22 Haziran 2013 Cumartesi

kurabiye/didem madak

sen bize ne yaptın didem madak, kendine neyledin a canım?




zaman zaman çok yalnızım kalbiye
arsız sarmaşıklar gibi her sabah
bıkmadan tırmanıyorum güneşin tahta perdesine
mor çiçeklerle açılmak için dünyaya.
güneş tozlar püskürtüyor koca ağzından
aslında hiçbir şey görülmüyor kalbiye

kalbim kocaman bir kelebekti kalbiye
bir elmasın içinde unutulmuş yıllar önce.
pembe bir merhemle doğardı günler
saçlarımı çözerdim, taze elmalar gibi soyardım bedenimi
bahar, simit, salatalık, midye kokardı her yan
dünya artık bir daha hiç
bir okul çıkışı gibi kokmayacak mı?
hayatın kalbiye, o iri dudaklı çingenenin
ellerini hiç tutamayacak mıyım bir daha?
elmasın çatlarken çıkardığı sesi duyuyor musun,
bedenime çarpan incilerin sesini?
bir kadeh içindeki tozu üflüyor
her şeyi bir veba salgını gibi hatırlayarak
bekliyorum beklediğim neyse onu.
zaman kalbiye, zaman şimdi
kalbimde habire uzayan minare

zaman zaman çok yalnızım kalbiye
bugün ağlayarak kurabiye yerken,
çay fincanında kendimi seyrederken
çay beni içti, bende çayı kalbiye
ruhumdan çaylar aktı saatlerce
aşık olduğu için kahve dökülüyordu terliklerine
heinrich böll'ün palyaço'su
mary onu bırakıp gitmişti, yalnızdı.
sonra yosunun latincedeki adı laminarya'ydı...
içimde gezinen salyangozun tırnakları
her hatırladığım şey için bir santimetre uzuyor kalbiye
aslında hiç istemiyorum ama
ne yapsam rutubetim sözlere bulaşıyor kalbiye.

20 Haziran 2013 Perşembe

gemi/ezginingünlüğü/sabahatakkiraz (üçleme)



biz yangında koşuyu kaybeden atlarız: sezaikarakoç/oğuzatay

"sen de bu oyundan, günün birinde bıkarsın. çünkü kadınlar uzun süre oyunlarla oyalanamazlar, çünkü gerçekçidirler. bir gün bizi eski horgörülmelerimizle, aşağılanmalarımızla, hiçe sayılmalarımızla, adamdan sayılmamalarımızla, haklı ya da haksız küçük görülmelerimizle ve daha kötüsü bütün bunların intikamını alamamış olmamızla başbaşa bırakıp gidersin. üstelik senin, söküklerimizi dikip yaralarımızı sarar görünmen yüzünden biz bütün bunların intikamını almış olduğumuzu düşünürüz. sen bizi bu durumda bırakıp gidersin. affedersiniz yanlışlık oldu, dersin. özür dilerim: öfke değil öksedir. bunu da tam söylemezsin. bir süre sonra aklımız başımıza gelir; apokalipsin dört atlısı, yalnız bırakılmıştır. çirkin kılıklarımızla, gözyaşlarının yüzümüze akıttığı boyalarımızla birer melodram oyuncusu olarak, kısa bacaklı zavallı atlarımızın üstünde öylece kalırız. perde bile üstümüze kapanmaz: bir arıza olmuştur"

tehlikelioyunlar/oğuzatay





siz hürsünüz; siz şartsız ve kayıtsızsınız 
bir balığın, bir siyah, bir kara balığın 

incecik kılçığı üzerine yemin edersiniz; 
(k) harfi üzerine yemin edersiniz. 
rakı içen kadınların, çiçek yiyen kızların 
iyilikleri, günahları ve çeyizleri üzerine yemin edersiniz. 
istakozların, kırmızı ve mavi istakozların 
bir mavzerlik peygamberlikleri üzerine, 
küçük ve büyük, acılı ve acısız 
yeminler yeminler yeminler edersiniz. 
siz siz üzre yeminler edersiniz. 



biz hayret eder, kuvvet eder, dudağımızı bükeriz; 
dudağımızı kör makaslarla dilim dilim ederiz 
iki tane elimiz var deriz; 
bin tane elimiz olsaydı 
bini birbirinin aynı olurdu deriz. 
999 elimiz kağıt gibi yansın, 
bir elimiz güneş gibi dursun.. 
biz elbette dudak büker, hayret ederiz. 



biz inkar eder, inkarı severiz; 
bayram hediyenizi iade ederiz 
biz mahcup ve onurlu çocuklarız 
başımızı kaldırıp bir bakmayız 
siz rüyalarınızda yaşayıp durursunuz 
siz güvercinleri gözlerinden vurursunuz 
siz ekmeğin hamurunu, aşkın hamurunu samandan yoğurursunuz 
siz rüyalarınızda yaşayıp durursunuz 



toprağı zindana koyduk biz 
üzerine yedi kilit vurduk biz 
kaç gelinin alnında kaç yumurta kırdık biz 
varsın yarın takılsın benim çene kemiğim 
bir köpeğin ön dişlerine 
ve fahriye'nin kürek kemiği tam ortasından kırılsın 
biz inkar eder, şah inkarlar severiz. 



kafamızı kaldırıp bir bakmayız 
........................................... 
ruhumuzun içinde kar yağar 
anamızdan doğduğumuz geceden beri 
heybemizi emektar makinelere yükleriz 
fikirlerimizi tifil vinçlere 
iri buğday tanelerinin trenleri yürüttügünü bilmeyiz 
biz yangında koşuyu kaybeden atlarız 
biz kirli ve temiz çamaşırları 
aynı zaman aynı minval üzere katlarız 
biz koşu bittikten sonra da koşan atlarız 



siz kalbe hançer gibi giren 
siz kalpten ağaç gibi çıkan 
siz bize şahdamarımızdan yakın 
siz yüzükler içindeki kan 
siz inançların sedef kabuğunu 
ebabil kuşlarının gagalarıyla kıran 



bununla beraber üzülmediğinizi biliyoruz 
gün gelecek toprağın altına uzanacağız 
her gece saat beş sularında sizi 
toplardamarlarımızın içinde bekliyeceğiz

19 Haziran 2013 Çarşamba

gülten’in kapısında/alpergencer



olsun diyorum, yine de değiştirilebilir bütün kirlilikler
geçmiş günlerin kıskacından çekilip alınabilir belki
terlerin, kanların, hazzın kanırtan dişlilerinden
kurtarılabilir belki bütün günahlar
bir kapı durmaksızın açık pişmanlıklara
her şeyi yeniden başlatmanın kapısı
her şeyi, yeni hataların günahlara karıştığı
vicdanla kargışlanmış tepelere yeniden
çıkmanın pişmanlıkla kutlandığı kapısı
ham uzuvlara bulaşan denenmemişler
bir şeyin tadını ilk defa alırkenki o mayhoş karşılaşma
ve tükürmek, yutmak ve öğürmenin kapısı
eve geri dönmenin -huzurla! huzurla!-


ne kadar üzgün olduğumu iyi biliyor Mustafa
avuçlarım bir maktulün kana bulaşmış
cezasını bekleyen, suça bulaşmış
yani affa, güle, dikene bulaşmış
dünyanın ağırlığı altında ezik
bedenin sultasına boyun eğmiş avuçlar
ne kadar üzgün olduğumu iyi biliyor Mustafa

Gülten’in kapısında duralıyorum
tedirgin, bir sigara yakıyorum istemsiz
koca bir nefes boğazımdan ayak tırnaklanma
varlığımın içtiması alınıyor: “buradayım!”
bu kapının önüne koymuşum her şeyimi
terli yürek, duçar beden, mahpus içerik
tabibe teslim olduğum yatak
bismillahirrahmanirrahim
“tak tak! tak tak! tak... tak... tak!”
ve içerden o eskimi hatırlatan ses
hafızamın tozlu arşivinden çıkarak
dilimin ucuna yeltenen kalabalık:

kim o?”
benim... Mustafa!”

(o tanıdık sesle taze isim arasında
gidip gelen dönüp dolaşan sessizlik)

"- Mustafa kim?”
"- Mustafa, bunca yıl senden gizlenerek
toprağını sürmeme müsaade eden
ve şimdi dip derinden çıkarak
suyun yüzeyinde suyun sahibi
hem görünen, hem dipte
ikimizi bizden kurtarmaya geldi”


18 Haziran 2013 Salı

-Ah o Gemide Ben de Olsaydım-/ahmuhsinünlü

İsrail paronayası yaşayan tüm İslamcı abiler ablalar için geliyor:

alper’den 700 lira borç aldım bugün
israil devleti gömülsün diye karanlıklara!
çünkü eğer borcu varsa bir mazlumun
başka bir mazluma
bir mazluma
mazlum…
sevgilim
tam buraya uygun bir ayet bulamıyorum.
oysa ne çok ayet vardı 90’larda…
baktığımız her yerde ayrı bir allah
gördüğümüz her peygamber yeni bir mağara.
insan olmak bizatihi sansasyoneldir.
diline döktüğüm dilleri hatırlasana…
alper bana 700 lira borç verdi bugün
israil kaç mermi yapabilir bu parayla?
tarık ali’nin muhammed ikbal için söyledikleri doğru mu?
frengiden öldü diyor lahor pavyonlarında.
işte 90’larda böyle şeyler düşündük biz sevgilim
düşündük şiir yazınca temizlenir ülkemiz.
şimdi ikbal cennette, tarık ali ingiliz
merminin de biliyorsun, bini bir para
ve diyelim ki humeyni’yi de seviyorum jack daniel’ı da
diyelim ki ev kirasından muaftır bütün şehir
diyelim ki zalimler de centilmen olabilirler…
bana duyduğun sevgiyi azımsasana!
lira bana alper borç bugün verdi 700.
hemen iki paket malbora, biraz mızrak, biraz kuz.
bilhassa ecnebi reyonundan seçtim bunları sevgilim
fosforun pişirdiği çocuklarda bulunsun tuzumuz.
ah evet biliyorum demode lakırdılar bunlar
demode irrasyonalizm, antikapitalizm demode.
dünya kocaman bir köy, en iyi sigara malbora
araplar arkadan vururlar, meşru bir ülke israil.
eğer bir gemi dolusu hayvan
haksız yere böğürüyorsa
ölen her zaman suçludur ne yapabilir ki katil?
biliyorsun zalimin dediği olur ortadoğu’da
dur küfretme. zalimler de allah’a dahil!
söylemiş miydim alper’in bana borç verdiğini?
mızrak aldım, çok arabesk, fazla anakronik.
kuz desen; alnım açık, dolaşmam kuytularda.
belki de lirayı kapar kapmaz 700
yüzümü dönmeliydim olduğu gibi batıya.
bir bakmışım karşıdan tarık ali geliyor
hey bayım; şu var ya; şu koca london bridge…
90’larda espriler hep böyleydi sevgilim
çok açık göstermeci, nobran, edepsiz ve kitsch!
90’larda zalimler biraz racon bilirdi.
karıları çocukları köpekleri olurdu.
yalnız kalan bir zalim allah’ı düşünürdü
dur gevşeme. zulüm, allah’tan hariç!
ah o gemide ben de olsaydım eğer
mızrağı sallardım aştot’a kadar
belki gider çirkin bir faşiste değer
belki de bir masumun tam kafasına.
ama savaş böyleymiş bazen siviller
ölebilirlermiş devlet uğruna.
90’lar bitti artık onlar var ve hey
siz devlete inanan bütün reziller
cehennemde karşıma çıktığınızda
öyle bir yumruk patlatacağım ki tam burnunuza
hayatınız gazze şeridi gibi geçerken gözünüzden
anlayacaksınız allah ne demek
ahlak ne demek
ve rüya…
bu sözlerimi cennet ehline aynen ilet sevgilim:
devletin bekasının da allah belasını versin
malboranın da!

17 Haziran 2013 Pazartesi

gülten’e giderken yolda/alpergencer



sesimin taklide meyyal aşırılığını alıp
Gülten’e gidiyorum bugün
buruşuk bu bana ait olmayan yüzü
buruşuk bu sesi, buruşuk bu her şeyden yaptığım eskimi de
alıp Gülten’e gidiyorum bugün
sorarsanız, alenen, vazgeçişin biterek
unutuşa bir yerinden başlamanın miladı,
ya da peygamberin Cuma vaazının birinde:
“Farisilere nasıl davranacağız?” diye
cevaba ilerleyen bir sualin suali

aklım darmadağın, hislerim ve başımı
alıp Gülten’e gidiyorum bugün
ben Mustafa’yım, yeni ismim bu
demeye gidiyoaım Gülten’e bugün

şu vakte değin şizofrenimi
saklı tutarak heba etmişim
oysa aklımı tam ortasında
 yarmayı çıkış belleseymişim
Gülten’e erken gidecekmişim
olsun, onu, yani Gülten’i
bırakmaya güç yetirmek için
nihai karar almışım bugün
o karar yol gösteriyor bana
o kararın virajını döndüm, tamamdır
o karara hüküm veren inanç tamamdır
o kararı, o inancı ve Mustafa’yı
alıp Gülten’e gidiyorum bugün

Gülten beni tanımaz, ben Gülten’i unutmam,
şimdi Mustafa olsam dahi unutmam
onun kırmızı boyalardan yapma değişmeyen tablosu; yaldızlı çerçe­veler içinde, buz mavisi saten duvarların üstünde, ve o duvarların çerçevelediği kapısız tecrit odalardan birinde, küçük penceresi, ruhumun dünyaya sarkan balkonlarına bakan, ölüm beni bulana değin bende sancıyacak, izbe bir hücrede asılıdır, ne yapsam Gülten’i içimden çıkaramam!

Mustafa’nın onu hapsettiğini,
hep orada kalması gerektiğini
Gülten’e söylemeye gidiyorum bugün
Gülten, bugün
Mustafa’dan haberdar olacak
Mustafa’dan haberdar olduğumdan haberdar olacak!

yola çıkmak, her adımda düşünceler bindirmek omuzlanma!
bana dağların karanlığından yansıyıp duran kayıp günlerim
yani değiştirmek isteğimin ilk celsede düşürüldüğü mazim Gülten’i olmasa da, Gülten’le beni;
yarma tehlikeli, dün için bir miktar pişman,
bir kan kokusunu takiben gelecek çokça özür dolu günleri, geceleri
bekliyor olmakla ilgili saklı bir kirliliği, asiliği ve o kör bilmezliği
besleyen, besleyecek ve bir an evvel kaldırılması gereken
insan iştahıyla en güzel elbiselerle savaşan
mükellef bir sofra yapmıyordu da neydi!
Mustafa’nın bunca şeyi bana öğrettiği bu mudur şimdi
bu mudıır ruhumdaki Gülten’in benden dilendiği
benimse, sokaklara bir gökyüzü altından başlayarak gezdiğim
ve başımı kaldırmakla fark ettiğim yeminim
neredeydi ki?
neredeydi!
işte budur diyorum şimdi
işte budur, eğri oturmanın gebeliği!

o azgın dişleri yumuşak sokulmalarından tanıyorum artık
boynumdan ve gövdemden ve bütün uzuvlarımdan kabaran
o şeyi, o beni gizliliklere gark eden utanç kırmızısı etleri
yumuşak sokulmalarından tanıyorum artık
Mustafa’nın o tüylü yumuşacık çeneden bu azgın dişleri
nasıl çıkarmış olduğuna hâlâ inanamasam da
durup inanmam gereken şeyi değil, hissettiğimi
yani bir tek ona kanaat etmemdeki gizi
sahiplenmekte bir sakınca bulamıyorum
aramıyorum da!

Gülten’e giderken yolda
bir Amerikan işgaliyle karşılaşabilirim mesela
bu, umurumda değil!
üzerine anahtarlar dökülen yol şu an adımladığım
Hızır’a öykünmenin bir yolunu bularak Musa’yı susturabilirim.
çünkü vazgeçmeye gidiyorum Gülten’den bugün
aldım o en sonuncu kararı da yanıma

Gülten’den vazgeçmeye gidiyorum bugün


12 Haziran 2013 Çarşamba

ahmet’in mustafa’ya evrildiğidir/alpergencer



kardeşlerim vardı, üstü açık büyüdüler yağmura karşı
gece yarılarından şehrin tenhasına ağdılar teker teker
Mustafa onlardan değildi, katılmamıştı aralarına
çıbanlı şarkılar batardı ruhunun hamlamış taraflarına
şehrin çetelerce çakılmış afişleri parlardı
köpek havlamaları yanardı sokağın karanlığına
masum kurgusuydu kadınların anneler
babalar kayboluşa aşılanırdı.

kardeşlerim Mustafa’yı bulmadan önce
sokaklara dökülmüş kızgın adam ayaklarıyla savaştaydılar
saat başı öterdi kötünün kargışlı çığlıkları
yağmurlu havaları pardösiileriyle ödeyen adamlar
Mustafa’yı koluna takıp sokakları dolaştırırdı
Mustafa, kardeşlerime katılmadan önce
çelmeler yemekten sızlayan bilekleri
dizlerine kapanırdı
acının yokoluş korkusuyla inleyip
caddelerin tumturaklı yüzüne sığınması
Mustafa’yı berrak bir sudan bile bile haberdar etmeyen tellâl
ve tanrılan kümeslere layık gören avantacılar
kardeşlerimin savaştıklarındandı


aldanışa, büsbütün aldanışa kızgındı kardeşlerim
onların birkaçı, dalgın anlarından öldürüldüler
kuşlan seyrederken kurşunlanmıştı biri
ve tahakkuklar katılaşıp mühürlenirken
ötekinin elleri ceplerindeydi
bazısı denizlerin köpürmesine güç yetiremedi
dilaltına davrandı yüreğini gevşetmek için
ve bahçesinden söküp atamadığı
nifak tohumundan yitti öteki
fakat aldanışa karşı zırh kuşanmış olanlar
ölen kardeşlerine imrenen yanlarını
sarakaya almayı başarmışlardı
ben de onlardanım, adım Ahmet
sırf üstümde kalmasın diye bu bana yüklenen töhmet
Mustafa’yı kuyudan çıkartmam gerekecek
onun sırtında bir ihanettir duruyor
ve her gün yeniden kuyuya atılıyor Mustafa
Mustafa’nın kuyuda geçirdiği her vakit
yargılıyor beni bu zorunlu şahitlik
gözlerim tesadüfe inanmadıkça
bakışlarım suça müşterektir artık
Mustafa’ya ismini hatırlatacak
örgütün elebaşı diye fişlendim
kardeşlerim az evvel haber verdiler
arananlar listesine konulmuş ismim

burada, gayrimeşru durduğum beni kuvvetli bir sevinçle boğduruyor
suça karşı gelmekten suçlanıyorum
hem bunlar dünyanın gözlerini bürümekten yapmalar
hem benim gözlerimden Mustafa’ya birikmiş olan borcum
kaç sigara içsem de vicdanla kapanmazdı diyorum
orada, o en inanmayan düşmanımda bile bu
liseli bir çarpıntıyla korunan borçluluktur
ümit için kaslarımı kızdırıyorum
bana Mustafa’nın eskisini getirin
Mustafa’nın doymak bilmeyen eskisini
ve onun katline teşebbüsümün
ilk anma bir kayıt düşülsün sıcak
dönülmez sözüm var kardeşlerime
bir Mustafa eskisine ölüm olacak!

anlatılan masala yeminler ve tansıklar taşıdı büyücüler
değnekleri yalanlara tutunarak uzardı
her gün bin yenisi gelirdi Mustafa’yı kandırmanın
tabureler dekorun dikenleri değildi
dinelmeye yumuşak yastıktandılar
arkamıza şehir kapanırdı bakınca
ne içinde sokulduk birbirimize, ne dışında... şehrin önündeydik her ikimiz de. beni dıştan tanıdı ilk evvela gözleri, gözleri, beni bir par­çası yapıyordu küskünlüklerinin, kumrallığıma dikkat kesildi, sigarayı tutuşuma... masada çay yoktu diye seviniyordum, olsaydı dostluğum erken çıkacaktı meydana, uzunca çıkılacak bir yolculuğa bakındı sözcüklerimiz, kendilerini belli etmemenin hiçbir yolu olmadığım ilk onun karşısında tecrübe etti duygularım, adımı değiştirdim ve konuşmanın sonunda muhabbetle diktim gözlerimi kuyudan aşağıya, sanırım ilk o an boşandı bulmacası, ilk o an zifiri bir yalnızlık hisset­ti kavrayışında, gözleri bulutlandı, elini hafifçe kaldırıp çay söyledi garsona, korktum ve süratle boş verdim iznimi Mustafa’dan, masayı Mustafa’nın ortasından terk ettim!

kardeşlerimin nasıl kucaklaştığına seviniyorum:
sıkıca!
evindeymiş gibi hissetmeyi özlemekten üşüyen biriydim önceleri
şimdi dışarının soğuğuyla dalaşmakla meşgulüm
kardeşlerimin bana adımı hatırlatmasından önceydi
yani mutluluktan sonradır acıya evrilişim
yanan sobalarla baş başa kaldığımı ve onlarla çıtırdadığımı
hatırlıyorum
Ahmet olmamın Mustafa’ya devrilen sımsıcak anlamında
yoğun toz bulutu içinde öksürmekten gelen Ahmet’in en eskisi
Mustafa’yı hatırlar diye umar diye düşünüyorum
her şeyi anlamaya inat etmiş suretim
Mustafa’yı unutur diye sezer diye hissediyonım
ben bütün bunların arasından Mustafa’ya gelmişsem
Mustafa da bana gelir diye varır diye ümitleniyorum

kardeşlerimin nasıl tutunduklarına seviniyorum
onlar, saf tutmanın kilidine çilingir
onlar kadar hakkı var onlardan olmayanın
onlar gibi yaşayıp onlar kadar huzura
bu bir inanç meselidir at zarını Mustafa
ya bir tutacak seni, ya sıfır gelecek sana
ben bütün varlığımı o bir’e koyuyorum
Ahmet’in yüreğini
Mustafa’ya oynuyorum.



gezi parkı'na dair bir sürecin grafiği/john milton (nam-ı diğer: can)



Gezi Parkı hakkında, orada olanlar, civarda olanlar hakkında yazıyorum bunu. Biraz uzun bir yazı olabilir zira günlerdir oradayken not alıyordum bu yazı için, başlayayım. Biraz karışık olabilir, anlayışla karşılayın mümkünse.


Beni yıllardır tanıyan insanlar var burada, azıcık bilirler belki beni, bu yazıda kendim ne gördüysem onları yazacağım. Kulaktan duyduğum, birinin gelip söylediği, nette okuduğum şeyleri falan değil, dediğim gibi ben ne gördüysem onu yazacağım.

Gezi parkı günleridir şenlik havasında.
Gelmekten korkan insanlar var hala konuştuğum. Parkta ya da Taksim Meydanı'nda korkulacak bir şey yok. Bir çok müzik grubu, ufacık çocuklar, yaşlı teyzeler ... pamuk şeker falan satılıyor parkın içinde, düşünün artık. Parka gelmekten korkmayın bu yüzden. Polis o haldeyken oraya girmez. Hem girecek olsa bile - siz kalmak istemezseniz direniş için; parktan da meydandan da ayrılmak çok kolay, kötü şeylere maruz kalmadan gidebilirsiniz.

Parkın en büyük probleminden başlayayım.
En büyük problem bence alkol. Beni tanıyan herkesin şu lafıma şaşırmış olması lazım, alkole karşı olduğum bir dönem sahiden şu sıra olanlar. Fakat ben buraya geldiğimden beri 1 duble dahi alkol almadım. Dün sabaha karşı otele geldim, bugün hiç çıkmayacağım otelden yürümeyi tekrar öğrenmek için fakat bugün de içmeyeceğim mesela. Parkın içinde içmemek değil yani genel konu, konu alkolden şu dönem uzak durmak.

Provokatörler var deniliyor.
Evet, var. Bunların büyük bir çoğunluğu sarhoşlar ama. Parka gelip içiyorlar. Çok sarhoş olduktan sonra da canları sıkılıyor. Zira dediğim gibi çok sakin park. Canları sıkıldığı zaman bir şeyleri yakmaya başlıyorlar, devirecek araba falan arıyorlar. Parkta içki içilmemesi gerekiyor bu yüzden. Sık sık anons yapılıyor içki içilmesin diye. Hatta benim de dahil olduğum bir grup bazı geceler topluyoruz içkileri içenlerden. Provokatör dediğimiz insanların büyük çoğunluğu sarhoşlar yani, bir kere bunu ekleyelim.

Kendi adıma diğer problemden bahsedeyim. Benim gibi çok büyük bir kısmın da rahatsız olduğu problemden. Şurada belirtmek isterim; Direnişin görüşleri falan değil bu yazdıklarım. Kimsenin haddi değil zira direniş adına konuşmak. Direniş kimsenin değil çünkü. Benim orada dahil olduğum bir ekip var, 50 kişi kadar. Onlar adına konuşabilirim zira görüşlerini biliyorum. Fakat söylediğim gibi yazacağım hiç bir şey direnişin genel görüşü değil, direniş hakkında genel görüşler belirtmek kimsenin haddi değil. Evet, ikinci problem orayı miting alanına çevirmek isteyen partiler, gruplar, örgütler. İnanılmaz rahatsız oluyoruz. Parti otobüsü getirdiler en sonunda meydana. Bulabildikleri en tiz sesli kadını çıkarıp bağırtıyorlar. İnanın bana kimse dinlemiyor. Bak gördüğüm kadarıyla diyorum bunları; kimse dinlemiyor. 2 gün önce o otobüslerden bir kadın şuna benzer bir şey söyledi; "Biz 2 yıldır bu mücadeleyi veriyoruz, en sonunda bugünlerde büyüdü direnişimiz." Senkronize bir ses geldi meydandan, benim de dahil olduğum; "Ha siktir." dedik beraber. Kimsenin kendine mal etmesini istemediğimiz gibi uyuz da oluyoruz bu duruma. O partiler de cidden ciddiye alınmıyor orada. Yani hoşlanmadığınız partilerin bayraklarını - afişlerini orada görüp Gezi'ye göz olmayın, sahiden alakamız yok onlarla. Olmadığı gibi biz de sevmiyoruz onları. Tekrar ediyorum; kendi gördüklerim bunlar.

Orada olan hayvanları merak edenler var; hepsi iyi Gezi'de. Mama falan alıp gelmeyin onlara zira her yer mama. Bir sürü mama var stokta da. Köpekler falan tüm gün oynuyorlar bizimle. Parka gelenlerin köpekleriyle de oynuyorlar. Hayvanlar iyi.

Çok sayıda vejetaryen arkadaş var. Ve onlar için de çok fazla yiyecek var parkta. Aç kalmazlar, merak etmesinler.

Tanıştığım çok fazla insan oldu. Profilimde yıllardır arkadaşım olan fakat hiç görüşemediğimiz arkadaşlarla da tanıştım orada. Ben isim vermiyorum fakat o arkadaşlar yazmak isterse gelip yazabilirler görüştüğümüzü. Yalnız bir tanesine çok ayıp oldu; yine isim vermeden ben özür dileyeyim, dediğim gibi dilerse kendi belli edebilir kendini; ayağa kalkacak gücümün olmadığı bir gece, çok gaz ve dayak yemişken haberleştik. Gezi'ye çıkan merdivenlerde oturuyordum. Telefonda tarif ettim olduğum yeri, geldi, tam önümde duruyor ama daha önce de görmedi tabi beni, tanımıyor. E bir de kalabalık. Böyle elimi falan sallıyorum telefonda da bak işte buradayım falan derken, yerimden kalkamıyorum da ama. Böyle 3 adım atsam yanındayım fakat kalkamadım. Ben otururken buldu beni sonunda, el verdi sonra, kaldırdı sağ olsun  Bir de sonra birbirimizi merak etmeye başladık tabi tanıştıktan sonra. Orada telefon da sorunlu bilindiği gibi; her olaydan sonra birbirimize ulaşmaya falan çalışıyoruz, güzel şeyler bunlar.

Erzak büfelerinden bahsedeyim. Sorumlularından olduğum için buradan biraz bahsetme hakkım var bence. Duydunuz belki ya da gelip gördünüz; bedava gıda - su - maske - battaniye falan dağıtılan noktalar var park içinde. Müthiş bir yardımlaşma var, kimse eli boş gelmiyor neredeyse. Kuru gıdadan sıkıldık diye mutfak da kurduk artık. Yemek pişiyor yani artık parkta. Dün mercimek pilavı ve barbunya pişti mesela. 24 saat bedava ve sıcak yemek de var parkta. Sadece tek sorun bize para veren direnişçiler. Elbette iyilik yapmak istiyorlar, sahiden kızmıyorum, haddimiz değil kızmak. Fakat para veriyorlar yardım için. Güzel de paralar veriliyor. 50 liralar, 100 liralar falan havada uçuşuyor. Fakat bu problem. Bir kere o büfelere erzakları halk getiriyor, biz gidip almıyoruz. Zira biz de halkız zaten, nöbet nöbet yer alıyoruz oralarda. O para rahatsız ediyor bizi. Doğru harcayamayız, yanlış anlayanlar olur diye rahatsız ediyor. Dün 2 saat erzakta nöbetim vardı, 1.000 liraya yakın para verildi, düşünün artık. Bu nedenle para vermeyin. Biz zaten ihtiyaç listelerini asıyoruz oraya, onlardan alıp gelin ertesi gün. Para strese sokuyor bizi, dün bir adam 200 lira verdi bana ben su taşırken, aklım gitti, büfeye gidene kadar parayı cebime bile koyamadım uzaktan izleyen biri cebime attım zanneder diye. Bir de su demişken; dün Divan Otel 300 koli su verdi bize, teşekkür ederim şahsım adına kendilerine.

İhtiyaç listeleri dedim, ne lazım yazayım; dijital olmayan klasik tansiyon aleti, yağmurluk, battaniye, suni göz yaşı damlası. Bana göre eksik olanlar bunlar, illa bunlarla gelin demiyorum elbet, diyemem de zaten fakat bunlar da lazım işte.

Türbanlılara saldırdığımızı söyleyen itler varmış. Bu dedikoduyu duymasam bundan bahsetmeyecektim ama yazmak zorunda kaldım. Namaz kılınıyor parkta. Namaz vakti geldiği zaman biz namaz kılmayanlar kol kola girip çember oluşturuyoruz namaz kılan arkadaşların etrafında; hem namazlarını rahat kılsınlar, önlerinden falan kimse geçmesin diye, hem de fotoğrafları çekilmesin diye. O namaz kılan arkadaşların fotoğraflarının çekilmesine izin vermiyoruz zira kendileri istemiyor. Şov yapmadıkları için, dertleri sadece o an namazlarını kılmak olduğu için istemiyor, etraflarında olan çember de izin vermiyor fotoğraf çekenlere. Fotoğraf olmadan inanmayan varsa buyursun gelsin parka.

Kumar oynuyoruz parkta. En büyük kumar oyunumuz uzun eşek. Kaybeden gidip ihtiyaç listesini almak zorunda. 100 liralık bir liste çıkarıp oyunu başlatıyor, 5'er kişilik gruplara ayrılıyoruz. Kaybeden ekip 20 lira verip kurtulamıyor, gidip alıp gelmek zorunda o listeyi. Bu uzun eşek gruplarına girmek için uzuuun bir sıra olduğunu da belirteyim.

2 tane kayıp eşya bürosu kurduk. Bir tanesi mutfağın orada, diğeri parkın çıkışında. Telefonları almayan gelenlerden son sms'lerden 1 - 2 tanesini söylemesini istiyor, bildiği zaman veriyoruz telefonunu. Cüzdanlardan aynı şekilde. Para için aynı şey geçerli değil ama maalesef. Böyle tomar tomar para değilse elimize geçen, yerde bulunan 20 tl falan geldiği zaman onu harcıyoruz valla, dün gidip 20 kilo mercimek aldık misal o paralardan birazıyla. Helal edin lan.

Kütüphane kurduk yine, "Çapulcu Kütüphanesi" adı. Bir sürü kitap oldu. Siz de kitaplarla gelebilir ya da gelip bizden kitap alabilirsiniz. Kimlik falan almıyoruz kitap karşılığında ama kitaplarımızı geri getirin bak.

Parkın içinde kalma olayından bahsedeyim biraz. Ben parka çok yakın bir yerde, Divan Otel'de kalıyorum. Bu nedenle parkta uyumadım 1 gece dışında. O gece de halim kalmamıştı otele gidecek, "Şurada azıcık dinleneyim, sonra giderim." dedim ve yattım bir ağacın altına. Hiç tanımadığım bir kız gelip battaniye örttü üstüme. Kafamı kaldırdım, gidiyor. Tebessüm etti, tebessüm ettim, sonra hop yattım yine. 15 dakika sonra da yine tanımadığım bir ekip yatak getirdi. Böyle gerçek yatak ya. Onlar da teşekkür falan beklemeden gitti. Çok teşekkür lafı geçti, belirteyim; yardımlara pek teşekkür edilmiyor. Siz erzak büfesine gelip 2 torba simit veriyorsunuz mesela, onu ben elime alır almaz arkasını dönüp gidiyor getiren kişi. Şükran beklemiyor yani kimse yaptıkları için, yapılması gerektiğini yaptığının farkında herkes. Bir tek o gece parkta yattım işte, o kadar şey getirenlere ayıp olmasın diye. Ben ki sevgililerime sırtımı dönmem uyurken. Beraber uyuduğum insan sayısı çok çok azdır hatta. Yalnız yaşadığım evimde bile odamın kapısını kilitliyorum uyurken, otelde kaldığım zamanlar otel kapısının arkasına falan dolap çektiğim zamanlar var. Fakat binlerce kişiye sırtımı dönüp uyudum o gece, düşün artık parkın insana nasıl bir güven verdiğini.

Tunay Bozyiğit parktaydı 2 gece önce. Meydandaydı hatta. Tek başına kalabalığa bakıyordu. Onunla ettiğim 15 dakikalık sohbet tüm yorgunluğumu alıp götürdü. Direniş için bir şiir yazıyor, marş yapacağım dedi. Bekliyoruz merakla.

Güzel şeylerden bahsetmeye çalıştım şu ana kadar. Şimdi her ne kadar çok istemesem de kötü şeyleri anlatayım biraz.

Dolmabahçe'ye iniyoruz bazen. İnenlere kızan arkadaşlar var, kal işte parkta diyorlar. Bir kere parkta sürekli kalmanın, müdahale olmadan rahat rahat kalmanın bizi zayıflattığının farkında değiller toplum nazarında. Öcalan posteri açan itler bile oldu orada geçtiğimiz günlerde, indirene kadar canımız çıktı. orada. Rahat batıyor yani bize. Kendi altımızı oymaya başlıyoruz müdahale olmayınca. Tek neden bu değil ama inmemiz için. Gezi sonrası başlayan bir çok olay var ülkede ve polis muazzam şiddet uyguluyor o insanlara. Hatay, Ankara, İzmir ... Antakya'da ölen bir direnişçi varken parkta halay çekmek çok mutlu etmiyor beni. Biz de iniyoruz. Polis "Ne istiyorsunuz lan, gelmeyin artık." diyor, "Ankara'da çocukları dövmeyi bırakın." diyorum mesela ben, birisi Hatay'ı diyor ... Dövüyorlar sonra. Gaz atıyorlar. Su sıkıyorlar.

Dün yağmur geliyor diye branda yaptık ilaçların üzerine. Ha bu arada branda lazım bir de. İp de lazım. İpi kesmek gerekti, bıçak bulamadık. Binlerce insanız, 10 dakika ipi kesmek için bıçak aradık, bulamadık. Bir kız törpüsü ile ipi kesmeye çalışıyordu, düşün artık. Savaşmıyoruz yani biz, törpüyle savaş olmaz.

Biz polisle çatışmaya bu yüzden devam ediyoruz. Farklı şehirlerde arkadaşlarımız düşerken kendi kurtarılmış bölgemizde eğlenmek hoş gelmediği için. Şimdi halkın malına zarar vermeden bahsedeyim biraz. Polise taş atmaktan bahsedeyim. Çok sert müdahale ediyorlar. Yaralıları çıkarmamıza izin vermiyorlar. Yaralı arkadaşları taşıyanlara bile gaz atıp elimizden adamı düşürtmeye çalışıyorlar. E sinirleniyoruz. Lan çok sinirlerimiz bozuluyor, anlatamam sahiden. Daha 20'li yaşların başında bir kız "annecim, geliyorum annecim, annem ölmüştü, geliyorum annecim." diye ağlıyordu 2 gün önce biz taşırken. E aklımız gidiyor işte öyle olunca. Derdimiz duraklara falan zarar vermek değil ama şuurumuzu kaybediyoruz yani, o öfkeyi kontrol etmek güç oluyor.

Eklemeden olmaz, evlerini - apartman kapılarını bize açan insanların yanı sıra bir de apartmanlardan aşağı sepet sallandıran, poşet sallandıran ve bunların içine sirke - süt - limon - hatta yemek koyan insanlar var müdahale esnasında, varolsunlar.

"Bu biber gazı değil, başka gaz." diyorlar. Bence yalan. Bence şöyle yalan; daha önce biber gazını yakından yemeyen insanlar ilk kez yakın yedikleri zaman söylüyor bunu. Önceden sadece gazın rüzgarla gelen etkisine maruz kalıp onu biber gazı zanneden arkadaşlar kapsül ayakları altında patlayınca elbette onun başka bir şey olduğunu düşünüyorlar. "Nefes alamıyordum, ölüyorum sandım, gözüm görmedi, bayıldım." falan diyorlar. E biber gazı o işte zaten. Aynı anda gazı yiyoruz, biber gazı o yediğimiz, zira tecrübeli sayılırım azıcık. Fakat yakınımdaki dostlar hemen "Bu biber gazı değil." demeye başlıyor. O biber gazı aslında hocam, yakından yendiği zaman etkileri tam olarak bu. Gazı yediğimiz yerle gözümüzü açtığımız yer arasında 300 metre falan oluyor genelde, insanlar yardımcı ola ola taşıyor seni arkaya. İsteklerimizden birisi bu hatta, biber gazı kullanımının yasaklanması. Dediğim gibi, bu direniş hakkında kesin açıklamalar yapmak kimsenin haddi değil ama anket yaptık alanda, istekleri belirlemek için, herkese sorduk. Tepeye oynayan cevaplardan biri bu, biber gazı yasaklansın. İsteklerimizi sunduğumuz zaman bu istek içinde olacak.

Derdimiz kendini Tanrı zanneden adamın kanını akıtmak. Onu mağlup etmek. Tayyip "ben ne dersem olur." havasından çıksın diye parktayız. Biz kazanacağız. Bazı romantik arkadaşlar gibi istifa falan beklemiyorum ben. Fakat geri adım atacak. Gezi Parkı projesi duracak mesela, o zaman kaybetmiş olacak işte. Onun da mağlup olabileceğini göstereceğiz. Elbet ölmeyecek ama kanı akacak, ölümsüz olduğu - mağlup edilemez olduğu düşünülmeyecek artık.

Şimdilik bu kadar yazacaklarım.
Elbette daha çok var fakat yazı çok uzun oldu, sıkılmasın kimse. Bugün dinleniyoruz dediğim gibi, yarın yeniden oradayız. Müdahale olursa bu gece de oradayız ama, sanılmasın ki insanlar çekildi. İnsanlar çekilmiyor, bacaklarındaki morluklar geçsin, burun kanamaları dinsin diye dinleniyor. Fakat densizlik yapıp da müdahale etmeye çalışırsanız pat diye oradayız yine, acımızı da hissetmiyoruz üstelik o aman.

Son bir şey; "Zıpla zıpla zıplamayan Tayyipçi." diye bir slogan var. Bunu çok yapmayın. Ah dostum çok rica ediyorum. Adım atacak hali olmayan insanlar var aranızda, yapmayın lan. Zıplatmayın bizi.

Gezi Parkı'ndan, Taksim'den sevgiler.

Ankara'dan, İzmir'den, Hatay'dan, Sinop'dan,
Dersim'den, Muğla'dan, Eskişehir'den sevgiler.

Bu daha başlangıç, mücadeleye devam...

......................................................................................................................................


Gezi Parkı hakkında yazmaya geldim yine.

Bu kez güzel şeyler değil fakat yazacaklarım. Maalesef değil.



Bir kere parka dair yanılgıları anlatayım dilim döndüğünce.
Parkta yaptığımız şeyin adı "Eylem" değil artık. Orada olan şeyin adı "İşgal" olmuş durumda. 10. gün bitti. 10 koca gün. Ve biz bir şey yapamadık. Bir şey kazanmayı bırak; doğru dürüst bir şey bile isteyemedik. Bakın, çok önemli bu nokta, bizim isteklerimiz bile belli değil daha. Ve maalesef eylem düşüş sürecine girdi artık.

Daha önce de belirttim, kendi gözlerimi anlatıyorum ben neredeyse sürekli parkta kalan biri olarak. Düşüş sürecine girdi dedim, neden öyle dediğimi anlatayım. Bıktık bir kere. Yorulduk artık. Her sabah "Gündoğdu Marşı" ile uyanırdı Gezi, bu sabah söylenmedi. Söylense bile çok cılızdı. Belirsizlik bizi yoruyor, yordu. Polis müdahalesi olmadıkça daha da çöktük.

Biz o parkı işgal etmek için mi geldik yoksa parkı halka kazandırmak için mi? Her yere çadırlar kuruldu, her yere. Parkta oturacak yer kalmadı, yürünmüyor. Parkta meydan bile kalmadı doğru düzgün. Direnişçi çadırlarını hadi bir nebze anlarım ama nerede bir siyasi parti var, bir dernek var, bir örgüt var; çadır kurdu parka. Işıklandırdılar çadırları. Her yerdeler. Sodep, Ödp, Tkp, Edp, Dsip ... niceleri daha. Dostum hani siyasi değildik? Parkı işgal ettiniz bildiri dağıtımı yaptığınız çadırlarınızla, oturacak yer kalmadı. Ben senin bildirini almak için mi geliyorum oraya? Senin propagandalarını dinlemek için mi geliyorum? Yahu arkadaş dün gece saat sabahın 4'ü, gelmiş bana bildiri veriyor Ödp. Tayyip şöyle yapıyor, Akp böyle yapıyor ... direnelim... Lan saat zaten sabahın 4'ü, kıçımızı koyacak yeri zor bulmuşuz, bırak yatmayı. Ben bunları bilmiyor olsam ne bok işim var orada o saatte? Adı duyulmamış, unutulmuş, mazide kalmış ne kadar "Sol" parti varsa kendi reklamı peşinde, bok oldu park.

Üstüne basa basa "Sol" dedim, açıklayayım.
Hani "Her kesimden herkes orada." var ya, heh işte, o artık değişti.
"Her kesimden herkes orada-ydı." 
Artık değiller.

Öcalan posteri açan şerefsizler var çünkü parkta, sayıları hiç de az değil. Bir gece dolaşan kişi en az 5 tane görür o şerefsizin fotoğraflarını. Bdp'nin ihanetine uğruyoruz. Çözüm sürecindeki dostları Tayyip'e yardım ediyorlar orada, sırf ona yardım etmek için geliyorlar oraya, başka açıklaması yok. Dün gece eşek kadar pankart açtılar "İmralı'dan Gezi'ye selam var!" diye. Eksik olsun o orospu çocuğunun selamı. İndirtemiyoruz da o fotoğrafları. Bize kızan kim varsa kendi adıma özür diliyorum o pankartlar - afişler - posterler için. Başaramıyoruz ama. Gelsinler, beraber deneylim. Bir kere yedim Bdp'li dayağı, tekrar yemek gerekirse yine yerim, dert değil. Gezi'de görüştüğümüz arkadaşlar gördüler zaten ne halde olduğumu, dayak arsızı oldum, yine yerim. Ama işe yaramıyor. 2 - 3 saat uğraşıyoruz bir Öcalan posteri indirtmek için. Müzakere ediyoruz, konuşuyoruz, tartışıyoruz, kavga ediyoruz ... iniyor poster, en az 2 saatlik uğraş sonucu. E 10 dakika sonra tekrar kalkıyor? Ne yapalım biz? Yok mu yapacak bir şey? Var. Oraya geldiklerine pişman edebiliriz onları, o şerefsizin posterlerini bu arkadaşların görünmeyen yerlerine koyup gönderebilecek kişiler var parkta. Ama o zaman da zaten hazırda bekleyen medya "Eylemciler birbirine girdi." diyecek. Demeyecek mi? Diyecek. Tamamen düşeceğiz o zaman. Biz arada kaldık. Orada olan herkes arada kaldı. Dün gece sabahladım, bu sabah ayrıldım, tüm gece boyunca konuştuğum ki varsa, 100 insandan 100 tanesi de rahatsız o posterlerden. Ama süreci anlattım işte size, kan çıkarmadan gitmeyecek densizler. O zaman da eylemciler kötü olacak herkesin gözünde.

Her kesimden insan var-dı.
Artık yok. Solcular var artık sadece.
Ben ilk polis dayaklarımı yerken ülkücü dostlar da vardı yanımda. Ben zafer yaptım, onlar bozkurt yaptı, beraber gaz yedik, birbirimizi taşıdık. E ama gitti artık bu adamlar. Günlerdir yoklar. 500 tane Bdp'liyi tek ülkücüye değişmem ben. Bugüne kadar ülkede bir bok beceremeyen solcular gelip bok ettiler bu olayı. İlk gün orada ağaçlara sarılan, dertleri sadece doğa olan, ağaçlar olan 19 kişi var, hala parktalar. Onlardan özür diliyorum. Geldik ve bok ettik onların davasını, onların mücadelesini. Solcular olarak neye el atsak boka dönüyor zaten Bukowski'nin dediği gibi. Özür dilerim hepsinden.

Bugün miting var.
Yok milyonlar toplanacakmış, şimdi değil de ne zamanmış.
Meydanda parti otobüsü istemiyoruz hocam biz. Ben istemiyorum. Ben orada 10 gündür konuştuğum binlerce kişiden kimse istemiyor. Getirip durmayın şu partileri, bildirileri, dandik gazetelerinizi. Ben yokum bugün mitingde, gelmiyorum. Sabaha kadar da hiç uyumadım zaten, at gibi uyurum geceye kadar, gece kalkıp gelirim yine.

Her yerde Gezi Parkı'nın istekler yazılı.
Kafasına esen parti - örgüt - dernek parkın isteklerini yazdırmış afişlere, asmışlar parka.
Hepsi farklı birbirinden, biri diyor kalk gidelim, diğeri diyor bok yeme otur.
"Anayasanın Gezi Parkı'nın temsilcileri ile yeniden yazılması." diye madde gördüm be istekler arasında. Böyle bir örgüt bastırmış afişe, asmış oraya. Ruh hastalarına bak, anayasa yazılacakmış Gezi temsilcileri ile beraber. Yavrum sen kimsin? Gezi temsilcileri kim? Yahu orada yaşıyorum ben, benim neden haberim yok? Temsilcimiz mi var bizim? Bizim ne istediğimiz bile belli değil yahu.

7 maddelik liste sunulmuş.
Kim sundu - kime sordu - maddeleri kime sordu bilmem fakat bok kabul edilir. Gezi'de olan kalabalık fazla büyümüş onların gözünde, öyle bir sürü vali - emniyet müdür görevden aldıracak kuvvetimiz yok bizim, bırakalım kör bakmayı. Bunların yüzünden de mağlup olacağız. "Gezi Parkı Projesi İptal Edilsin" de bit işte. Yetsin bu şimdilik. Ama yoook, yıllardır görmediğin kalabalığı sana geldi zannettin ya, hemen rant bekle, haysiyetsizler. O maddelerden hepsi kabul edilmediği zaman yine mağlup sayılacak o halk. Lan tamam Tayyip'e karşıyız falan da karşında da devlet var. Devlet bu. Sen ise işgaldan başka bir şey yapmıyorsun, orada eylem falan yok, çingene panayırı artık orası, işgal ettik bittik halka açacağız dediğimiz yerleri, milletin kafa çekip çekip sızdığı çadırlar dolu etraf, Ankara kan ağlarken halaylar çeken densizler dolu.

Bir de barikatlar mevzusu var.
Hani polis oraya giremez konuları.
Polis bizi yavru kediler gibi dağıtır oraya girse. Yaptığımız 10 barikatın 8 tanesini aşmak bir panzerin 3 dakikasını almaz. Diğer 2'si de 5 dakika ya sürer - ya sürmez. Hayatında panzer görmemiş, Toma'ya panzer diyen adamlar gaza geliyor orada. Google'a yazıp bakalım panzer nedir. Bir de barikatlara tekrar bakalım sonra. Polis kendi girmiyor oraya. Giremiyor değil, girmiyor. Ya parkta çok çocuk var, bebek var, ihtiyar var diye ya da bunlar nasıl olsa kendi kendi yiyecek diye, bilemiyorum. İkisi de yatıyor benim aklıma.

İstisnasız her sabah kavga var.
Kadınlar - erkekler - gruplar. Promil sınırını aşan herkesin bir kavgası var. Tuvalet sırasında, yemek sırasında, yer sorununda ... revire durmadan hasta taşınıyor. Ya alkol koması, durmadan kusanlar ya da kavga edip bir yerleri parçalanan tipler. Polis gelmese bile revir çalışıyor yani. Toz pembe değil orası. Dün ilk kez yemekte kavga çıktığına şahit oldum. İnsanlar yemek kalmadı diye yemekhaneye laf atmaya - bağırmaya başladı. Hani şu bedava yemek dağıtılan yer, oradan bahsediyorum. Hani herkesin gönüllü çalıştığı, halkın getirdiği malzemeler ile o sıcakta ateş önünde yemek pişiren arkadaşlar; heh işte onlara bağırıyorlardı "Madem yemek kalmayacak söyleyin lan, ne diye sıra beklettiniz!" diye. Birbirlerini dövüyorlar olmasın diye ağzının orasına çarpamıyorsun da.

Eskiden içkileri toplardık.
Artık olmuyor zira sayı inanılmaz çoğaldı, hem içen grup sayısı hem de alınan alkol miktarı. Bunlar çoğalınca biz de etkisiz kalıyoruz. Halkındır burası dediğimiz yeri halktan da aldık; ortaya karpuz kesip rakı içiyoruz. Bak sahi ya; rakı masası falan kuruluyor.

Bizim bir liderimiz yok.
Bize bir lider lazım.
Mehmet Ali Alabora oynadığı banka reklamları yüzünden,
Zülfü Livaneli geçmişindeki Chp vekilliği yüzünden,
Sırrı Süreyya Önder de Öcalan'a yakınlığı yüzünden istenmiyor.
Bize; bizi bir parti altında falan toplamayacak, teşebbüs etmeyecek, sadece Gezi'yi temsil edecek biri lazım ama bulamadık, çıkaramadık. Her parti rant peşinde koşup böldü de böldü bizi, her kafadan ayrı istekler çıktı. Gir parka, dolaş, en az 50 tane farklı istek var altında farklı partilerin adı olan afişlerde. Oradan bir siktirip gitseler çok daha güzel olacak aslında.

Sıcak bira içiyorlar.
Bunca yıllık alkolik adamım ki aslında değilmişim bak 10 gündür ağzıma sürmedim; lan arkadaş sıcak bira içeceğime bamya suyu içerim ben. Hayatımda hiç bamya suyu içmediğimi ve bamyayı masada dahi görmeye dayanamadığımı da belirteyim. Öyle lanet, öyle iğrenç bir şey sıcak bira. Hele ki o sıcakta. Dertleri o biradan zevk falan almak değil yani. Kafayı bulup ona buna yavşamak. Etraftaki insanlara bak biz içiyoruzu göstermek. İnsan başka türlü sıcak bira içmez çünkü. Güzel güzel konuştu bu sabah bir abi, 6 gibi. Başka bir grupla alkol hakkında konuşurken bizim yanımızdan bir kadın atladı. Bizim Tayyip'den ne farkımız kalırmış yasak dersek, o birasını içip Şerefine Tayyip demeye gelmiş oraya. Hemen arkamda sabaha kadar içip içip, 4 gibi sızıp, 6 gibi uyanınca "Bira var mı?" diye sorup o saatte yeni birasına da başladığını belirteyim bu ablanın. Adam da o kadar naif anlatıyor ki derdini özür dileye dileye. Ama abla sarhoş. Ki dediğim gibi adam taa karşıyla konuşuyordu, lafa atladı bu. Sarhoş ama, laf anlamıyor. Yasaklayamazsınız diyor. Artık en sonunda "Biz yasak demiyoruz, öneri sunuyoruz. Ne kazandık ki kutluyoruz?" dedim ve abla utandı, elinden bira şişesini bırakıp usuuuulca kafasını önüne nah eğdi. Cak cak konuşmaya devam etti yine. Umursamadık artık, ne yapalım. Ne yapalım yani? Sen söyle cidden, biz ne yapacağımızı bilemiyoruz, sen söyle onu yapalım.

Sabah çöp toplayan ekip ilk kez sinirliydi bugün.
Kırık bira şişesini temizlemekten yoruldular. Yerlerden izmarit toplamaktan sıkıldılar. Artık çatlak sesler yükseliyor, görün bunu artık.

Ki işin diğer tarafına geleyim; maddi külfet.
Hadi ben işverenim, işi bırakıp geldim. Millet yıllık izninden kullandı geldi ama oraya, izinler bitiyor. Öğrencilerin finalleri - bütleri başlıyor. Taksim'e ulaşmak kolay değil, ülke gibi şehir İstanbul, insanlar her gün en az 20 lira ulaşım parası veriyor. "Paramız kalmadı akbil doldurmaktan" laflarını duymaya başladım ben çok kişiden. Paralar bitiyor, izinler bitiyor, akbiller bitiyor ama hala bizim ne yaptığımız belli değil, toplan dur.

Ankara kan ağlıyor dün gece, onca arkadaşım gözaltına alındı, oralardan doğru etrafa ulaşıp numaramı vermeye, partiden vekillere falan ulaşıp gözaltından adam almaya çalışıyorum ben ama bizim orası halay çekiyor. Anca halay, bir bok yok başka. Gidip dedim artık, yahu dedim diğer şehirler bizim başlattığımız direnişte kan kusuyor, Ankara perişan, bırakın halayı. "Halay eylemin namusudur, halay durmaz." diyor bana hadsiz. Halay için anayasa falan yazılmış demek.

Dilek balonu denen bir bok var, o moda oldu.
Yak gitsin. İşaret fişeği, yolla gitsin.
Gece beraber kaldığımız çocuklar anlatıyor ki çiçek çocuklardı cidden, muazzam insanlardı hepsi, beni de eklediler, buradan sevgi - saygı sunuyorum onlara. 1993 doğumlu birine saygı sunacağım aklımın ucundan geçmezdi fakat Haliç Üniversitesi Elektrik - Elektronik Mühendisliği okuyan Ozan; eleman cidden hak ediyor. 93'lüyüm dediği an lan dedim acaba 3 gündür uyumadım diye mi sohbet edebiliyorum bununla diye düşündüm. Sabaha kadar inanılmaz güzel sohbetler ettik. Limonata, kola içtik. Emre vardı yine aynı bölümden, keza o da muazzam çocuk. 
Ne diyordum, dilek balonu. Ozan anlattı; elemana demişler ki; hocam, rüzgar da yok, atma parkın içinde. Ama dana dinlememiş, parkın içinden dilek balonu göndermiş. O da ağaca takılmış, yakmış ağacın dallarını. Az kalsın ağaç yanıyormuş, parkın Divan Otel çıkışına gidip bakın. E şimdi biz ne yapalım bu tiplere?

Park düşüyor. Park işi sadece laylaya vurdu. Gece 2'den sonra zor yürüyor insanlar alkolden.
Hiç bir şey kazanmadığımız halde kazandık havalarına girdik.
İşin kötüsü kazandık havasından bile sıkıldık artık. O bile bitiyor.
Gezi düşüyor. Gezi bir tane bile olası bir istek belirtmeden dağılmak üzere.

İy şeyler yok mu?
Az da olsa var.
Bir kere dün gece beraber sabahladığımız bir arkadaşım var buradan, çok çok severim kendisini, yine kendisi belli etmek isterse kendini yazar. 6 - 7 kişilik bir grup çok güzel vakit geçirdik sabaha kadar.
Selçuk ve eşi var bir de.
Karşımda çadır kurmaya çalışıyorlardı. Gidip fener tutayım dedim, dedi abi ben çadır kurmasını da bilmiyorum. E dedim ben de bilmiyorum. Başladık uğraşmaya. Sonra yukarıda bahsettiğim Ozan geldi işte, 6 elimizle bir çadırı doğrulttuk. Süper insanlardı.

Taksim Point Hotel var.
Oteli aradım 1 - 2 saat önce, bir görevli adı aldım. Ardından farklı şehirlerde nazımın geçeceği arkadaşları aradım, o şehrin meşhur neyi varsa otelin personeline gönderdim. Kastamonu'dan çekme helva, İzmit'den pişmaniye, Afyon'dan kaymak, vs ... arkadaşlarım o otelin personeline kargo yaptı.

Zira otel bize kapılarını öyle bir açtı ki; otel resmen bizim.
Lavabo sorun orada, özellikle kadınlar için. Fakat adamlar 3 katta 3 lavabo açtılar, lobileri bize bıraktılar, her yere uzatma kabloları ile çoklu fiş çekmişler, şarj ettik telefonları. Tuvaletler sürekli temizlendi. Gece bir ara gittiğimizde kağıt havlu olması gereken yerde tuvalet kağıtları vardı ve "Kağıt Havlumuz Kalmadı - Kusura Bakmayın." diye not yapıştırmışlardı. Lobinin koltuklarında uyuyordu direnişçiler. O oteli sevelim. Tuvalete her geleni otel müşterisi gibi karşılıyorlar, öyle "iyi hadi geç geç." havaları asla yok. Müthişti.

Başka da bir şey yok aslına bakarsak.
Yardımlaşma yine var, azalma yok.
Saygı yine var, taciz yok, hırsızlık yok.
Fakat yukarıda yazdıklarım gerçek. Beni azıcık bilirsiniz, laf saklayan adam değilim ben, ne görüyorsam, ne düşünüyorsam onları yazdım. Konuştuğum insanların çoğu da katılıyor düşündüklerime.

Polis lazım bize.
Rahat bize battı.
Gezi bok oluyor, 2 - 3 gün önceden haber vereyim.

Öyle şeyler yazdım ki; sanılmasın vazgeçtim Gezi'den.
Evet, aklım Ankara'da. Orada var mücadele, burası gibi panayır yok.
Fakat başladığım işi yarım bırakmam artık, Gezi'den dönmem. Sadece bugün miting var diye yokum, kızıyorum partizanlık olunca fakat gece yine oradayım. Yarın gece. Sonraki gece.

Gezi'ye ilk giren değilim, direnişe ilk katılan değilim o parkta fakat söz veriyorum, son çıkanlardan olacağım. Ama acilen bir lider seçip, sadece Gezi için siyasi çizgisi olmayan bir lider seçip; mantıklı, devletin kabul edeceği istekler sunmazsak kaybetmek üzereyiz.

Moral bozmak isteyeceğim en son şey.
Fakat yalan yere ümitlendirmek daha kötü moral bozmaktan.
Acı gerçekler iyidir tatlı yalanlardan.

Biz burayı bok ediyoruz, evden çıkın, gelin, burayı kurtarın bizden.
Biz beceremedik, beceremiyoruz.

Orada bir çok insanla tanıştım beni sadece John olarak bilen.
Onlara söyledim adımı elbet tanışırken, bu yazı da gerçek adımla bitsin madem.
Gezi'den sevgiler.

......................................................................................................................................



Bir süre için yazacağım son yazı olabilir bu. Zira anlaşamıyoruz pek arkadaşlarla. Arkadaşlarla anlaşmak bir yana; ben de çok başarılı cümleler kuramıyorum. Çok fazla irdelenmiş dün yazdıklarım, binlerce kişi paylaşmış, sözlükler, haber siteleri haber yapmış. Haliyle olumsuz bir yazıya dönüşmüş aslında iyi niyetle yazdığım şeyler. Dediğim gibi; cümlelerim öyle çok başarılı değil, cımbızla alındığı zaman elbette olmadık anlamlar çıkar arasından, bilgisayar başında hiç üzerinden geçmeden yazıp gönderiyorum, yazılarımı inceleyen dil bilimcileri falan yok, pat diye paylaşıyorum.

Dün yazdıklarım ki kendisi bir önceki gönderi oluyor; bir eleştiri - bir istek - bir arzu yazısı değildi, önce bunu belirteyim. Bu profilde benden haber bekleyen arkadaşlar var Gezi'ye gelemeyen. Ben Gezi'ye geldiğim ilk günden bu yana onlara haber vermeye, orayı anlatmaya çalıştım. Dün yazdığım şeyin amacı da buydu, olanları anlatmak. Zira Seden var burada, Bedia var, Alican var, Kerim var, Gülnur var ... Gezi'ye gelmeyi isteyip de gelemeyen arkadaşlarım var. Onlar yaz dedi bana, ben de sadece onlar için yazıyordum, onlar gibi onlarca arkadaşım için. Dün yazdıklarım sanılmış ki Gezi'ye isyan, Gezi'ye veda falan. Dediğim gibi, farklı bir hal almış onca paylaşılınca. "E bunları yazdın da ne istiyorsun?" sorusu gelmiş sık sık, ben bir şey istemek için değil işte, arkadaşlarıma haber vermek için yazmıştım onu. İstediklerim sorulursa da parkta anlatırım yapılan toplantılarda.

En çok eleştiri alkol karşıtı olduğum için, orada içenlerden, kırık bira şişelerinden, halkın eylemciler için getirdiği meyveleri meze yapanlardan şikayetçi olduğum içi gelmiş. Yasakçı zihniyet olmuşum. Orası özgürlükmüş, orası kuralsızlıkmış, orası direnişmiş. Profilime 10 saniye bakan insan fotoğraflardan anlar ki alkolik adamın tekiyim ben, Gezi başlamadan önce başımı kaldırmazdım alkolden. Onları yazarken asıl söylemek istediğim şey şuydu benim; ileride özgürce alkol alabilmek için, alkol yasakları olmasın diye, her içen alkolik diye yaftalanmasın diye, her içen ayyaş olmasın diye; Gezi'de içmemek lazım. Bu direniş başarılı olsun istiyorsak, ileride içebilmek istiyorsak şimdi içmemek lazım. Sahiden anlamıyor musunuz beni yoksa ben beceremiyor muyum anlatmayı?

Dilek balonu ağaç yakıyordu diyorum.
Alkolle hiç mi ilgisi yok bu durumun? Parktaki festival havası ile hiç mi ilgisi yok? Ayık insan onca ağaç içinde alevli bir balonu atar mı? Hadi o attı; diğer ayıklar izin verir mi? O ağaçlar yansaydı? İtfaiye gelecek yol yok, barikat etraf. Hadi yol var diyelim, e gelmez ki itfaiye, bırak yansın der devlet. Şantiye araçları yandığı gece geldi mi sanki? Ya yansa o ağaç? Ya yangın çıksa parkta? Yahu arkadaşım, ya yaksak biz parkı? "Gerçek eylemciler bunlar değil." diyorsunuz, tıpkı "Gerçek islam bu değil." diyenler gibi. E o değil - bu değil, hangisi? Bizim bundan başka kaybedecek neyimiz kaldı? Bu direniş parkın yanması sonucu biterse ne olur biliyor musunuz? Kıçıyla güler bize herkes, sokağa çıkacak yüzümüz, ben Gezi'deydim deme yüzümüz kalmaz. Bir daha asla ciddiye alınmaz direnişlerimiz, tepkilerimiz.

Bu direniş bizim son şansımız, farkında değilsiniz.
Son şansımızı teslim edeceğimiz eller ayık insanlar olsun istemez misiniz?

Lider lazım demiştim, o da yanlış anlaşılmış.
Ya da bok atmayayım millete, belki de ben çok uykusuzken kuramadım doğru cümleler.
Yazıda da üstüne basa basa "Park için lider." dememe rağmen tekrar açıklayayım; bana hangi partiye oy vereceğimi söyleyen lidere ihtiyacım yok, istemem. Ben park için lider ya da liderler diyorum. "Şu saatten sonra alkol olmayacak." diyecek mesela. "Parka alkol satan seyyarlar girmeyecek." diyecek. Biz de uyacağız ona. Büyük bir kitle uyacak. Zira hemen herkes aynı şeyleri söylüyor orada fakat kimse kendine layık görmüyor Gezi'ye dair karar almayı, benim de görmediğim gibi. Herkesin ortak buluştuğu bir lider sadece park için karar alsın dedim ben, bir daha okuyun mümkünse diğer gönderide yazanları. Hatay'da çocuk ölürken çekilen halayları durdursun dedim.

Bdp ve Öcalan konusunda söylediklerim yine eleştirilmiş.
Ötekileştirmişim, ırkçılık yapmışım, insanları ben ayırmışım, bölücülük yapmışım.
Türkiye'nin büyük bir yüzdesi için Öcalan nefrettir. Benim için de öyle mesela. Çok büyük bir kitleyi, bize sempati duyan, belki de aramızda yer alacak büyük bir kitleyi soğutuyorlar parktan. Biraz stratejik düşünmek çok mu yanlış? Belki ortada adam, Tayyip'e karşıtı ama halen o yönde aklı. Geliyor parka, görüyor o hali ... e gidiyor sonra. Mhp'ye - Saadet partisine. Belki yine Tayyip destekçisi olmayacak fakat ya olacak olanlar? Tayyip karşıtı adam parktan soğuduktan sonra Saadet'e gidecek ... e 1 yıl sonra Tayyip yine yakın gelecek ona. Ama bizim aramızda kalsalar, parkta kalsalar. Nasıl güzel bir kitlenin orada olduğunu görseler. Her yere kurulmuş alkol masaları, Öcalan posterleri buna engel oluyor işte. Olmuyor mu? Yahu arkadaşım, aynı şey için mücadele eden insanlarız, daha güzel bir gelecek, yasakcı zihniyetten kurtulacağımız yıllar için şimdi lazım değil mi yasaklar?

Seksist diyorlar bana.
Orospu kelimesini kullandığım için. Orospuları aşağılamışım.
Ben orospuları aşağılarım. O kadar da naif - hümanist bir adam olamam. Acil hastaya kanını satan adam ne kadar haysiyetsiz ise; orospular da öyle. Beden işçisi falan diyemem hiç, orospu orospudur, o kadar da iyi biri değilim.

Üstüne basa basa "Bunlar benim görüşlerim." dedim her yazımda.
Bu "benim görüşüm" lafı bunlar kesin doğrudur anlamına gelmiyordu. Ben "Bunlar benim görüşlerim, parkın değil." demeye çalıştım hep. Sadece kendi arkadaşlarıma konuştuğum için, haber metni yazmadığım, sadece tanıdığım insanlara anlattığım için kendi görüşlerimdi. Fazla dizginlemediğim, rahat rahat yazdığım görüşlerimdi. Dediğim gibi, onca paylaşım olacağını kestiremedim.

Dün yazdıklarımdan sonra beni arayan - mesaj yazan haber siteleri, gazeteler oldu. Röportaj falan istediler. Toplu bir cevap vereyim buradan; daha neler. Gezi hakkında konuşmak haddim değil benim. Dediğim gibi yazdıklarım bir Gezi değerlendirmesi değil, arkadaşlarıma haber verme amacı taşıyan bir yazıydı. Gezi hakkında haber yapacaksanız gidin Gezi'ye, muazzam çocuklar var, onlarla yapın.

"10 koca gün." oldu dememe takılanlar olmuş. Bu süre zaten çok azmış.
Gezi'ye "Tahrir Meydanı" diyorsan, Mısır Devrimi'ne bak. Kaç günde gelişmiş, kaç günde sonuca ulaşmış bak. 7 gün içinde Mısır'da neler olmuş bir bak. %10'unu yapabildik mi biz bir bak. 10 gün uzun. Öğrencilerin parası bitiyor, çalışanların izinleri bitiyor, lan sizin tarafımızdayım ben arkadaşım, düşüyor diyorum işte, ödevlerini yetiştiremeyen mimarlık öğrencileri ile, sınavları başlayan mühendislik öğrencileri ile bir konuşsana. Meydanda olan metroya inip akbil basan kaç kişiden boş sesi geliyor bir saysana.

Son kez tekrar ediyorum.
Gezi hakkında konuşma hakkı, genel fikirler beyan etme hakkı olan biri değilim. Söylediğim şeyler oradaki iradeyi yansıtmıyor. Ben arkadaşlarıma haber vermek için gelip yazdım hep burada, benim doğruları yazacağıma inanan insanları mahçup etmemek için de gizlemedim gördüklerimi. 

Beni sevin ya da sevmeyin.
Nefret edin benden, kızın yazdıklarıma.
Provokatör deyin, ajan deyin, Tayyip yandaşı deyin.
Ben 10 gündür orada sizinleyim, beni sevmiyor olsanız da sizinle olmaya devam edeceğim. Polis gelirse kaçmayacak, biri çağırırsa defalarca yaptığı gibi Dolmabahçe'ye inecek, bir gün biri akıl eder de orada olan herkese anket dağıtılır da istekler sorulursa en samimi cevaplarını verecek, gerekirse toplanan anketleri en samimi şekilde sayacak tayfaya dahil olacağım. Günlerce size erzak büfede Kasıt ile beraber erzak dağıttım, dağıtmaya devam edeceğim. Koli koli su taşıdım, taşımaya devam edeceğim. Devlet memuru arkadaşlara "Geride durun." dedim polisle çatışırken, onlar adına da direndim, direnmeye devam edeceğim. O parktan son çıkan olacağım, çıkarken de mutlu bakmak istiyorum parka, şehrime dönerken mutlu dönmek istiyorum. Bundandır tüm çabam, bundandır parka karşı öfkelerim.

Moğallar "Bir Şey Yapmalı" şarkısında şöyle diyor; "derin uykudaydım, sesine uyandım ... bir şey yapmalı!" Biz de bir şey yaptık, alana geldik, parka geldik, gaz yedik, direndik ...

Sonra şarkı devam ediyor ama; "birisi oy peşinde, öteki rant işinde... bir şey yapmalı!" ... Tekrar bir şey yapmalı arkadaşlar, yeniden bir şey yapmalı, kendi içimizde - kendimizi bitirmeden yeniden canlanmalıyız. Yok başka isteğim benim.

"Sen gelme ulan ayı." demişler bana.
Şu öğlen sıcağı geçsin, geleceğim. Zira kürk kalın, hararet yapıyor.