15 Ekim 2016 Cumartesi

bir sütlü manyak/cevher kara


seherle sürersin saçını zehre
bu ilmektir kimin için işlersin?
ilmek dedim, belki kuyuya kement?
güzel, rehâ vermiş görülmüş değil.

kornalar seni eriten taşlardır
bakışlı ağ, üzerinden inmeyen
bilirsin bilmelisin umut olmak
ümidi vermekten bile fenadır.

tiz bir sestir, titrer değdiğin çeper
çarparsın kirpiğinle deminlere
kulağına okursun yelkovanın:
"senin adın giyotin senin adın…"

yamacına bir taş atarsam iflah
olmam sensiz de senle de hiç
diyelim senin de gönlün var bende
varoluş bir saldır biz’i taşımaz.

pusulasızdır yola çivili göz
hava gözlem dolu, sırt ise soğuk
parmak titrer uzanırken çubuğa
çakmak nereye gitti sen de mi töz?

sâkin terki-i edepten gözlerin
çıkında en tatlı lokmam senindir
fakat işgüzarlık gibi olmasın
aç mısın, bu tikeye göre mi dişin?

Tetirbe Fanzin, Sayı:2

28 Nisan 2016 Perşembe

t u t u n a m a !*

ve ey,
eşyalarına alışamayan, yadırgayan onları. herkesin belirli bir işle uğraştığı bu kocaman dünyada yalnız başına oradan oraya sürüklenen canım kardeşlerim benim. kendine ve bilemediği, tanımlayamadığı şeylere acıması artanlar. okumaya fazla düşkün olmadığı için, sadece kitaplarda isimlerini görmekle yetindiği filozofların, kafasında birbirine karıştığı; necmettin’in notlarından aklında kalan cümleleri hatırlamaya çalışılanlar. bir daha deneyenler. üzülüp o sözlere; kendi kendini yiyenler. gene de iyi niyetle bir daha deneyenler. hayata dayanamadığı için espri yapanlar. ahlâk düşkünleri gibi doğru yoldan sapanlar. bütün kurtuluş yollarını kapayanlar. vazgeçenler; bütün insanlığın önünde eğilerek özür dileyenler: sahneye yanlışlıkla çıkarılanlar. “ne yapmalı” diyenler; kendini yeterli görmeden. “ne için yeterli? her şey için” diyenler. Kendi kendilerine bile sahtekârlık etiklerine inanlar; kendi kendisini dolandıranlar. içinden başkalarına hak verip; suçu kendine yükleyenler -her zaman olduğu gibi-. artık, konuşmaya hiç hakkı kalmadığına inananlar. büyük ve güzel şeylerin hasretiyle kavrulanlar. hiçbir güzelliğin içine girmesine izin vermemekten yakınanlar. sokaklarda sarhoş gibi ne yaptığını bilmeden kayıp gidenler. bir devamlılık halinde anlatılmaz duygulara kapılanlar. kendine, neye benzediğini sorup duranlar. kötü yetiştirilenler. güzeli ifade gücünden yoksun bırakılanlar. ancak “tıpkı filmlerdeki gibi” diyebilenler. -ne acıklı değil mi?- kendini, iyileşmeye başlayan bir hasta gibi hissedenler. kucaklamak isteyenler: ölümü ve sonsuzu. ilerde ışıyacak yamalı yıldızlar. hep sonunda kötü bir şey olur korkusuyla yaşayanlar. dünyaya bir daha gelişinde çocuk ve korkusuz yaşamak isteyenler. -büyümek, yalnız tutunanlara gerekli.- ikinci gelişinde çırıl çıplak dolaşacaklar. -kelimenin bütün anlamıyla çırıl çıplak.- elleri boşta kalıp, tutunamıyanlar toprağa. anlatamıyanlar anlatılamayanı. doğdukları günden beri kalbinde bir delik olanlar: almak için bütün sızıları içine. erkekleri, yalnız bırakıldıkları zaman acıklı sesler çıkaranlar. dişilerini de aynı sesle çağıranlar. avlanması çok kolay olanlar. anlayışlı bakışlarla süzülünce, hemen yaklaşanlar. tutulup öldürülmeleri işten bile olmayanlar. başları daima öne eğik gezdikleri için, çeşitli engellere takılıp her tarafları yara bere içinde kalanlar. bazı yufka yürekli insanlarca, ev hayvanı olarak beslenmeleri denenip, fakat insanlar arasında barınmaları -ev düzenine uyamamaları nedeniyle- çok zor olanlar. beklenmedik zamanlarda sahiplerine saldıran ve evden kovulunca da bir türlü gitmeyi bilmeyenler. evin kapısında günlerce, acıklı sesleriyle bağırarak ev sahibini canından bezdirenler. yalnızlığını kelimelerle besleyenler. kelimelerin anlamını bilmeden önce tanıdıkları yalnızlığı, kelimelerin içinde yetiştirenler. eski yaşantılarının hastalığından yeni kalktıkları sırada, aldırışsız kelimeler konuşurken, eski yaralarının, eski kelimelerinin göğüslerine saplandığını duyup, birden; susup kalanlar. kelimelerin, yalnızlıklarını yaşamalarına izin vermedikleri. her yandan kuşatılıp saldırılanlar. kullandıkları kelimelerin de dönüp kendilerini ezdiği, soluksuz bıraktığı. sonra, yataklarından fırlayıp birden; bütün kelimeleri ve yaşantılarını ezenler; ayaklarının altında. güneşe çıkanlar. güneşin, gözlerini acıttıktan sonra perdelerini kapayıp kelimelerin karanlığına dönenler. birtakım kelimelerin kendilerin bağışladığı: aralarında gene yaşamalarına izin verdikleri. o kelimelerle birlik olup başka kelimelere amansızca saldıranlar: aşağılayan, ezen, soluk aldırmayan kelimelere. yenen, yenilen; sonunda gene yenilen kelimelere. yalnızlık hep orada kendilerini beklediği. büyük kelimelerden her zaman kaçınan ama büyük kelimeler kullandıklarını da görenler. küçük kelimeleri kendilerine yakıştıramayanlar; oysa küçük kelimelerle suçlanan ve kendilerini küçük kelimelerle savunanlar. bütün insanların, ellerini uzatarak işaret parmaklarıyla suçladıkları; herkese ihanet etmiş olanlar. ilk gençliklerinin bunalımlarına aldırmadan (belki de bunalımlarının verdiği bir güçle, belki de bunalımlarına ümitsizce karşı koymak isteğiyle, belki de bunalımlarını toptan inkâr ederek) toplumsal savaşa katılan o adsız kahramanlar. kişilerin bir yerde onlara dair yanıldıkları -bu yeri kendileri de bilmemektedir-. günahlarının yükünü taşıyacak gücün, kendilerine verilmediği. ölümün bile adlarını duyurmaya yetmeyeceği insanlar. herkesin mezarında güller ve menekşeler büyürken, mezarlarını otlar bürüyecek olanlar. -mezarları bir kenarda kalmasa bile, büyük ve muhteşem anıtların arasına sıkışıp kaybolacaktır.- cennetteki muhallebicide de garsonun kendileriyle ilgilenmeyeceği kişiler. ağız tadıyla bir keşkül yiyemeden masadan kalkacak olanlar. gene de garsona bir bahşiş bırakmak zorunda kalacak olanlar. hayattan çıkarı olmayanlar, hayatı çıkmaza sürüklenenler. kendini beğenmişliğin cezasını daha bu dünyadan çekmeye başlayanlar. sıkıntılarını kimseyle paylaşmayı bilmedikleri için, yalnız başlarına ıstırap çekenler. duygu alışverişinden nasipleri olmayanlar. duygusuz, hareketsiz, tatsız bir hayat yaşadıkları sanılanlar. ıstırapları, ne yüzlerindeki çizgilerden ne de saçlarının beyazlaşmasından anlaşılmayanlar. çektikleri acılarla, yüzlerinin buruşmasına, saçlarının beyazlaşmasına izin verilmeyecek olanlar. güldükleri zaman sevinçli, ağladıkları zaman kederli oldukları sanılacak olanlar. hayattan çıkarları olmadığı asla kabul edilmeyenler. -böyle bir yanlışlığa düşülmeyecektir.- aslında, hayattan çıkarları olduğu ispat edilenler; çıkarlarını korumak için canları çıktığı halde, bunu beceremedikleri için, çıkarlarıyokmuşdabirşeybeklemiyormuşçasınagillerden göründükleri yüzlerine vurulanlar. bu saldırılara bir karşılık bulamayanlar. kendilerini yokladıkları zaman, bütün ileri sürülenlerin gerçek olduğunu, hayatlarını boş yere harcadıklarını, ne yazık ki artık çok geç kaldıklarını açık ve seçik olarak görenler. işte o anda dahi, delice bir harekette bulunmalarına, anlamsız bir hayatı anlamlı bir şekilde bitirmelerine göz yumulmayanlar. kendilerini öldüremeyenler. böyle bir davranışın bütün yaşantılarıyla çelişki içinde olduğu, gerçekle bir ilgisi olmadığı: kendilerini öldürürlerse, onlar hakkında varılan isabetli yargıları çürütmek için gene boş bir çaba göstermiş olacakları kendilerine anlatılanlar. bunun da kendileri için hiçbir şeyi değiştirmeyeceği kişiler. Bu rezilliğe de katlanarak sürünmeye devam edecek olanlar. Çolak ve topal deli erk e ile selim ışık ve onunla birlikte bar kızı erk  kendisine yüz vermedi diye intihara teşebbüs ederek beynine iki kurşun sıkan fakat ancak kafatasını delerek alay edenlerden kurtulmak için bütün hayatınca yolda kalpak giyerek dolaşmak zorunda kalan meyhaneci erk  ve onunla birlikte ortaokulda kekemeliği ve garip mistik düşünceleriyle arkadaşlarının alay konusu olan ve şimdi havagazıyla intihar ettiği için ölmüş bulunan ve evlerindeki şecere ağacında taze yağlı boyayla yeni boyanmış yeşil, titrek bir yapraktan ibaret kalan erk  ve erk ’la birlikte annesi rus babası erk ed olan ve sınıfta ve bahçede paltosunu hiç çıkarmayan ve daima gözlüğü ve paltosuyla ilkokul birinci sınıf çocuklarıyla top oynayan ve gâvur diye ve kambur diye horlanan erk  ve erk ’la birlikte zeki ve siyah gözleriyle bana hep muhabbetle bakan ve yedi kardeşiyle ve annesiyle ve babasıyla ve teyzesiyle ve dayısıyla evkaf apartmanının en üst katında labirent gibi karışık koridorlardaki yüzlerce odadan sadece birinde oturan ve sınıf birincisi olduğu halde ilkokuldan sonra elektrikçi çıraklığına başlayan erk  ve onunla birlikte bütün gülünçlüğüne rağmen aşağılığı sefaletinden ve sefaleti aşağılığından ileri gelen mimar cemil (uluer) turan ve mimar cemil’le birlikte sakat olduğu için hiç yürümeyen ve hep altını kirleten ve misafirler görmesin diye ve sosyetik annesi rahatsız olmasın diye yaz kış balkonda tutulan ve hep bağıran ve altına yapan ve güzel yüzüyle ve akıllı sözüyle beni büyüleyen ve balkonda yerde kendini oradan oraya atan zavallı erk  ve onunla birlikte bodrum katta evdeki yedi ve bahçedeki yirmi yedi kedisiyle yaşayan ve kimseye zararı dokunmayan ve ölmüş kocasını unutamayan rus madam ve madamla birlikte yirmi iki yaşında veremden ölerek bizleri ve ailesini elemlere boğan ve albay sait beyin biricik oğlu ve liseden dört defa kovulmuş olup sanatoryumdan altı kere kaçan ve yağmurlu bir ilkbahar akşamı hastaneden son kaçışında ıslak elbiselerini çıkarmaya fırsat bulamadan kanla boğulan erk  ve onunla birlikte basit bir kamyon şöför muaviniyken lastik karaborsasından zengin olarak genç yaşında kumar denen illete tutulan ve bu uğurda servetini ve dostlarını kaybeden ve karısı ve kızı ve oğlu tarafından erk edilen ve meteliksiz kalan ve bir gün bir kahve köşesinde kendini vuran ve eski ve samimi aile dostumuz erk  ve erk  beyle birlikte, erk  beyle birlikte olmaktan muhakkak gurur duyacak olan ve elkapısında dünyaya gözlerini açıp ve kaderi ve mesleği hizmetçilik olan ve komşumuz saffetlerin üçüncü hizmetçisi kezbanlar ile birlikte yargıç kürsüsünde oturacaklarını sananlar. Mahkemede, suçlu sandalyesinde, bilerek ya da işledikleri suçları bilmek zahmetine katlanacak kadar dahi düşünmediklerinden bilmeyenlerce, eziyet edilen, hor görülen, aşağılanan, ihmal edilen, aldırılmayan, unutulan, kötülenen, alay edilen, ıstırabı paylaşılmayan, küçümsenen, çaresiz bırakılan, yalnız bırakılan, erk edilen, baskı yapılan, istismar edilen, ezilen, cesaretleri kırdırılan, iyilik edilmeyen, değer verilmeyen, korkutulan, yaklaştırılmayan, küçük kalabalıkları hava sızdırmayan tabakalar halinde üst üste sarılan, nefes almaları dahi engellenenler ve bu suçları işleyenleri karşılarına oturtacaklarını sananlar. onlara; “hesaplaşma günü geldi. şimdiye kadar yalnız din kitaplarında yargılandınız. biz fakirler, zavallılar, yarım yamalaklar, bu kitapları okuyup teselli olurken içinizden güldünüz. ve çıkarınıza baktınız. hatta gene sizlerden, sizin gibilerden, büyük düşünürler çıktı ve bu kitapların bizleri uyuşturmak için yazıldıklarını ileri sürdüler. biz zavallılar, ya bu düşüncelerden habersiz kaldık, ya da bunları yazanları bizden sanarak alkışladık. yani uyuttular alkışladık, uyandırıldık alkışladık. her ne kadar bugün siz suçlu, biz yargıç sandalyesinde oturuyorsak da gene acınacak durumda olan bizleriz. esasında, sizleri yargılamaya hiç niyetimiz yoktu; sizin dünyanızda, o dünyayı bizlerin sanıp yaşarken, hepinize hayrandık. sizler olmadan yaşayabileceğimizi bilmiyorduk. ayrıca, dünyada gereğinden çok acıma olduğuna ve bizim gibilerin ortadan kaldırılmamasının sizlerin insancıl duygularına bağlandığına inanmıştık. bu çok masraflı dünyada bir de bizlere bakmanız katlanılması zor bir fedakârlıktı. arada bir bize benzeyen biri çıkıyor ve artık yeter diyordu. onunla birlikte bağırıyorduk: artık yeter! bazen kazanıyorduk, bazen kaybediyorduk ve sonunda her zaman kaybediyorduk. onlar da sizler gibi onlardı. düzeni çok iyi kurmuştunuz. hep bizim adımıza, bize benzemeyen insanlar çıkarıyorduk aramızdan. kimse bizim tanımımızı yapmıyordu ki biz kimiz bilelim. gerçi bazı adamlar çıktı bizi anlamak üzere; ama bizi size anlattılar, bizi bize değil. tabii sizler de bu arada boş durmadınız. bir takım hayır kurumları yoluyla hem kendinizi tatmin ettiniz, hem de görünüşü kurtarmaya çalıştınız. sizlere ne kadar minnettardık. buna karşılık biz de elimizden geleni yapmaya çalıştık: kıtlık yıllarında, sizler bu dünyanın gelişmesi ve daha iyi yarınlara gitmesi için vazgeçilmez olduğunuzdan, durumu kurtarmak için açlıktan öldük; yeni bir düzen kurulduğu zaman, bu düzenin yerleşmesi için, eski düzene bağlı kütleler olarak biz tasfiye edildik (sizler yeni düzenin kurulması için gerekliydiniz, bizse bir şey bilmiyorduk); savaşlarda bizim öldüğümüze dair o kadar çok şey söylendi ki bu konuyu daha fazla istismar etmek istemiyoruz; bir işe, bir okula müracaat edildiği zaman fazla yer yoksa, onlar kazansın, onlar adam olsun diye biz açıkta kaldık; yani özetle, herkes birşeyler yapabilsin diye biz, bir şey yapmamak suretiyle, hep sizler için birşeyler yapmaya çalıştık. bütün bunlar olurken birtakım adamlar da anlayamadığımız sebeplerle anlayamadığımız davalar uğruna yalnız başlarına ölüp gittiler. böylece bugüne kadar iyi (siz) kötü (biz) geldik. bize, sizleri, yargılamak gibi zor ve beklenmeyen bir görev ilk defa verildi; heyecanımızı mazur görün. aramızda hukukçu olmadığı için söz uzatılmadı, sanıkların kendilerini savunmalarına izin verilmedi. gereği düşünüldü. sanıkların ellerinden başarılarının alınmasına oybirliğiyle karar verildi.” diyebileceklerini sananlar. bu rezaletleri ve onları doğuran tembel arzuları ve karında yerleşen ve kafanın azdırdığı iştihaları ve onunla birlikte teşebbüse geçen eli ve bu yaşamak için geldikleri dünyadan kalın arzuları temizlemek isteyenler. “inceleri kalsın yalnız.” diyeceklerini sananlar.
ey ey ey ey tutunamayanlarım!

ve ey,

oğuz ey atay ey hüviyetimizi uzatan adam. ey mevcudiyet-i vücudumuz için müsbit-i yegânemiz. ey musamız. bize bir kudüs veremeyen –ömrünün vefâ etmemesinden oldu bu. burada da bir vefasızlığa dûçâr oldu o, burada da eski dile meftun oldu o.- ama şükür ki sayesinde mikro mısırlılıklarımızda yalnız olmadığımızı anladığımız enbüyükhazinemizaklımızdır sokratı.       ey kamerayı büyük resimde gürültüye gidenlere çeviren tarkvoskymiz. bireyliklerin kızılderililerine, kürtlerine, kıymıklara, kıyıdakilere, kuyudakilere, ey kervancının iplemediklerine imam-ı zaman olan! ey eşyanın kendilerine direndikçe direndiği bizi, kendi içimizde eşyalandıran. bizi ve tüm sınırdatutulukalmışlar’ı kanıtlayacak filozofcuğum ey oğuzcuğum atay ey! de te fabula narratur yüzlüm. tabula rasa avuçlum ey! dönüp dönüp insansızlığa çarpanlara albaylar, bilgeler, dul kadın nurhayat hanımlar, olricler bahşeden türk dosto –aynı zamanda kürt dostu-. ey iki katlı ahşap evleri ruhlarımıza sanatoryum kılan tabib-i verem. nurol! ey kederimize klas veren. ey halı desenlerinde kaybolanların piri. ey mukadderatımıza mükemmel bir mizah ikram eden mükerrem! ey yahudaların ifşacısı, isaların sırdaşı baba hû! nur içinde ve hurilerle uyu! –onları sevdiğini biliyoruz-.


*: eski bir beddua. tam tersine, dua olduğu da iddia edilmiştir. son tahlilde artıkhemduamsınhemdebedduam gibi bir şeye dönüşme ihtimali de yok değildir. allahualem…



ANAM ANAM BU NE ÇAĞ... - Tezgâh Fanzin - Sayı: 6

ANAM ANAM BU NE ÇAĞ
BU NE KODUĞUMUN ÇAĞI BÖYLE KENDİ GÖZÜNÜ PARMAKLIYOR
BU NE MÜTTEFİKLİ


sevgili Jeanne d'Arc,
sana, toplu taşıma aracından yazıyorum
evet,  o kadar kötü.


ı.

gel kazı içimdeki ezintiyi
bir kilim ser, otur
çıkının aç, aypedini çıkar: Endless
gözüme hangi damar gidiyor kes onu
kulağıma hangisi, dilime, derime, burnuma
kes hepsini
anneyi çıkar at, babanın cesedine tükür-
-me öf bile deme
sen İsacısın İbrahimcisin Habilcisin
hay sen kahrol e mi.

ağu sen,
ağulanan,
ağıtlayan ax unut
kaçanların sessizliği
koyuculuğu, kesifçiliği
vahşetî dirimler
barbarlık nedir bilen
feciyliklerle.
-bu kan içilmez mi!-

ıı.

hazırlanan kim
sıradaki koşuya
hazırlanan terli.
deli şehvet,
insan körlüğü,
seyyar cehennem,
ve aramak denen o aptalca şeyle.

halk için halk huzurunda,
çıplak ayak ve ter içinde, jan içinde
k i m
b u
h a z ı r l a n a n
kitap defter zülcenâheyn.

o sesini yükseltmeye
bağıra bağıra kısık
tazeye tazeye kız
ine ine yağmur
kimdir algıların namusuyla böyle gülle gibi oynayan
gördüğünü Türkçe’ye
ÇEVİREN
musibet mağazasından
GİYİNEN
melâmet
DAR GELEN
DERT HUNİSİ KALBİNE
Kabil keder-
-Lİ,
Toplum-
-LU.
kim bu hazırlanan
mecliste
İSTENMEMEYE
200 kerre
PERSONA NON GRATA
milyon kere
MARJO
kim bu
GÖRKSÜZ ŞAN İLE MESTUR.

sapanlı cinâyetler
barbarlığı öpüp başa koymalar
şehri gölgelemeler
ooh ooh da kim kim kim izinsiz ölümlere...

-cellâtları koruyun bu seri kara-





eski kul - Tezgâh Fanzin - Sayı: 5



günlük dilde felsefe gibi şekersin lâzımsın.




I.      

keşke korkuluk olsaydı o koşan
keşke ben.
        
elimi yanağıma koydum: Öcalan.
fakat isayanağı’na üstünlük taslamıyorum
emingöz’ün Mekke’ye dalgınlığından munîs değilim
fakat bir muamma da değil
-çok garip bir fakat daha-
çelimsiz de üstelik.

kendime bakamıyorum halk kıskanıyor:
büyük balık/küçük balık/ben
-sermâye denize işiyor-

bu son ıslaklığı yerin
adaşım ölüler umut verirken
yağmurun resmettiği:     
yitiği olan bir aile yılları ne olarak sarar
yeni doğanlara o isim verilir
anısına bekâ…
anısı?
bir edâya dalıp gitmişken:
gülüşü aynı dayısı.


II.

içime bir korku düştü
şaşırdı karşılaştığı korkuya:
sağlıklı kanımla tok:
        
biri kapağı atmak deyimini ilk kez kullanır
yeni ayakkabılarını deneme sabırsızlığıyla
kürttür.
konuyla ilgisi vardır mutlaka.
        
asma filizini çiğner Erdoğan’ı düşünürüz
bize sağladığı faydaları
bize yaptığı kötülükleri
rükûdan uğultu
secdeye dökülmeyen dünyam
sızlak dünya görüşüm
bu sonucu kime göstersek ey
bunca kırgın soy…
ey.

III.

o kelimenin geçtiği tek paragraftın Türkçe'de.
kaybolmadı içindeki tıkırtı
hep bir işkil hep bir işkil

kenar mahalle tefekkürümle ben
bütün iyi insanlar bizimle sanıyordum
toslatınca durdu el tıkırdadı akıl
kalp son damlalarını aktaran bir hortum
dişleri döküldü gözün:
müthiş bir salınış harika bir çakılış
duvarın ağzı açıkta kalmıştır.

reklamlar:
koynuna almak istersin
sarmak başını okşamak
elma gibi soyuyorlar televizyon karşısında
bayrak gösteriyorlar, parmak açıyorlar
bizde filmin sonu anlaşılmaz.

VI.
        
belki boş reçel mevzuu da hikâyedir
jakuziler vardır başka şeyler anlarsınız ya felsefe uvertürü
        

:sen anımsama lan it!



kahrolsun varlığıma - Tezgâh Fanzin - Sayı: 4


I.

bugün evden çıkarken gösterdiğin çıplak
ayaklı çocukla neler ettin dinle bu gece…
bir vesile-i azâb idi çöreklettin,
imam olsam namazı yarıda keserdim aklıma geldiği an,
parke taşları kutsuyordu on küçük parmak,
çıktığım apartmanı devirmedin ki üstüme.

üşüyorlar farkında şuureyn
alttakine iniyorlar ağlıyor onlara babasızlığıyla
d/övünen çocukluğum bile.
-bir yetimhane olarak delirdim-

çok sâde bir mahmurluk,
köpekler bağlı,
kuşlar kafessiz,
atlar















uykusuz,
gri gök yüzüme
fon.

II.

sakin bir ikindi olsun artık tüm vakt
sakin bir ikindi ol krem rengi hırkam
sakin bir yaz ikindisi geçsin üşüyen çocuk
sakinleş de büyüyünce anamızı
ağlatma karanlıktan
çıkıp beyaz berenle.

III.

öyle de kolektiftik
pek kolektif bir tiftik örmüştü kaslarımızı
adım atacak yer yoktu içimizde
içimize halkolmuştuk sanki
-sanki ve aniden-
kalbur kalbur kalbur
kız ile buluşmaya tiftiklenmiş hırkanla gitme dedim kaç kez
“halk” dedim ağzım kızdı oluşan muğlaklığa
iktidar aleyhine konuşurken bulundu ölü
“kız” dedim istemsiz bir gülümsemem
-seni böyle gülümsemelerden men ederim-.

bu kilise ceketi çağdaşlık,
bu altyazı felsefe,
bu bu bu baht gülmeyecek mi hâlâ bu halk?
ben o sıra  türkülerdeki imanı inceliyordum
aklımdan çıkmıyordu solistin gerdanı
sarkak bir
tak















va
sağ…          sol…
sağ…          sol…
doğ yusuf doğ yusuf doğ yusuf  doğ.







erdemin yorgunluğudur kimsenin omuzlarında değil - Tezgâh Fanzin - Sayı: 3

ey iki kelimesini anlamaktan dünyanın hazzını aldığımız farsçalar
ey arkasını getiremediğimiz lisan ul-arab dersleri
ey mezopotamyus




daha doğar doğmaz bileğimizi düşleyen
banknotlar müjdeliyor düzen
düzen deyip işin içinden çıkmak istiyoruz
karşımızda bin kolonlu ejderha!

iran-ırak savaşında kimi tuttuysanız kaybettiniz
esad yahut  esed
muaz el-hatip
ceyş ül-hur
hizbullah
ışid
nuh gemsini deliyor.

yaşlı hesap bağdat’tan döner
iken gözündeki kanı alamayacak hiçbir su
cem olup işlendi bütün cürümler
anahtarı yiten ev bizim
karanlık gittikçe koyu
üstelik niyeti yok kimsenin tâkâti yok aramaya
zemin kaygan müzik coşturuyor.

beyin keyfi yerinde
beyni dumur yaşıyor beyin
göze kan inse çok değil:
bir el harama yönelik
uçkura kanatlı diğeri
bush’un kalbi yok ellerde.
bu din müminini zalimin karşısına kor
keser dilini eğer susarsa
keser şeytana benzetir bir güzel.

dostlar seyreylesin deyû alışverişi
sermaye karşıtı oldun sola sıvışıp
aklın sakalına özenik: karışık
kırışık bir pankart ağzın
kırıştırdın nerede çağdaş bir söylem varsa
düşünmeden taraf oldun
başörtüler ilmek özeniyle boyunda.
no war hepimiz şuyuz
zülfikâr müzeye
öfkesi terapiste ömer’in.
senin tevbe’n vardı
hangi filozofa neshettirdin onu
oysa nasıl sövüp saymıştın demirel’e.
herkes için özgürlük/herkes için ölüm
arada bir fark var mı tartışmadın bunu
kalburun deliklerini genişleten kim
soros mu fuller mı
hadi makul olalım: locke mı rousseau mu
- marjinal marjinal bakma bana.

ateş çukurunun kenarında garden party olur mu
adam çal kefereden adamı olma
kırmızı tüylü develer sana çalışacak diyorum
güneşin el vurduğu her şey.
civil toplum civil anayasa civil tuğyan
hani kendi kelimelerin ne o eğip bükmeler
ama duruyor bende asılları
şurada bir kur’an duruyor
şurada bir hadis.





9 Mart 2016 Çarşamba

Geç Kaldım Bölüşüldü Gökler


Şarkının nakaratı değil de girişi manamıza mutabık :)

Kendini arada hisseder. Ne başındadır yaşımın ne sonunda. Başa biraz uzak sona daha yakın. Ruhundaki çocuğu terk edip içindeki çocuğu yaşatmaya başladığı dönemdir. 30 yaşı bu cümlelerle tanımlıyor Dr. Özlem Mestçioğlu Gökmoğol. Geç kalmışlığın hüznü, başaramama kaygısı ve bulunduğu durumu beğenmeme bileşenlerinden oluştuğunu ifade ediyor 30 yaşın. 30'lu yaşları "gelmeyen yetişkinlik" ya da "tutuklu kalmış ergenlik" olarak adlandırıldığına dikkat çeken NPİSTANBUL Etiler Polikliniği'nden Psikiyatri Uzmanı Dr. Özlem Mestçioğlu Gökmoğol, "Artık sadece "sorunlu" olamadığınız aynı zamanda yaşadıklarınızdan ya da yaşamadıklarınızdan sorumlu olduğunuz yıllar başlamıştır." diyor. Gökmoğol 30 yaş sendromunun üç bileşeninden bahsediyor ve ekliyor.

  • Geç kalmışlık hüznü.
  • Başaramama kaygısı.
  • Bulunduğu durumu beğenmeme hali.

Hala evlenmemişseniz veya bir sevgiliniz yoksa yalnız kalmaktan, iş yaşamınızda istediğiniz noktaya ulaşmadığınızı düşünüyorsanız yetersiz ve başarısız olmaktan, evli-çocuklu kariyer sahibi iseniz ise giderek artan sorumluluklardan korkmaya başlarsınız. "Bugüne kadar neler yaptım? Neler ürettim?" "Yaşamak istediklerimin ne kadarını yaşayabildim?" " Şu an sahip olduklarımı gerçekte istiyor muyum?" "Ya yapamadıklarım ne olacak? " tarzı soruların sorulmaya başladığı yıllardır 30'lu yaşlar. Estetik kaygılar bu yaşlarda başlar. Vücuduyla, dolabıyla, aynalarla ve kendinle kavga eder insan. Kendini önemli kararlar vermek durumunda hisseder. Başka yaşamlara uzaktan bakıp aslında içten içe bu yaşamlara dahil olmaya çalışırlar. Hala neyi bilip neyi bilmediğini bilemiyor durumdadırlar. Keşkeler giderek yaşamlarının bir parçası olmaya başlar 30'lu yaşlardaki kişilerin. Yaşayamadıkları, doyamadıkları gençlikleri, yeniden özgür olma istekleri, kariyerinde bekledikleri yere bir türlü gelememiş olmaları hep pişmanlık nedenidir. 30'lu yaşların getirdiği olumluklardan biri de; daha hoşgörülü olmak ve hemen yapıp sonuç almak yerine uzun soluklu koşulları tercih etmektir. 30 yaşındaki kişiler seçimlerin daha bilinçli yapar, daha çok ince eleyip sık dokur ve daha doğru karar verirler. Ailelerin beklentileri bu yıllarda tavan yapar. Artık evlenme çağınız gelmiştir. Evliyseniz ve özellikle de kadınsanız çocuk sahibi olmak için acele etmeniz gerekir. Toplum sizden kariyerinizde bir noktaya gelmiş olmanızı bekler. Toplumun-ailenin beklentileri kaçınılmaz olarak sizleri de etkiler, kendinizi sıkıştırılmış-baskı altında hissedersiniz. Beğenileriniz değişmeye başlar. Şaşırmadan yaşamayı öğrenmeye başlamışsınızdır. Bir yandan kaçırdığınız fırsatlara yanarken bir yandan da artık hayallerinizden bazılarından vazgeçmeye, daha gerçekçi hedefler oluşturmaya başlarsınız. Bazı konularda daha sabırlı olabilirken bazı konularda ise çok aceleci davranıyor olabilirsiniz. Değişikliklere daha açıksınızdır. Büyük lafları eskisi kadar kolay edemiyorsunuzdur artık. Zaman karşı direnmeye çalışanları anlamak sizin için daha kolay olmuştur. Annelik, kariyer ve ev kadınlığını bir arada götürmeye çalışan 30'lu yaş kadınlarda yorgunluk oldukça sık gözlenir. (%85) Kadınların %59'unda ise kronik yorgunluk belirtileri gelişir. Boşanmaların en sık olduğu yaşlar 30'lu yaşlardır. Değişen beklentiler, geç kalmışlık duyguları, artan pişmanlık evlilik ilişkilerini de olumsuz etkileyebildiğinden ve hala yeni bir yaşama başlama ümidi olduğundan yaşadığı sorunlar karşısında boşanma sık tercih edilen bir yol olmaktadır bu yaşlarda. Erkeklerin bu yaşlarda kariyer kaygıları yoğunlaşır. Mesleki yaşamlarında başarı beklentileri artar. Evlenmeyi ciddi olarak düşünmeye başlarlar. Her şeyi yapamayacağı gerçeğiyle karşı karşıyadırlar. Kadınlar ise aile ve iş yaşamı arasında kalırlar. Anne olmak, çocuk sorumluluğu almak giderek önem kazanır ve kaygı uyandırır. Bedende yaşanan değişiklikler sıkıntı ve kaygı uyandırmaya başlar. Sosyal davranışları değişmek gösterir. Bu ara dönemi sağlıklı şekilde geçirmek 40lı ve 50li yaşlara hazırlanmak ve yaşam çizgisini belirlemek açısından önemlidir."




Başlık: Ferman Karaçam/Kor Ayaklar

22 Ocak 2016 Cuma

Korku/Vüs'at O. Bener

Evim kasabanın mezarlığına yakın. Birkaç ziyaretten sonra hoşuma gitti. Bol servili, çiçeksiz, sade. Ukala taşlar var, ama çoğu adsız. Benim öyle acayip zevklerim yoktur. Burada rahatça içiyorum. Ölülerin duymadığına, kınamadığına eminim. Ne yaptığım onları ilgilendirmez. Sonra düşünüyorum da! En iyisi, düşündüklerimi yüksek sesle söyleyebiliyorum.
Eskiden böyle değildim. Mezarlık korkuturdu. İnsan ölmekten değil, ölümden korkarmış. Daha doğrusu unutulmaktan. Yok olup gitmek kötü şey. Bu kasabada unutmaya da unutulmaya da alıştım; artık umursamıyorum.
Bir gün Halis Usta’nın meyhanesinde konuşuyorduk. Halis Usta Rumelili’dir. Dağlarda az dolaşmamış. Coştu mu, o hırıltılı sesine bakmadan, yanık Üsküp türküleri söyler.
— Beyim, dedi. Neden içilir bilir misin? Kimi derdini, kimi keyfini bahane eder, laftır o, bakma sen. Ben sana söyleyeyim mi, korkudan içilir.
Sonra da bir ağız dolusu güldü. Ben de güldüm.
Halis Usta ne demek istemişti bilemem, ama ben daha ortalık kararmadan meyhanedeyimdir. Üç dört kadeh yorgunluğumu alır. Sonra sıkılırım. Çaresi yoktur artık, ya adamakıllı içersin, ya sıvışırsın. “Soğukkuyu” serindir. Yaz günleri kasabalı buraya taşınır. Bir yanında sel yatağı, öte yanında demir köprü. Söğüt ağaçları, kırık bacaklı tahta masalar, demir sandalyeler.
Hoparlörün çığlığından kimse birbirinin dediğini anlamaz. Buna gerek de yoktur. Boş gözlerle bakınılır. Köprüde “kasabın kızı” göründü mü, “ormancı”nın bostan safası anılır. Zavallıları arkadan kötülerler, ama anlatırken ağızları keyifle gerilir, bakışları koyulaşır. Memur aileleri olabildiğince dikkati çekmeyecek bir köşeye sığınırlar. Kocaları sinirli ortaçağ şövalyesi tavırlarıyla, üzerlerine dikilecek gözleri sindirmeye çalışırlar.
Meyhane dönüşü çevre bir daha hoş görünür. Yeldirmeli kadınların tanıdık yüzleri anlamsız olmaktan çıkar. Yavan soğuk su, boğazımdan tatlı, gevşek bir akışla mideme iner. Hoparlörün kulak paralayıcı sesi yumuşar. Üstelik duyulacağına aldırmadan plaktaki “Cemile”yle birlikte ben de söylerim. Çoğu zaman yalnızımdır. Arada Rahmi de gelirdi. Tek dostum. Asi kıvırcık saçlı, ufak tefek bir genç. Toparlak, esmer yüzünde Halep çıbanı tozlu cam kırığı gibi parlar, sıkıntısı gözlerinde tortulaşırdı.
O gün gelmeye söz vermişti.
Ben kibrit çöplerinden kule yapmaya çabalarken, önemli bir işi varmış gibi hızlı hızlı, sağına soluna bakmadan geldi.
— Merhaba. Biçimsiz yer seçmişsin birader. Bu pis derenin nesini...
— Merhaba.
Alnını uğuşturarak oturdu. Saçlarını karıştırıp duruyor.
— Kepazeye çevirdi herif saçlarımı...
Ağzıma geniş bir gülümseme yayılmıştı herhalde. Yüzünü buruşturdu:
— İşi hep kolayından alırsın. Of be, hâlâ sıcak.
— Soğuk su iç.
— Kurşun gibi oturuyor adamın midesine. -Biraz durdu.-Kurşun gibi azizim. Bu memleket, hey Allahım, şu insanlar... Allah belasını versin.
Aptalca sırıtmıştım. Yük kaldıran birini seyrediyormuşum gibi. Ter döküşüne böylesine ilgisiz, böyle umursamaz bir bakışım olmalıydı.
— Yeşilliye bak, dedim. Yeni bu.
— ...Müzik yok. Oku, bıkarsın. Sineması ahırdan beter...
Yeşilli bize bakıyordu. Dürttüm oralı olmadı. Hâlâ söyleniyor:
...Sekiz saat otursak, kimse gelip bir şey sormaz. Hayvan herif, berbat etti saçlarımı...
— Güzel değil mi?
— Ne?
Sesimi yükseltip açıkladım: — Şu, gri elbiselinin yanında oturan papatya saçlı.
Dikkatle süzdü.
— Kimbilir ne beyinsizin biridir. Dudakları çarpılmıştı.
— Kafasından sana ne. Klemanso ne demiş? Clemenceau muydu?
— Bırak canım şu herifi. -Seslendi.- Hey garson! Patlıyoruz sıcaktan birader. Bir gazoz getir. İçimden, “Cemo - Cemile” diyordum. Bana ne Clemenceau’dan. Dünya güzel. Parkta bugün bir yeşilli var. Gözleri belki kahverengidir, ama mavi. Saçları belki keçe gibidir ya, yaprağın hışırtısındaki hafiflik var dalgalanışında.
Tiyatroya -tiyatroya!- gidebilirdim. Yarıda bırakır, sinemaya da gidebilirdim. Geçen yıl gördüğümüz Arap kızı, dolgun göğsü, tulum kollarıyla gene verem döşeğinde olurdu. Palabıyıklı babası pişmanlık gözyaşları döker. Fakir delikanlı, altın dolu torbayı zalim babanın suratına “al!” diye fırlatır, sonra kırklık sevgilisinin ardından kaz boynunu daha da gererek göz kırpmadan kendini Nil’in koynuna atardı. Çevremde kolları bilezik yüklü, çarşaf benzeri siyah urbalar giyinmiş kadınlar hıçkırıklarını tutamaz. Sarhoş olduğum için, gülersem ayıplanacağımdan korkmazdım. Dönüşte bir düğün evinin kapısı açık olurdu belki. Harmandalı oynarken yıkılırmışım ne çıkar? Nasipsiz sanatçı çingene kemancıyla iki laf atardık...
Rahmi’nin gazozu gelmişti. Bile bile sordum:
— Tiyatroya gelir misin? Yeni birkaç güzel kadın var.
Acır gibi yüzüme baktı:
— Anlamıyorum seni birader. Dünyanın en budala herifiyle iki saat tavla atarsın. Bu mendebur yerde burnunu havaya diker, oturur durursun. Ne zevki var bunun? Kahrolup gidiyoruz işte...
Egzotik, derdi Rahmi. Uzak, sıcak iklimleri düşler, şiir yazar. Şiirlerinde hep yosun gözlü, papatya saçlı birine seslenirdi. Pembecik zarflı mektuplar bekler, Baudelaire’in ateşli, orta malı dizeleri dilinden düşmez. “Yeşilli, Süleyman Bey’in yeğeniymiş. Annesiyle bir aylığına misafir gelmişler. Benden okunacak bir şey istiyorlar, kızın canı sıkılıyormuş da. Senin kitaplardan göndersek?” dediğim zaman, vermut kadehinin şurup rengine bakıp:
“Senegal’li bir kadının meme uçları bu renktedir!” demişti.
Eskiden böyle değildim. Bu korku içime yeni girdi. Ne mezar taşlarından, ne de unutulmaktan korkuyorum. Değil. İçimde anlatılmaz bir ürperti var sade.
Bugün, gene taşlı yoldan girip, büyük servinin dibindeki yerime oturdum. Yassı tümseğin ortası bir kadın karnı gibi yumuşak. Gök yıldızlı, dalların uğultusu hafif. Rahmi’yle buraya hiç gelmemiştik. O karanlığı sevmezdi.
Başkalarıyla konuşurken dediklerime gülümsemek sıkıntılı. Ağzın çorak. İyisi mi diyorum, çek bir yudum daha. Sonra ahbapça ağaçlara sesleniyorum, gülen yok. Bir de, kötü kötü düşünüyorum.
“Başlangıç belli, son da. Ne diye haykırırız? Nereden geldik, nereye... Ananın karnından çıktın, toprağa gireceksin, basit.”
Güldüm. Başım ağrısız. Ay birazdan çıkar, ama sevdiğim yanımda olamazdı. Sevdiğim! Olsaydı, herhalde parka giderdik. Ona, aya bak, demek zorunda kalırdım.
İki servi arasındaki bulut adama benzedi. Biraz daha sarhoş olsaydım, biçiminin ruhumu andırdığını düşünürdüm.
“Başını almış, geziyor!”
Dizime bir çekirge sıçradı. Pek kalabalık değiliz.
Bu korku yeni girdi içime...
Solucanı ortasından bölersin, iki parça kendi yoluna gider. Kişi, Zeus’dan güçlü, ama solucandan zayıf. Tek kalmaya yargılı. Mezarlara bile teker teker giriliyor.
“Tuhaf.” Ark susuz, çarpık evler uykuluydu. Kalabalık içinde ağlamaklı olurum. O gün eve dönerken iyiydim. Yeni Bahçe’deydik.
Bekçiden sigaramı yakarken baktım, kapının önüne gölgesi düşmüş. Yaklaşınca seslendi:
— Neredesin birader! Bir saattir buradayım.
Ben “dostum” derim, Rahmi “birader”i sever.
— Hava almaya çıkmıştım.
Yüzü sıcak, soluması garipti. Ekledim:
— Sende garip bir hal var, gir hele içeriye.
— Canım sıkıldı. Evde biraz içtim, aklıma sen geldin.
— İyi ettin.
Girdik.
— Dikkat et, basamağın biri çöktü, düşersin. Arkamdan gel, sağdan. Pencereden ışık giriyordu. Elektriği yakmadık. Şimdi serviler daha sessiz. Halis Usta’nın meyhanesinde sarhoşların iyi saati çalmıştır. Selami bile espri yapmaya kalkar.
Düşünüyorum da, ben asıl orada korkuyormuşum gibi geliyor. Orada balonumu bağlayan ince ipin tehlikede olduğunu sezinsiyorum. Burada... Rakım soğuk değil. Sigarayı bırakmamaya da karar verdim. Zavallı anam beni bu halde görse ne yapar? Önemsemiyorum. Sanki düşünen ben değilim.
Düşünmüşsün, düşünmemişsin ne olacak? Bir tuhaflık vardı o gün Rahmi’nin üstünde. Yeni elbisesini giymişti. Hamama da gitmiş. Durdu durdu:
— Ne tavsiye edersin kurtulmak için? dedi.
Sıkıntıyla sordum:
— Neden?
O, şaşacağıma göre hesaplanmış, alaycı bir gülümsemeyle sigarasından nefeslendi, hafifçe:
— Papatyadan! dedi.
Papatya saçlı sevgilisi. Kim derdi ki! Kitap listesinde Dostoyevski’hin işaretlendiğini gördüğümüz gün, dostumun kuşkuculuğu bir anda erimişti, ama ben bu sonucu kestirmemiş değildim. Parktaki Yeşilli’nin, bu mistik, saralı yazarı sevebileceğine akıl erdiremiyordum doğrusu.
Pembecik zarflı mektupları düşündüm.
— Onu öptüm, biliyor musun. Soğuk geldi. Sen böyle misin?
Güldüm. Öyleyim. Soğuk, sıcak. Ne olacaktı yani, pek mi önemli.
— Dikkat etmedim, dedim.
O anda baktım, gözleri yosun gibiydi. — Kızıyorum, dedi, küfretti. İlk kez aldandığı belliydi. Güzel, sıcak halbuki. İlk gördüğümüz gün... Biliyorsun değil mi? Düşün ki Dostoyevski’yi istemişti. Ama bugün.
“Acemi. İlk öpülen kız hep böyle olur.”
— Çok tuhaf oldum. Ama bunu bekliyormuşum gibi içimde bir his de vardı. Tatsız. Üşüdüğümü sandım. Sanki elimi boş bir küpe daldırmışım gibi. Boşluk hissini bilir misin?
— Güldürme. Mesele o kadar önemli değil. Yahut arzuladığın ölçüde önemli.
— Şu halde? İntihar et. Kolaydır.
Pencereden uzun uzun dışarıya baktı. Serviler hoşuna gitmiş olmalıydı. Başını salladı.
— Düşünmedim değil. Hakkın var. Sebep bulmak güç olacak yalnız. Arkamdan aptal densin istemem. Ne demeli bırakacağım mektuba? Halis Usta’nın sözü geldi aklıma. Gülerek: “Korku” denebilir, dedim. Yüzüme baktı.
—İyi.
Boşalan kadehini doldurdu. — Sağlığına!
Bir yudum aldı. Ağzının kenarında kararlı bir çizgi belirmişti. O anda belki de gerçekten korkuyordu. — Tabancan var mı?
— Yok.
— Kimden bulabilirim?
Alaycı bir tavırla:
— Selami’nin var, dedim.
— Peki, haydi Allahaısmarladık.
Yeni elbisesini giymişti. Hamama da gitmiş.
— Güle güle. Dikkat et, merdivenin basamağı kırıktır.
Gitti.
“Mesele basit. İpleri kopan balonu kim tutabilir?” Birkaç gündür onun tümseğine oturup içiyorum. Yakınacak hali yok, ama gene yalnız.
Bu korku, ertesi gün Halis Usta’nın meyhanesinde içerken doğdu içime. Yoksa, ölülerin duymadığına, kınamadığına eminim.

21 Ocak 2016 Perşembe

KEMAL TAHİR'İN TASARLADIĞI FİKİR KAVGASI - II

Yazının ikinci bölümüne ayrı başlık koymuş: Meseleler Biraz göz gezdirince, bu Meselelerin, Kemal Tahir'in fikir sorunları olduğu kolayca fark ediliyor: ve apaçık görülüyor ki Kemal, bu güne kadar tek başına ürettiği ve yürüttüğü fikirlerin kavgasını -bundan böyle yüklenecek bir dergi, bir kadro istiyor... Aslında bu dergi gayreti, Kemal'in yeni bir fikir kadrosu oluşturma gayretinden başka bir şey değil... Şimdi, Derginin, nelerin yanında, nelerin karşısında olacağını gözden geçirelim: 
I)  Dış güçlerce boğuşma... Dış güçlerin, içteki yerli ve yabancı örgütlerin ve ajanlarının, Devleti, Hükümeti ve diğer resmi, özel kuruluşları denetlemesi, sevk ve idaresi- uzak yakın- etkilemesi önüne kesinlikle geçilmeden, -yani, Türk Türk'e, daha doğrusu Yerli Yerliye kalmadıkça - hiç bir köklü tedbirin alınamayacağı, alınacak tedbirlerin ise müsbet sonuç vermeyeceği.)
 II)  İçte, bütün tabu'larla, tabulaştırmaya yeltenen iç ve dış kandırmacılarla boğuşma... Bu boğuşma, sürekli olmalı, hiç bir gündelik çıkar içirı savsaklamamalı...
 III) Eski değerleri ve yeni değer kılığına sokulmak istenen aldatmaları, saptırmacaları açıklamak, yeniden inceleyip kaynaklarına ışık tutmak. Başlangıçlarından günümüze kadar gösterdikleri çeşitli, ibret alınacak değişiklikleri aydınlatmak...
 IV) Tarihimizle ilintimizi kesmemizin nedeni? Bunun, kimin işine yaradığı, ilerde yarayacağı, (Bir toplumun yolu, geleceğinde değil, tarihinde kesilir) ... Bir toplumu tarihsiz bırakmak, onu, modern silahlarla silahlıyor görünerek, kesinlikle silahsız bırakmak demektir. Tarihten yararlanmak, toplumların var olmak şartlarından biridir. Tarih, bir toplum için aleyhe işliyor görünüyorsa, tarihten yararlanmak dış düşman ajanların eline geçmiş, tersine çevrilmiş demektir. Tarihi, tekerrür'den ibaret saymak yobazlıktır. Bu yobazlığın hiç bir çıkış yolu olmadığı için, esasta önemli bir zararı da dokunmaz. Bunun gerçek zararı, ancak, bunu izleyen alıklar içindir. Bunu göstererek yeni kuşkuları tarihten uzak tutmak, dış düşmanların oyununa gelmektir. V) Osmanlı değerlerinin üzerinde durmak meselesi...
 VI) Üç büyük yanılgının aydınlanması: 
a) Doğu'da durgun toplum,
b) Genel Kölelik,
c) Despotluk yanılgıları...

VII) Osmanlı İmparatorluğu'nun Batı bilim ve fikir hayatındaki yeri... Neden Osmanlı etrafında gayet kalın bir "unutturma duvarı" çekilmiştir? Bu duvar, bugün bile - mümkün olduğu kadar - kalınlaştırılmak istenmektedir...
 VIII) Yakın tarihimizin tersine çevrilmiş gerçekleri...
IX) Tarihten kopuşumuzu, ona tekrar dönmeyi önlemek için tutulan yollara bakarak, Dil, Harf Devrimi denilen bilgisizlikler, dünya fikir ve edebiyat değerini dilimize çevirirken, tarihimizdeki yazılı değerlerin bilgisizce, düşüncesizce, insafsızca $Örmezden gelinişi...
X) Osmanlı - Türk ilintileri. Bu ilintiye verilen yanıltıcı anlam. Türklerin Osmanlı despotluğundan kurtulmaları, ya da kurtarılmaları aldatmacası... (Başka bir Osmanlı Milleti varmış gibi...)
XI) Gerek Balkanlarda, gerek Ortadoğu’da, Milli Kurtuluş ve Bağımsızlık hareketi gibi görülen davranışların, aslında birer parçalayıcı Emperyalist planının uygulanmasından başka bir şey olmadığı gerçeği.
XII) Osmanlı edebiyatı, şiir (Divan, tekke, halk) düzyazı (nesir), musiki, yazı, tezhip, resim, mimarlık üzerindeki aldatmacaların foyasını meydana çıkarmak. ..
XIII) Osmanlıda Halk hareketleriyle Devlet ilintisine yeni bir açıdan bakılması gereği. (Bilhassa tekkeler, aleviler, aşiretler meselesi.)
XIV) İmparatorluğun tasfiyesi işinin yeniden gözden geçirilmesi...
XV) Batılaşma'nın saraydan geliş nedenleri? Buna karşı, Osmanlılığı sırtında taşıyan halkların haklı reaksiyonları. 
XVI) Öğretmen ve öğrenci meselesi. (Yüksek okul öğrencisi) Politika yapmak ve gerçekleri görebilmek için:
 a) Gündelik gazeteler izlemenin, taraf tutmanın yetmediğini, her zaman eski kalıplarla yetinen, yazılarının yüzde onundan artığını dış olaylardan alan dergilerin kolaya kaçma -tembellik yöntemi- beslemekten başka bir işe yaramadığını anlatmak, öğretilen ve kabul edilen fikirlerin yaşamada ve mesleğini yapmakta kolaylaştırıcı mı, yoksa zorlaştırıcı mı olduğunu gözden uzak tutmamayı hatırlatmak.
b) Gazete fıkracılarıyle, ölülerini gezdiren tükenmiş yazarların değerince önem vermeyi, bunların çoğu zaman hiç bilmediklerini, bilir gibi yazdıklarını, bildiklerini de - yaşama şartları derbeder olduğu için - doğru yazmadıklarını, genellikle, en büyük gazetelerin ikinci sayfa allameliklerinin kat'iyyen kolay sanılmaması gerektiğini, böylece basılmış yazının aldatma etkisine karşı savunmaya geçmelerini. c) Meslek arkadaşları arasında, meselelerimizi gerçekten tarihsel oluşları içinde araştıranlarla, gündelik gazetelerin temelsiz palavralarında kalanların madrabazlıklarını iyi ayırt etmelerini, böylelerini, bir tek yoldan layık oldukları yere koyabileceklerini, bu yolun da artık "gerçekten okuyorlar mı, yoksa kitapları şöyle bir süzüp ya da kulaktan duyduklarıyle okumuş görünerek mi bir çeşit fikir dolandırıcılığına, bilgeçlik numarası yapmaya mı kalkıyorlar? .. " Bunu erkenden ayırt etmeli, laflarına, latife değerinden fazla önem verilmemesini sağlamalı, okunma güçlerini yitirmiş fosiller için, okuma güçlerini, gerekli zamanlarını boş yere harcamamalarını anlatmalı...
d) Böylelerinin hayatlarında zamparalığın, kâğıt oyunlarının, içkinin yerine bakarak, okuduklarını ileri sürdükleri kitaplardan ayrıntılar üzerinde sorular sorup sınava çekerek zararlarını aza indirmenin mümkün olduğunu.
e) Hayatını yakından tanımadıkları adamların, başların dan geçmiş gibi anlattıkları olayları örnek göstererek gündelik sonuçlar göstermelerine papuç bırakmamak gerektiğini öğretmeli.
f) Hepsinden önce, okuttukları derslerin kitaplarında Türk insanının dünya görüşünü yaşamakta başarılı olmasını, milli meselelere değil, yabancı ideolojilerle ilgilenmesini sağlamak için, bilir bilmez sokuşturulmuş fikirleri, görüşleri, propagandaları, büyük ve açık yanlışları hemen tespit edip açıklamaları gerektiğini aralıksız hatırlatmalı.
g) Devletçe basılacak tek kitap sistemine gidilmesinin aralıksız istenmesi lüzumunu savunmalarını, aralıksız söylemeli.

 Yazıyı okuyup bitirince, başımı Kemal'e kaldırdım,
 - Tamam -dedim-, Böyle bir Dergiye ben de varım! Bize ne hizmet düşüyorsa koşuluruz...
 - Ne koşulması, arkadaş! ... Ben seni zaten Dergi'nin Kurucularından sayıyorum.  Gülüştük, bir süre sonra Dergi üzerinde daha derli -toplu konuşmaya başladık. Kısaca şöyle özetleyebilirim:
 "- Ben yıllar yılı, buraya yazdığım fikirlerin kavgasını veriyorum zaten... Bu kavgayı, tek başıma sürdürmekten yorulduğumu söyleyemem ama, tek kürekle bu fikirlerin çok ağır ilerlediğinin farkına vardığımı senden saklamayacağım. Eğer bu düşüncelere inanıyorsak, niye evin içinde konuşulsun... Güneşin altına çıkması gerek! ... Osmanlı Tarihimiz için, Yakın Tarihimiz için, Batı hesaplaşması, Dış güçler ve yanılgılarımız için söylediklerimin hepsi, yalnız benim bulup çıkardığım fikirler değil. .. Bunların arasında bize unutturulmuş fikirler de var. Unutturanların nasıl bir hesabı olduğu, bu fikirler günışığına çıktıktan sonra belli olacak! Bu fikirlerin güneş altına dökülmesinin yolu bir Dergi çıkarmaktır."
 "Birtakım işgaller, boykotlar, sındırmalar, öldürmeler var! Birtakım partilerde fikirleşme çabaları, birtakım partilerde, eski fikirleri, eski pabuçlar gibi boyayıp, cilalayıp göze hoş gösterme gayretleri var! ... Toplumun hamuru değişiyor, ya da değiştirilmeğe çalışılıyor. Ben bu olayların karşısında günü gününe tavır alıyorum. Ama yeter mi bu? .. Benim aldığım tavrı senin gibi bir iki dostumdan başka kim biliyor? Bizim, bu milletin okumuşu olarak bir görevimiz var. Doğru bildiklerimizi sıcağı sıcağına söylemek.. Bunu Romanımla yapamam ben .. "Devlet Ana"yı okuyanlardan bazıları geliyor, "aman ne iyi oldu, yazdın da Osmanlı'nın kuruluş günlerini senden öğrendik .."  diyorlar. Sonra ekliyorlar: "Bir de günümüzü anlatan bir roman yazsan da olayların karşısında şaşırmaktan kurtulsak. "Elbette böyle düşünenler Roman okuyucusu bile olamazlar.: Ama günlük olaylar içinde toplumun ne kadar sıkışık olduğunu iyice ortaya koymuyorlar mı? ... İşte bunlara da düşüncelerimizi söylemek için Dergi gerek! ..."  "Biz, tarihi çalınmış bir milletiz. Hiç kimse hırsızların yakasına yapışmıyor. Biz yapışacağız; "Gel bakalım arkadaş, diyeceğiz, beni anamdan, babamdan etmenin hesabını ver bir! ... Kimin uşağı olduğunu söyle ki, senin gibi bir pislikle elimi kirletmeyeyim, efendini geçireyim avucuma... Bunu söylemek, bu hesaplaşmayı yapmak da bize düşüyor. Ağzımızın tıkacı sökülüp atılsın, dilimizin mührü kaldırılsın, bizi değµeğe takılmış karagöz gibi oynatmaya hevesli düşmanların yığdıkları rezil sis şöyle bir dağılsın da Türk Türke kalalım, yahu! Şu bugünkü ortama bak! ... Partilerden kişilere kadar -bıçakla bölünmüş gibi-ikiye ayrık... Biri, ötekini kesinlikle anlamıyor! Hiç Türk Türke kalsak, birbirimizi anlamaz mıyız?.. Demek bizi yalnız bırakmayanlar var! .... İşte onların yüzlerindeki maskeleri de günü gününe çekip yere çalmak için, Dergiye gereksinmemiz var!... Bugün bizim için dergi, bir zaman her derdin devası olan Asprin gibi bir şey! .. Alacaksın şıp diye sancı kesilecek! Hiç değilse, kendi karnımızın ağrısı diner ya! .. Ona bak sen!”




16 Ocak 2016 Cumartesi

KEMAL TAHİR'İN OLAYLARA BAKIŞI - 28 Haziran 1960



Bugün Kemal Tahir bendeydi. Orhan Apaydın, Zihni Kanmaz, Sabahattin Selek bir araya geldik. Kemal 'in cümbüşlü üslubu içinde saatlerin nasıl geçtiğinin farkında bile değiliz. Dahası, günlük yaşantımızın farkında olmadığımızı ortaya çıktı. Kemal, bir aydır gözümüzün önünde olup biten olayları -kendi açısından- değerlendirince, hepimizi bir kuşkudur sardı. Gerçekten insanoğlu,”O mahiler ki derya içredir, deryayı bilmezler" denildiği gibi, çevresini ve çevresinde olup bitenleri gereği gibi kavrayamıyormuş! Kemal Tahir bugün, 27 Mayıs ve Milli Birlik Komitesi üzerinde hepimizi şaşırtan bir konuşma yaptı. Kemal, bizi şaşırtan düşüncelere ulaşmak için taze haber kaynakları bulmuş değildi. Elindeki bilgi, hepimizin elinde olan bilgi idi. Fakat bizden çok farklı bir değerlendirme yapıyor. Hemen her sohbetimizden kendisinden yeni bir şeyler öğrendiğimi biliyordum. Fakat bunları bir yere yazmayı şimdiye kadar hiç düşünmedim. Kemal Tahir, sıradan adam değil.  Önemli adam!. İster onun fikir çizgisini belirlemeğe yarasın, ister ondan neler öğrendiğimi hatırlamama yardım etsin, önemli bulduğum konuşmaları bundan böyle yazacağım ve saklayacağım. İçtenlikle bu karara vardığım için, yatmadan önce bunları çabuk çabuk karalıyorum. Gerçi Kemal'in sohbetlerini yazmak kolay bir iş değil; çok renkli konuşuyor! En güç anlaşılır fikirleri, kolayca döküveriyor sözcüklere. Hele, fikirlerin sizi yorduğunu fark edince, orta anadolu türkçesine vurup konuyu bir hafıfletmesi var ki, anlatılacak gibi değil! Kendi kendime düşündüm, konuşmalarını özgün yanlarıyla özetleyeceğim. Elverdiğince, kendi sözcüklerini aklımda tutmaya çalışacağım ki notlarda biraz da sohbetin rüzgarı bulunsun.

Kemal Tahir bıyık altından zehir gibi gülüyordu: "-Gördünüz mü arkadaşlar gazeteleri? Gayri gözümüz aydın; gayri Türkeş albayımızın sayesinde canımızı gölgeye attık. Bundan böyle şaşırma yok artık! Albayımızın yeni kuracağı dernekten Demokrasi ilkelerini öylesine ezbere alacağız ki, yeniyetme medrese uleması kaç parda! ”Adalet" dediler mi,”dürüstlük" dediler mi,”demokrasi" dediler mi ağzımızdan ballar, şerbetler akacak! Türkeş albayımız bizi adam etmeğe karar vermiş canım! 


Bir kaç gündür gazeteler ve radyolar, Türkeş'in denetimindeki Başbakanlık Dairesi, adalet, dürüstlük ve demokrasi ilkelerini ayakta tutmak, özgür düşünce ve bilimin ışığı altında Türk halkının manevi ve ruhi dünyasını sağlam temellere oturtmak amacıyla bir plan hazırlanmasını, Milli Eğitim, Maliye ve İçişleri Bakanlıklarına görev verdiğini duyuruyorlardı. Bu plan gereğince bir dernek kurulacak. Devlet tarafından finanse edilecek bu dernek, Edirne'den Kars'a bütün ülkede şubeler açacak ve burada aydını, genci, yaşlısı, kadını, erkeğiyle bütün vatandaşları eğitecek. Bu eğitim sona erdikten sonra seçimler yapılıp yeni parlamento kurulacakmış. Kemal, bu habere deyinmek istiyordu.”Kişiyi nasıl bilirsin" hesabı, kim gelse koşuyoruz peşisıra; bu adam,”Kötüye karşı çıktı, iyidir her hal" diye.  Kimdir, nedir, neyin nesidir, arayıp sorduğumuz yok. Şu Milll Birlik Komitesi, söz temsili, bir sabah paldır küldür geldi:”Nato'ya bağlıyız, Sento'ya bağlıyız, kimseyle kavgalı değiliz, aranızda kapıştınız, biz ayıracağız." dedi. Öylesine inandık ki, parmak şıklatıp oynamaya durduk sokaklarda Vaz geçtim, kimdir, nedir, neyin nesidir diye araştırmayı, bari adamın _sözüne baksak ya!.  'Sento'ya bağlıyım, Nato'ya bağlıyım' diyor, sonra biz, sonra Marksist Kemal Tahir, gelenlerden bir şey umuyor!.  Akıl göğe çekilmiş olmalı hiç kuşkusuz, yoksa bu rezilliğe düşmeyecek insanoğlu.” Yahu, biz kaç uykumuzdan kimin sesiyle uyandık 27 Mayıs'ta?. Türkeş albayımızın sesiyle değil mi? Eee. Kim bu Türkeş albay?. İsmet Paşa'nın tabutluklarda tırnağını söktüğü Turancılarımızdan biri!.  Şu devrilen Demokrat Parti'yi ne ile suçluyoruz? Faşistlikle! Kimmiş bu faşist, Demokrat Parti'yi geceyarısı deviren? Faşisti de geçip Ergenokon türküleri çağıran Alpaslan Türkeş! Bizde hiç şuncacık akıl olsa, bu yaş tahtaya basar mıydık? Ben haftasına aydım aymasına ya, ama aymaz olaydıın diyesim geliyor Kimin kulağına çıtlattıysam, bel bel yüzüme baktı da,”Ne söylüyor bu adam?" dercesine gözlerini belertti; sonra yanımdan savuşup; gitti.”Al işte aôkadaş, senin özgürlük melaikesi dediğin Türkeş albayın!  Her kasabaya okul açacak da bize adamlık öğretecek, demokrasi, adalet, dürüstlük dersi verecek; biz, ya bunları Türkeş albayın istediği biçimde öğreneceğiz, ya da öğrenene kadar özgürlük melaikesi albay başımızda bağdaş kurup oturacak! İyi mi? Beğendiniz mi şimdi olanları?”

“Hiç düşünmüyoruz: bu Türkeş albay 27 Mayıs sabahı radyolarda hangi türküyü çağırıyordu?.”Nato'ya bağlıyız, Sento'ya bağlıyız." Yahu bizde akıl gibi bir akıl mı var?  Nato'ya bağlısın, Sento'ya bağlısın da, senin gibi hem Nato'ya, hem Sento'ya bağlı, üstelik de silahla değil, seçimle gelmiş bir iktidarı niye tepeliyorsun bakalım? deyip yakasına sarılmıyoruz! Bırak, sarılmak şurada kalsın, ardısıra geziniyoruz ki, Allah beterinden esirgesin! 


Kemal Tahir'le birlikte, üç buçuk saat hep aynı konuyu konuştuk. Değişik açılardan yapılmış eleştiriler hep Kemal Tahir'den geldi. Kemal'e göre,”Alpaslan Türkeş, kendi başına böyle bir kararı veremez." Besbelli ki, Komitede böyle düşünenler var. Böyle düşünmeyenler olduğunu da İsmet'in ve Sabahattin'in sınıf arkadaşı olan komite üyelerinden biliyoruz.”Öyleyse, bölündü komite demektir" diye yorumunu ta mamladı.”Komite bölünmüşse, Alpaslan albay belki planını yürütemez. Ama biz buna bağlanacak değiliz. Devletin arkaladığı resmi derneklerle eğitime koşulmak, aslında bahane Gitmek istemiyorlar!.  Bir yandan, partilerin ocak-bucaklarını kapatıyorlar, bir yandan köylere kadar,-uzanan devlete dayalı kendi ocak-bucaklarını açmaya hevesleniyorlar. Kimseye yutturamazlar bunu. -Böyle bir işe koşulmak da kimseye kalmamış.  Milli Birlik Komitesi bu işe bulaşırsa üfürükle dağılır gider alimallah İsmet Paşa'nın sabrını tüketmesinler!”Kemal Tahir'in çözümü güç yanlarından biri de, İsmet Paşa tutkusudur. İsmet Paşa'nın Başbakanlığı sırasında 17 yıl ceza giymiş, bunun on üç yılını Çorum, Malatya, Çankırı, Kırşehir damlarında yatmış olduğu halde, - başkaları gibi- ne devlete küsmüş, ne İsmet Paşa'ya öfkelenmişti. Tersine İsmet Paşa'nın yaman bir devlet adamı olduğuna inanırdı. Önemli bir olay oldu mu Kemal Tahir hemen sorardı:”İsmet Paşa ne diyor bakalım?" Onun söylediğinde Kemal Tahir'e göre, daima bir devlet kerameti vardı! Damarına basmak için yüklendim: - Hani senin İsmet Paşan, Kemal?  Sabrı ne zaman tükenecek ki?.  Adamlar hükümeti ve Meclis çoğunluğunu Harbiye’ye kaptırıyorlar, İsmet Paşa susuyor! Tabutluklardan çıkan Türkeş” önce okutup imtihan edeceğim, sonra seçimler olacak" diyor, İsmet Paşa yine susuyor!. Ne zaman sabrı tükenecek bu mübarek Paşa'nın?  Mısır'ın Sfenksi dile gelecek, İsmet Paşa gelmeyecek!  Kemal Tahir tasarladığım gibi hemen Paşa'yı arkaladı:”- Dur hele!. Sana ne göründü de böyle konuşuyorsun bakalım? Bu sıra İsmet Paşa'nın susması mı önemli, yoksa konuşması mı? Konuştu mu, Paşa'nın ne düşündüğünü, olayı nasıl yorumladığını şıp diye anlarsın.  Ya susarsa?. arkadaş. ya susarsa n'aparsın?. Başlamaz mı karnın ağrımaya? ”Bu devlet tilkisi neyin peşinde bakalım,” diye dönenmez misin?  İsmet Paşa neyi bilir, neyi bilmez, tartışılır ama, lafın sırasını bilir!  Neden vazgeçer, neden vazgeçmez bilmem ama, devlet'ten vazgeçmediğini adım gibi bilirim. (Sonra bana döndü) Sen İsmet Paşa'nın ardı sıra ne arıyorsun hele!? Menderes'in ebcedini bitamam aklına sindirdin de İsmet Paşa'dan "Kurt Kur"anı" hatmine mi çökeceksin…” 
Kemal Tahir'in sözleri, hepimizin kahkahalarıyla noktalandı.

İsmet Bozdağ’ın Notu: Kemal Tahir'in o günlerde yaptığı bu konuşmalar, belki kırk yılsonra bugün doğal görülecektir. Bu fikirleri, 27 Mayıs'ın ikinci haftasında söylemeğe başlayan Kemal Tahir'in, ne türlü etkilerden kolayca sıyrıldığını anlatabilmek için, 27 Mayıs'ı yapanların içinde yaşamış yazar Bedii Faik'in 1967 yılında yayınladığı anılarındaki şu cümleleri, ”İhtilalciler Arasında Bir Gazeteci" adlı kitabının 36'ıncı sayfasından aktarıyorum: ”Onlar söyledikçe, gönderdikçe (yani 27 Mayısçılar) biz yazıyor, biz yazdıkça da onlar söylüyorlardı. Bugün ihtimal:”İnanmasaydınız!" demek, çok kimseye kolay gelir. O günleri anlayabilmek için, sadece yaşamış olmak yetmez; onlardan öncesini de bizler gibi yaşamış olmalı." Bu sözlere karşı şunu söylemekle yetineceğim: Kemal Tahir: ”o günlerin öncesi"ni de sayın yazar gibi tedirgin yaşamış, hazırlanmış valizi kapının yanında, tutuklanıp cezaevine götürülmesini haftalarca beklemişti…