas almayan, hatta laikliğin anayasa ve mevzuattan çıkarılmasını savunan siyasi partiler kurulabilir. Şiddeti savunmayan her türlü siyasi parti kurmak mümkündür. Demokrasi eleştirisi mümkündür.
5. Siz, hitap ettiğiniz kesimi ‘Kuzey Kürdistan’daki dindar Kürtler’ diye tarif ettiniz. Bu durum yerelin de yereline sıkışmak değil midir? Yani Türkiye’nin ümmetten ayrılan ‘ulusal’ endişeleri, Kürt ulusçularının yerel endişeleri derken siz bu duruma bile bir parantez açıyorsunuz. Müslüman kavimlerin problemleri birbirinden ayrı mıdır?
Hz. Muhammed (SAV) bile önce kavminden başlayarak tebliğ yapmıştır. Tüm uzun mesafeler mütevazı adımlarla kat edilmiştir. Birey, aile, yakın çevre, memleket, doğal coğrafya, komşu coğrafya, kültürel muhit, Kürdistan, Türkiye, Ortadoğu, Asya-Afrika, Avrupa ve tüm dünya diye tedrici olarak coğrafyaya göre plan ve proje yapmak maslahata ve İslam’a daha uygun olabilir. Tüm hareketler bir yeri kendilerine üs olarak, lojistik destek merkezi olarak seçip, diğer coğrafyalara yayılmışlardır. Bugün İslam âleminde İran Şii camianın merkezidir. Suudi başka bir merkezdir. Fethullah Hoca Cemaatinin merkezi Türkiye’dir. İhvan Hareketinin Merkezi Mısır’dır. Nurculuk Türkiye merkezlidir. Merkezi ve zemini olmayan bir hareket etkisiz, afakî bir harekettir. İslam’ın değil ama biz Müslümanların belli bir coğrafyada örgütlenme sorunu vardır. Vakıa olarak biz Kuzey Kürdistan’da yaşıyoruz ve Kuzey Kürdistan’da siyasi olarak, içtimai olarak ve İslamî olarak işler yolunda değildir. Kürdistan İslam coğrafyasının kalbi veya önemli bir parçası ise bu sorundan sarfı nazar edip uzak mesafedeki bir soruna el atmamız fiilen imkânsızdır. Önce kendi coğrafyamızda adaleti ikame ettikten sonra komşu coğrafyalarla bütünleşmek, yardımlaşmak daha doğrudur. Bu sorunlara duyarsız kalmayı gerektirmez. Zaten Kuzey Kürdistan halkı tüm İslam coğrafyasına karşı duyarlıdır ve sorumluluğunu fazlasıyla yerine getirmektedir. Peygambere saygı mitingleri, Filistin’e destek mitingleri, İslam coğrafyasının işgaline karşı en büyük itirazlar Kürdistan coğrafyasından gelmektedir. Buna rağmen Kuzey Kürdistan Türkiye Kemalist devletinin askeri, siyasi ve kültürel işgali altında bulunmaktadır. Özgürlük ve adalet talebi bizim için güncel ve acil bir taleptir. Aksi halde ne kendimize ne de İslam coğrafyasına ve ümmete bir faydamız olamaz.
Türkiye siyasi sınırları Kemalistlerle, İngiliz ve Fransızların ortak mutabakatı ile belirlenmiştir. Ve bu mutabakat ile Kasrı Şirin ile Osmanlı-Safevî mutabakatı ile bölünen Kürdistan ikinci bir bölünmeye (Lozan anlaşması) maruz kalmıştır. Bu siyasi sınırlar meşru değildir. Haliyle Kürdistan’ın bütünlüğü İslamî bir sorumluluktur. Çünkü aynı dili, dini, kültürü paylaşan insanların arasını zorla ayırmıştır. Düne dair mecburiyeti ileri sürenler, bugün hangi maslahata binaen bu yapay sınırları savunmaktadır. Türkiye kelimesi Türk İli anlamına gelir. Haliyle ilmen bu tabir yanlıştır. Fırat’ın doğusu Kürdistan’dır, Türklerin ili değildir. Türkleri kayıran, Kürdistan halkının toprağını onların egemenliğine veren bir anlayışın İslamî olmadığı aşikârdır. Haliyle adalet ve özgürlük talebi için çalışmak, örgütlenmek, mazluma yardım etmek, zalimin karşısında durmak İslamî bir sorumluluktur. Bizim Türk, Arap veya Fars halkına bir husumetimiz yoktur. Husumetimiz rejimlere, zalim yöneticileredir.

Kürtaj, Uludere ve Manipülasyonda Zirve Yapmak


Makyavel, bir gün çıkıp gelse ve ‘Şu kadar asırdır beni en iyi anlayan öğrencim kimdi acaba?’ diye bir gözlemde bulunsa, herhalde Erdoğan onun takipçileri içerisinde ilk üçe girerdi. Hatta ‘Yahu‘hedefe götüren her yol mubahtır’ diyen bendim. Fakat sen ustanı dahi geçmişsin.’ deyip şapka çıkartarak eğilebilir, Başbakanın önünde.
Tabiî Türk siyasetinde bu koltuğa en layık görülen kişi Süleyman Demirel’dir çoğumuza göre. Ama Erdoğan, son yıllardaki çabasıyla onu da sollamış görünüyor. Ki zaten kendisi de ‘ustalık’ dönemine girdiğini söylüyor.İşte yine müthiş bir bağlama tekniğiyle ne yaptı etti, kürtaj meselesi ile Uludere’de katledilen Müslümanları aynılaştırdı. Öylesine kirli bir ortamda hayatımızı idame ettirmeğe çalışıyoruz ki bütün kavramlar, meseleler bir Firavun sihirbazı marifetiyle birbirine düğümlenmiş adeta.
Kürtajın İslamî açıdan savunulabilir tarafı yok. Ve bir zamanlar ‘aile planlaması’ diye bu memlekette sıkı bir şekilde uygulanmaya çalışılan şeyler tamamen bir kandırmacadır. Ama neden nüfus artışı bu denli istenen bir şey halini aldı siyasetçiler tarafından? Bu soruyu sormamız lazım. Bizim kalabalıklaşmamızı neden istiyorlar? Bu soruyu da. Pazara ve tüketime daha müsait bir toplum, asker ihracına daha müsait bir ülke olmamız için mi yoksa? Bunu da. Öyle diyordu ya George Soros: ‘Türkiye’nin en iyi ihraç ürünü askerdir.’Mesela, Afganistan işgaline, Libya işgaline meşruiyet kazandırmada kullanılacak ‘birkaç adet’ asker! İslam Ümmeti'ni Kürt ulusu, Türk ulusu diye biraz daha ayrıştırmak için kullanılacak birkaç er ve erbaş! Asgari ücretlerle, birkaç aylık sürelerde; ot yolacak, yer süpürecek, fabrikalara, tersanelere yollanacak işçi sağlamak; TÜSİAD’lara, yabancı sermayeye. Ne diyordu Erdoğan mayınlı tarlaları özelleştirileceği vakit: ‘İzak çalıştıracak, Hasan da çalışacak.’
Hem neden, kürtajdan önce kürtajı vareden ortam konuşulmuyor? ‘Gençleri zaptedemezsiniz, onlara bekçilik yapamazsınız" diyor bazıları. Öyle ya, Demokrasi ve Özgürlükler fikrinin bu kadar propagandasını yapıp daha sonra bunun bir neticesi olan kürtaja karşı çıkmak bir çelişki değil mi? Allah Subhanehu, gençlere de evlilere de ‘zinaya yaklaşmayın’ diyor ama bugün ücretli olsun gönüllü olsun her türlü zina gayet ulaşılabilir bir şey. Bu hükümet eliyle her yere prefabrik konut gibi dikilen onca üniversitede -ki eğitim kalitesi açısında "üniverlise" desek daha doğru olur- neler yaşanıyor herhalde biliyorlardır. Bırakın üniversiteyi, lise ve ilkokulların orta kademelerinde bile neler dönüyor bilmeleri lazım. Tabiî bazı Müslümanlar kürtaja getirilen yasağın ‘yavaş yavaş’ gerçekleşen değişimin bir parçası ve Türkiye’de İslam’ın hâkim kılınmasına doğru atılmış bir adım daha olduğunu düşünüyor. Ama istatistikler bile onları desteklemiyor. Mesela, on yıllık süre içerisinde genelev sayısında gerçekleşen yüzde elliye yakın artış… Acaba orada vesikalandırılıp fuhşa zorlanan onca kadın da öldürülmüş olmuyor mu? Aynı şekilde uyuşturucu ve içki tüketimindeki artan kullanım miktarı… Böylece ilerleyen bir fahşa ve yozlaşı varken nasıl oluyor da halen ‘yavaş yavaş düzelme’den bahsedebiliyoruz?
Meselenin Uludere olayıyla irtibatlandırılmasına gelince... Başbakan’ın "Her kürtaj bir Uludere’dir" sözü manipülasyonun zirvelerini zorluyor. Kendisini eleştirenleri bu şekilde susturmak, ancak üstün bir perdeleme yeteneğiyle gerçekleştirilebilir. Anne karnındaki ceninleri siyasî malzeme yapacak kadar pragmatist/makyavelist bir zihnin ürünü olsa gerek. Bir de nüfusun artmasından yana olduğunu iddia eden Başbakan’a şu soruyu sormak lazım: "Siz var olan nüfusunuza nasıl bir hayat imkânı sunuyorsunuz?" Öyle bir devlet düşünün ki 34 vatandaşını ‘yanlışlıkla’ öldürülüyor ve onların yakınlarının üzerine birkaç lira atıp"sesinizi kesin" diyor, bu kıyımı ‘tebrik edercesine’ de Genelkurmay Başkanı’na teşekkür ediyor. Hatta çevreden gelen her türlü eleştiriye, işten attırma ve benzeri taktiklerle haddini bildiriyor.
Oysa Uludereliler sırf Müslüman oldukları için katledilmişlerdir. Kürtaj yasağı gibi tamamen güdümlü ve git gide magazinsel bir hale gelen bir meseleye alet edilmemeliydiler. Ortadoğu’da devlet veya devletler eliyle öldürülen neredeyse bütün insanlar; Kürt, Türk, Arap olduğu için değil, İslam olduğu için öldürülüyor. Müslüman olduğumuz için cezalandırılıyoruz; küresel kâfirler ve onların yandaşları eliyle... Eğer Türkiye ve Irak arasında, tamamen küfür marifetiyle çizilen sınırlar olmasa idi bugün o insanlar ne ‘terörist’ ne de’kaçakçı’ denilerek katledilemezlerdi. Onlar kaçakçılık yapmıyor zira. Gidip geldikleri yerlerde dindaşları, akrabaları yaşıyor ve buralar, yakın bir zaman kadar oralarla tek bir parça halinde yaşıyordu. Ahmed Arif’in dizeleri ne kadar da iyi anlatıyor bu durumu:
‘Pasaporta ısınmamış içimiz
Budur katlimize sebep suçumuz
Gayrı kaçakçıya çıkar adımız
soyguncuya, hayına...’
Başbakan ‘dünya lideri’ imajını parlatmak için hiçbir fırsatı kaçırmıyor. Nüfus meselesiyle uğraşmasının sebebi de tıpkı özendikleri Batılı devletler gibi kendilerinin de bir ‘devlet politikalarının’ olduğunu ispatlama isteği olabilir. Her ne olursa olsun. ‘Kelle’ sayımızı artırmakla bize bir iyilik yapılmıyor. Mühim olan onca insanın nasıl bir ortamda yaşadığı, öldüğüdür. Ve bunun İslamî açıdan ne ifade ettiğidir.