2 Kasım 2014 Pazar

KIN/CEVHER KARA

içimde bir öfke birikiyor kardeşim.
çaresizlerin öfkesi
geçersizlerin.
gittikçe artanların öfkesi.
ellerinden bir şey gelmeyenlerin
ellerini kaybetmişlerin.

bir dama bir arabeske bakıp dolmasın gözün
kitabı aransın doğal ellerin.
bizi bir düzlük bekliyordur inşallah
boşuna ölmedi kardeşlerin.
kardeşler sevgili kardeşim kardeşlerin
isimlerini verip rencide etmeyelim tinlerini
bilen biliyor kim hangi kulvarda kaçıncı damlasını
düşürüyor asilkirli terinin.

çırpındım çırpındım çırpındım
yoruldu damarlarım dava adımlarından
mecbur olup bir çerçevede izledim göğü
bu dahi telafi etmedi mütevazı özrümü

sapa saplanıyorsa hançer
sırtından emin ol acı duymazsın artık
kötüsü yüzümüz toprağı öper
kötüsü bitmez secdedir.

surda gediğimiz yok kandırmayalım halkı
kitabımız yok cılız sesimiz kısık
sinemamız, romanımız yok
yok tarih felsefemiz
yitip gitti şehir önlerinde gözlerini veren babalar
gözlerini kör edip dizlerini kıranlar
konya'yı ateşlere yakacaklar, yandı yitti kürt oldu
vermek nedir bilmedi neslimiz
artık âşinâ olsak da olmasak da önemsiz
bizi tınlayan mı var
nedir ki cirmimiz.

ben sana gülüm demem bana da güle de yazık olur.
yazık ki demiş bulundum
bilemedim işte halk ile gülün ne ilgisi var
bunca romantizm neyle izâh edilir.
nasıl bir yarı yoldur ki bu daha yola çıkmamışız
ne yoldaşı kendim bile derman değilmiş kendime
yine de bizden geçsin istemiyorum
geç aymış olsam da esrar-ı dünyaya
yoldan dönmüyorum arpa boyumla
yola dönüğüm ya "o da bir şey"
yol
bir
şey
de
ne
olur.

TezgâhFanzin-1

18 Ekim 2014 Cumartesi



Allahım cehennemi harlıyalım

Halkın ümüğüne basılık

Yırtık damar
Hardan ayruk neden anlar
Biz de keselim diyorum
Bizi anlardan çeken eli
Lakin feraset yok piyasa'da



Anlamsızlık diz boyu

Ey haberler
seyretmeye mahkum olmuş halk
Artık televizyon önünden kalk



Musibet dağına ev yapmış gibi

Bir film ağır ilerliyorsa ağır bir şeyden bahsedebilir



bizler nezlemizle eyyub'a özenenler.



Ah o toplumsalailgi yok mu o toplumsalailgi...
İşte o bitiriyor bizi.



Ey gözümüze sokulan turistik değerler
Ey dünyanın en büyük boşluğu ordusu



bize politikayle gel

toplumsallıkla gel

oradadır yumuşak karnımız bizim

halk de canımız al o kadar yani

kardeşlik, dostluk, yoldaş de





Sana "beni kör kuyularda merdivensiz bırakma"

diyen Yusuflar cenaze kulesi oldu

nasıl isteyeceğimizi bilemedik mi yine.

çocuklar diyorum cağızlar kabahatsizler

narin dal şeffaf yapra iplik su

hani elini kaburgasında gezdirirsin de

bir kuşa hırpalıyorsun sanırsın

daha kaç basamak kılalım kendimizi ki sesimiz varsa

ey kervancı hangi ticaret cezbetti nefsini de yoldan çıktın

ey hızır'ın yardakçısı hangi hayırdaki hangi şerdir seni çeken



sen belamızı vermiş gibi
zamanı durdurmuş ona suyu kurttturmuş gibi

Yoksulluğu gizleme yöntemleri

nin de ver lütfen bu basamak yamuk.



Biz ölümün uğrak yeri
Çarşıya iner gibi şen



Sürekli dua talepleri geliyordu
Bizi beğenmeyenler Allah'ın beğendiğine inanır gibi bir hurafeye binmiş
turluyorlardı yardım konvoyu olarak

Onlara anlatmaya çalışmak istiyordum
Allah'ın umrunda değiliz kardeşlerim demek
İstiyordum.
Sosyalleşmek faydalıdır insanı diri tutar ama Allah'ı karıştırmayalım
O karışkan değildir
Duasını kabul etmiyorsun O'nun
Nasıl beklersiniz duanıza icabetini O'nun



Dağılan bir ordu her şey
Korkaklıklar yorgunluklar münafıklıklar
elçiler var yerli onları yerli yerine çağıran
Başaramayan
Helak isteyemeyen
Balıksız
Mağarasız
Gelinsiz.

Göksüz
Yarılan göğüssüz.

Bize bir çimen ordusunun ilerleyişinin kararlılığını ver.



Allah’ım marşlar bozuk kayıtlar aksayan sesler

İri kelimeler büyük tikeler





2 Ekim 2014 Perşembe

Pencere/Nazım Hikmet Ran




Sabaha karşı mıydı bilmiyorum
yoksa akşamüstü müydü
belkide gece yarısı
bilmiyorum
girdi odama pencereler
perdeli perdesiz
ben basma perdeleri severim
ama tül perdeler de vardı
kara ustorlar da
ustorları çekip çekip bırakıyordum
bir daha inmez oldu kimisi
kimisi bir daha çıkamadı yukarı
ve camları kırık pencereler
elimi kestim
kimi camsızdı büsbütün
camsız pencereler içime dokunur
camsız gözlükler gibi

Pencereler
yağmur yağıyordu camlarınıza
kızıl saçları kederli uzun
ben alt dudağımda cıgaram
türkü söylüyordum içimden
yağmur sesini kendi sesimden çok severim

Pencereler
beşinci katta güneşli boşluğunuzda bir deniz
bir deniz mavi yüzük taşından
serçe parmağıma geçirdim usulcacık
üç kere öptüm ağlayarak
öpüp alnıma koydum üç kere

Pencereler
çıktım kırmızı velenseli yataktan
çocuk burnumu dayadım terli camına pencerenin
oda sıcaktı ve genç anamın kokusu vardı odada
dışarda kar yağıyordu
ben kızamık çıkarıyordum

Pencereler
sabaha karşı mıydı bilmiyorum
belki de gece yarısı
bilmiyorum
odamın içindeydi yıldızlar
ve gece kelebekleri gibi
çırpınıyorlardı camlarınızda
ben onlara dokunmaktan çekinerek
açtım sizi pencereler
salıverdim yıldızları geceye
aydınlık sınırsız hür geceye
yapma ayların geçtiği geceye

kurtlar duruyor ayın altında
hasta aç kurtlar
kurtlar duruyor önünde pencerenin
kadife perdeleri kapasam da sımsıkı
ordadırlar bilirim
gözetliyorlar beni

Pencereler
düştüm bir pencereden
bir güzele bakarken
dünya halime güldü
güzel dönüp bakmadı
belki farkında değildi

Pencereler
pencereler
kırk evin penceresi odama girdi
ben oturdum birinin içine
sarkıttım ayaklarımı bulutlara
bahtiyarım
diyebilirdim belki

27 Eylül 2014 Cumartesi

Eski Sözler-II/Mehmet Akif İnan



Eşyası kaybolan bir çocuk gibi
olur olmaz yerde ararım seni

Uykumu çarmıha gerdi sorular
çoğalır fikrimin tedirginliği

Ey kaynar sulara yol alan aklım
kalbime yönelen yaylım ateşi

Günleri gökleri tanımaz oldum
Suçlarım ufkumun zindanı mıdır

Ruhumu emziren bulutlar nerde
rüzgarlar, nerededir cinnetin yolu

Kül oldu umdun bahar çarsısı
ağulandım deli çıkmazlarında

Sözlerim tükendi gülmedi gölgen
takıldı güneşim hüznün ağına

Resmini göklere çizen rüzgarla
oyalansam umut maverasında

Kelimeler gelse ayaklarına
ve sunsa içimin anahtarını

Yolarına çıkıp yakarsam sana
rüya olup girsem uykularına

Bu çılgın duvarlar boğmasın seni
gün olur giderim çığlıklarımla

25 Eylül 2014 Perşembe

AV/ALİ AYÇİL




Foto: Radikal



koça katımlık diye beni size taktılar
iki gülsem birini tuzağa düşürdünüz

ilkin beni saldınız dik yokuştan aşağı
çar naçar iner idim arkamdan üfürdünüz

düşenin kırığını sarmak ehven iş iken
ne varsa iliğimde canhıraş sömürdünüz

sözde avlanacaktım sadağımda meneviş
bir kuzunun postuyla gözümü bürüdünüz

dedim; bu yeşertide bir ceylan yavruladı
siz tutup üzerinde postalla yürüdünüz.


13 Eylül 2014 Cumartesi

KELİMELER BENİM SUDAKİ AKSİM, THESEE/Cemil Meriç




Çağdaş ilim çocukken simya adını taşıyordu. Bütün keşifler mutlak'ı kucaklamak ihtirasından doğdu. Canavarları kılıç veya iman gücü ile dize getirmek her mücahidin rüyası. Bakırdan altın yapmak veya kelimelere ebediyeti hapsetmek söylenilmeyeni, söylenilemeyeni, söylenilemeyecek olanı söylemek. Rimbaud'yu bu ihtiras delirtti. Kelime, içine gönlün, günlerin kokusunu boşalttığımız bir şişe. Ama gönlün de, günlerin de ıtırı öyle uçucu ki şişe boşalıveriyor kendiliğinden. Kuşlar ilelebet şarkı söylemiyor cümlenin kafesinde. Cümleden Partenon veya Süleymaniye kim yapmış? İskenderiyeli bilginler olmasa Homeros'tan ne kalırdı? Şöhret tesadüflerin en gözü bağlısı. Saadet de öyle. Bahçede dolaşan çocuk her adımda bir karınca yuvasını yok edebilir. Gayretlerimiz, eserlerimiz tesadüflerin her adımda yerle bir edeceği, edebileceği birer karınca yuvası. Peki ne yapalım? İstiyorum ki kelimeler bütün kirli libaslarından soyunup bir Hint mabedindeki kutsal bakireler gibi raksa başlasın. Söylediğim her cümle yalnız benim olsun istiyorum, çocuğumdan fazla benim olsun, etimden fazla benim. Gerçek sanat adamı kelimelerin imparatorudur. Ülkesindeki bütün çiçekler bütün meyveler kendisinindir. Renkleri başkadır o çiçeklerin, o meyvelerin tadı başka hiçbir meyvede bulunmaz. Tanrı eğlenmek için yaratmış dünyayı. O yıldızlarla, kürelerle, okyanuslarla ve insanla oynayan bir çocuk. Sen de kelimelerle oynayacaksın. Acaba kelimenin dışında kâinat var mı? Sonunda kehkeşan da, kâinat da, Tanrı da kelime.. Tanrıları insan yaratmadı mı? İnsanın malzemesi kelime değil mi? Ve Tanrı ışık olsun, dedi.
Sanat için sanat, sanatkârın gerçeğini sahtesinden ayıran şaşmaz ölçü. Güneş sarayları aydınlatmış, kulübeleri aydınlatmış umurunda mı? Kuş şarkısını söyler, gül sabahı ıtırı ile selamlar, şair yaratır. Pınar hangi susuzlukları giderdiğinin farkında mı? Cemiyet için sanat, köylü efendimizdir yalanının az daha efendicesi. Mehtap körlere hitap etmez. Şahikalar oraya tırmanabilenlerindir. Puşkin yerden göğe kadar haklı. Mabedimden çekil, sen kamçıdan, sen tekmeden ve küfürden anlarsın. Öyle seveceksin ki kelimeleri, yalnız senin için raksedecekler. Saray olacaklar, bahçe olacaklar. Pygmalion kelimelerden yaratmıştır sevgilisini. Neden has bahçene yabancıları sokmak isteyeceksin? Beethoven'e besteleri yetiyordu, yalnız ruhu ile dinleyebildiği besteler. Hayır ben hâlâ kelimelerden çok insanların âşıkıyım. Ondan cümlelerim Süleymaniyeleşemiyor. Hiçbir maşukanın rakibe tahammülü yok. Peri masallarında olduğu gibi ezeli bir kılıktan kılığa geçiş, ezeli bir akış içinde kelimeler. Seni sevdiler mi peri padişahının kızı oluveriyorlar. İhanetin onları bir anda kurbağaya çeviriyor. Çölü vâhâlaştıran gönlün. Kucak kucak inci ve cam. Ve kader bunlardan istediklerini seç diyor sana. Kelime Atman, bütün varlıkların özü, hamuru, kanı. Kelime, sperma. Lila lila.. Bu harikulade temaşayı neden vecd içinde seyretmiyorsun? Yarat ve eğlen. Ama Tanrı yalnız kayaları, yalnız denizi, yalnız ormanları halketmemiş, beğendirmek istemiş yaptıklarını. Hilkat bir diyalog. İnsanla Tanrının diyalogu. Anlamış ki bu tiyatroya başka bir seyirci daha lâzım. İnsansız has bahçe engizisyon zindanlarından daha kasvetlidir, dostum. Tanrı kendi kendine yete-memiş. Narsis de yetememiş kendi kendine, suda aksini seyretmek bir nevi ikileşmek, bir ben, bir de sudaki ben: yani o. Ve Narsis yaşayamamış. Öldürmüş Narsis'i bencillik, kurutmuş. Kelimeler benim sudaki akislerim. Onları kucaklayamam. Kelimeleri senin için yıldızlaştınyorum. Neredesin ve kimsin?

Halbuki ben "Thesee"den bahsedecektim. Gide okumayı, Tevrat'la Binbir Gece'den öğrenmiş. O iki kitapta bütün Gide var, bütün Gide ve bütün Asya. Hatta bütün insan. Ne kadar oynanmış Tevrat üzerinde. Süleyman'ın meselleri Fransızca-da başka, İbranicede başka. Galand'm Binbir Gece'si gerçek Binbir Gece'den çok On dördüncü Louis devrinin egzotik bir meyvesi. Ama her iki kitap da birer sihirli halı. İnsanı Asya bahçelerine kanatlandıran birer sihirli halı.

Thesee "babam insanların en âlâsıydı" diyor, "hoştu, güzeldi, ama ve lâkin., galiba öz babam da değildi. Ve insan bu, her şeyi hatırlayamaz ki... Girit'te zafer kazanırsam gemime beyaz yelkenler takacaktım dönüşte, unutmuşum. Peder siyah yelkenleri görünce canına kıymış. Hoş unutup unutmadığıma pek emin değilim ya" diyor, "hazret canımı sıkmaya başlamıştı" diyor.

Ödip, Thesee... Yaratanla eseri arasındaki bu kanlı çatışma eşyanın mahiyeti icabı mı? O zaman yavrularını yiyen erkek kedi bize bütün felsefelerden daha değerli bir ibret dersi veriyor. İnsanlık tek perdelik bir dram gibi bir nesilde sona ermeli aziz dostum. Thesee de, Ödip de hükümdardılar. Hükümdar demek canavar demek. Sonra insanın yamyamlıktan henüz kurtulduğu bir çağda yaşıyorlardı. Ve rüya görmeyen bir kavmin muhayyelesinden fışkırmışlardı. Yunanlı rüya görmez mi? Yunanlının rüyaları bir kanatlanış değil, bir aynaya bakıştır. Yunanlı olmayan Yunanlılar da var: Eflatun gibi.. Ve Eflatun Homeros'a bunun için kızgın. Ama "Le Reine Morte"ta da aynı dâva. Burada değişen yalnız devir. Kahramanlar yine taçlı. Hayır. İnsan insanın kurdu değildir. Sen yarına çevireceksin bakışlarını, yamyama değil, Tanrıya bakacaksın. İsa'nın çocuğu yoktu. İsamn çocuğu: tarih. Bu-da'nın çocuğu yoktu. Hepimiz Buda'nın çocuğuyuz. Muhammed'in çocukları sokaktaki adamdılar. Muhammed'in çocuğu nesiller. "Recherche de 'Absolu'de hayatını kocasına vakfeden kadın nihayet isyan eder, sen evlen memeliydin der, siz gönüllerini bir ideale verenler ne koca olabilirsiniz, ne baba. Ama mutlak peşindekiler için çocuk bir yabancı, günah bir isimdir. Hugo için Francois kimdi? Sofrasında görmeye alıştığı bir misafir. Muhteşem yatağımdan daha az ilgi çekici bir mobilya, bir dekor. Senin eserin yok, senin Juliette Drouet'n yok, şöhretin evinin sınırlarını aşmaz. Oyuncağın yok. Ve hiçbir şey hatta baba bile olamıyorsun. İstediğin halde olamıyorsun. 

23.5.1963
Jurnal-1


18 Ağustos 2014 Pazartesi

LÜTFÜ ZÂRİF HİKÂYESİ VE BİR AĞIT/METİN ÖNAL MENGÜŞOĞLU



1. LÜTFÜ ZÂRİF KONUŞUYOR

Uman liman içinde
Eski zaman içinde
Gemiler kalkmıyordu
Aynı güman içinde

Yatağın başucunda
Bir çalarsaat durdu
Tam onikiyi vurdu
-Bu Hıdır nedir dede –
Geçen gün iskelede
Gördüğüm adam dedi.
Saçlarımı elledi
Gözlerinde yaş vardı
(Böbreğinde taş vardı)
Eski hikâyeleri
Bilirdi en ileri
Yaşında bile aklı
Hâlâ başImda saklı
Hayır bunamamıştı
(Hiç tutunamamıştı)
Buydu bütün kederi
Titriyordu elleri
-Dede Hıdır’ı sordum –
Bekle, düşünüyordum:
Oğul Hıdır bir mitti
Geldi, konuştu, gitti.


2. LÜTFÜ ZÂRİF İSYAN EDER VURURLAR

Yerine yolladığın adamlar zalim çıktı
Sen de yanıldın hey
Bana durmadan bir düş kurdu gibi
Acaip kellesiyle görünen şey.

Haydi söyleyeyim
- Nolur bırak açıklama
Hayır söyleyeceğim ki o eşkiya bendim
Farkında mısınız bendim
Ve ağzım mühür
Silahımda yüzbin menzil görünür
O çıplak bilekten sarkan astar
Ve kuş beyninize sıkılan kurşun
Ve çoraplarınızla namus telakkileriniz
Ve ucu rümûzlu mendilleriniz
Küvetleriniz saç ilâçlarınız
Ağrıyan kulunçlannız tuvalet kâğıtlarınız
Sur dibinde sevişen dudaklarınız
-Halbuki değil
Sizden çok başkalarına ait karınız
-Hakaret dâvâsı açmak isterim
-O kadar
Hah hah hay
Mahkemeleriniz ve savcı yardımcılarınız
(Sağcı yardımcılarınız)
Haydi söyleyeyim
-Nolur söyleme
Kabirlerin yöresinde kurbanlarınız
-Oh. çok şükür atlattık

Pamuk ipliğine bağlı canlarınız
Din kitaplarınız (fincanlarınız)
-Halbuki fincan kitap değil
İntihar üstüne romanlarınız
-Şimdi dinleyin
Bir ihanet yaprağında
Arzın her karış toprağında
Nasıl morarıyor her damar
Ve nasıl bastırıyor daha gün düşmeden
Evlerimizin kuytusunda akşamlar.
Biri vardı
Oğlunun başına dokunamadan! 
Kırkıncı mevlüdü okunamadan öldü
-Kim öldü
-Ustam öldü.
Biri vardı
Bir çivi çakamadan
Doyunca bakamadan

Biri vardı
Daha suçlarından sakınamadan
Yan yöresine bakmamadan
-Noldu
Deve kalktı
-Demek ölmemiş
Ölen deve değil insandı
Senin gibi benim gibi bir candı
Sokakları dolandı
Ateşten eli yandı
Uyudu ve uyandı
-Ve öldü
-İnsanı korkutmadan gelen azrail var mı


3. AĞIT

Ben Lütfü
Zârif ölümü söylerim
Bir de ağıt.

Kayabaşı yelgeçidi kurtizi
Dururdu yerli yerinde düzlük
Pertek canibinden esen rüzgâr
Üç dağın eteğinde kudururdu

Bir yaman kış bastırırdı yöreyi
Et sızlar kemik sızlar
Suyu donardı çeşmelerimizin bacım
Horoz düşmez olurdu tetik oynamaz

Karda bir rengi vardı ki kanın
Gelincik domuru sanırsın görsen
-Kim ölmüş, niçin bu suskunluk
-Kime kıymış yine yaban itleri

Bunlar başka itler bacım gardaşım
Başka hayvanlarla gelmiştiler
İşlemez olmuyordu tüfenkleri hiç
Çatır çatır düşüyordu tetikler

-İmdat, insan doğranılıyor
Doğranır, kim kime dum dumaydı
Sârâ Hatun minaresinde ezan
Göğüs boşluklarımızda hüzün vardı

Ses işitir ses dinlerdik ses sesi
Ardarda ve ardarda hiç durmadan
-Pat pat pat paat pat pat
Ses kesilir susar dinlerdik ses biterdi

Biter bitmez oh çekerdik ferahına
Mangal gibi büyüyen yüreğimizin
Birden yeniden acıyla sancıyla uğultuyla
-Pat pat pat paat pat pat

-Yetişiiiin, yessirin olam imam efendi
-İmam efendi yetişin, git kurtar
Ne imam bulunurdu gardaşım ne iman
Sarsılırdı kepenkleri çarşı dükânlarının

Büyük çınar büyük çınar olalı yüz yıl
 Ne böyle gürültüler gördü ne böyle ağıt
İnan olsun buralarda yaşanmaz
Buralarda gayrı kimse yaşlanmaz bacım

Bilsen bir yetimhânedir her hâne
Ve her hânede yükselen dul çığlıkları
Ve her hanenin ekmeğine bir el konardı
Ne ateş yanardı ne köz olurdu

Kayabaşı yelboğazı ejderhataşı
Arapbaba sırtlarında bir tufan
Sarsılan süt kalesi kayardı yatağından
Çığlıklar gider buzluk’a dayanırdı

Kan gövdeyi götürdü atalar sözü
Derler ki kalmıştır o günlerden nişan
Hakikat ta ondan bu yana bacım
İnsanlarımızın boyu bodur kalmıştır.


Kitap: Ben Asyalı Bir Ozan
Yayınevi: Esra Sanat

4 Ağustos 2014 Pazartesi

Ey/Turgut Uyar





türkçe'deki en güzel hitap ünlemi, en şiir kelimelerden biri. 




`..
ey` yorgun atlar, ey geri dönenler, sayı bilmiyen çocuklar 
..
ey birgün
çiçek açmak birgün
dağlara dağlara birer birer dağlara
...
ey yorgun atlar, sayı bilmiyen çocuklar
ey bütün hazır elbiseciler ey,'*

'ey susam!.. ey karanlık!.. ey borçlarını ödemeyenler!..
...
ey her şey!.. ey beni gülünç eden bitki sapları!..
...
ey bütün kadınlar uzak!.. 
...
ey yanan bir şey,
yanan ve içilen bir şey`,
karanlıktı kanım bir şey`,
güneşe başkaldırmıştı kanım (.....) sanarak.
...
ey kimse yok!..ey bir mavinin unutulmasından
arta kalan!..
ey sen var mısın?
ey olma!..
...
ey sür atlarını bacaklarımdan bağlayıp karışık ölümsıkıntııslakgülünçlüğü
renkli camların!..
...
senden haber ver, ey yaralı kahraman atlar!.. ey büyütüp
yaralarını yalayan atlar!.. otoburlukla kana karışmayan atlar!..
arabanızı çekiyordunuz,
aygırlarınızı iştahla uyandıran kalçalarınızda büyük yaralar...'*

'ey kutsal bencillik!.. seni
bırakmak niye?.. suları ve seni bırakmak,
niye?..
...
ey en gerekli yapısı tanrıların, ben!..
nem varsa sanadır!.. yıkılmış birlikler, kırılmış bardaklar
ölen kadınlar,
kan...'*

'ey o büyük düşünce!..'*

'ey en güzeli, en gürü bütün çeşmelerin
ayın ve denizin sahibi ve su içmelerin
sana sığınılacaktır'*

'gel ey büyük bakış yüce suskunluk gel artık beri
...
ey yüce bekleyiş, sanki bu kalın eller kimin elleri
...
ey biraz yavaş, biraz kutsal, beklerken az sevinçli
...
çünkü ben ey derim ve severim ey demeyi bilenleri
...
ey kim varsa orda o tek olanın adına çekin kürekleri'*

'ey güzel mavi güneş, sen çekici misin bir ustanın
...
ey soyumdan ve aşkımdan yana olan kalbim'*

'ey bir yelkende kurutulmuş güneş anısının giderilmez akşamsızlığı'*

'ey en akıllı kişisi dünyanın'*

'ey güzelim sümbül ve teber ey canım'*

24 Temmuz 2014 Perşembe

" Kardeşim bu akşam Kadir Gecesi'dir beni camiye götürmeni istiyorum"






‘‘Nazım Hikmet, Nisan 1957'de Bükreş'e geldiğinde Romanya Komünist Partisi tercüman olarak beni görevlendirdi. Nazım Hikmet, Athena Palace Oteli'ndeki odasında bana ‘Kardeşim, bu akşam Kadir Gecesi. Bu akşam beni camiye götür' dedi. Onu Komünist Partisi'nin bilgisi dışında, gizlice Carol Camisi'ne götürdüm. Ama orada başıma neler geldi neler...'' Prof. Mustafa Mehmet yıllarca sakladığı bu sırrı anlatırken heyecandan terliyordu. 





Yıl 1957, Ramazan ayının 27'nci günüydü. Romanya Bilimler Akademisi Tarih Enstitüsü'nde çalışıyordum. Enstitü Müdürü beni odasına çağırınca çok heyecanlandım. Komünist rejimde bir işçinin müdürü tarafından odasına çağrılması pek hayra alamet değildi çünkü. Bana ‘‘Otur'' dedi. ‘‘Scinteia Gazetesi'ni okudun mu?'' O gazete İşçi Partisi Merkez Komitesi yayın organıydı. Evet, dedim. ‘‘O zaman Nazım Hikmet'in Bükreş'te olduğunu duymuşsundur'' dedi. Beni şöyle aşağıdan yukarı doğru süzdü. ‘‘Hemen evine git, elbiselerini değiştir ve Athena Palace Oteli'nde kalan Nazım Hikmet'in yanına git. Nazım Hikmet Türkçe bilen biriyle konuşmak istiyormuş. Ne isterse ona göre hareket et.'' Ardından ‘‘Bize de bilgi ver'' diye ekledi. 



Athena Palace Oteli'nde Nazım Hikmet'in odasının kapısını ürkek ürkek tıklattım. Kapıyı kendisi açtı. İriyarı bir insandı. Çok heyecanlanmıştım. İçimden ‘‘Ey garip Mustafa, sen nire, Nazım Hikmet nire'' dedim. ‘‘Türkçe konuşan sensin değil mi?'' diyerek beni odasına buyur etti. Odada Ankara mı, İstanbul mu bilemediğim bir radyo çalıyordu. Yanında sonradan adını yanlış hatırlamıyorsam Galina (Nazım'ın doktoru ve sevgilisi Galina Grigoryevna Kolesnikova olsa gerek) olduğunu öğrendiğim hanım da bana tebessüm etti. 



ŞOFÖR GİTTİĞİMİZ YERİ BİLSİN İSTEMEDİ



Nazım Hikmet bana ne iş yaptığımı sordu. Gözlerinden Türkçe bilen biri ile konuşmanın mutluluğunu okuyordum. Birden sandalyeden ayağa kalktı ve bana tok bir sesle ‘‘Oruç tutuyor musun?'' dedi. ‘‘Kardeşim bu akşam Kadir Gecesi'dir. Beni camiye götürmeni istiyorum.'' 



Şaşkınlık içinde, olur efendim, diyebildim. İçimden, ‘‘Allah Allah! Koskoca bir komünist nasıl olur da...'' diye geçirdim. Siz akşam ezanından sonra hazır olun, dedim. Devlet ona bir araba tahsis etmişti. Teravihe kadar camiyi ziyaret ederiz diye anlaştık. Odadan çıkınca beni bir panik aldı. Teşkilata haber versem bir türlü, vermesem bir türlü. Şimdi yıkıldı orası ama Carol parkının içinde bir göl, ortasında bir adacık, onun üstünde de şirin bir camimiz vardı. İmama önceden haber verdim. Çok önemli bir misafiri akşam ile teravih namazı arasında camiyi ziyarete getireceğimi ve küçük bir mevlit programı yapmasını istedim. 



Nazım ve yanındaki hanımla camiye doğru yola çıktık. Nazım Hikmet, gittiğimiz yeri şoförün bilmesini istemiyordu. Arabayı camiye uzak bir yerde durdurttu, şoförü yolladı. Cami yarıya kadar doluydu ve mevlit okunuyordu. Nazım Hikmet için caminin ortasına bir sandalye konulmuştu. Nazım sandalyeye oturdu. Yanındaki hanım ise ayakta durdu. İmam bana mevlitten kısa bir parça okumamı istedi. Ben de Ey Azizleri okudum. Nazım dinledi. Sonra cemaate ünlü şairin aramızda bulunduğunu duyurdum. İşte bu sırada Nazım kalkıp, cemaate ‘‘Ben komünistim. Ama sizleri böyle cami gibi kutsal bir mekanda derli toplu görmekten son derece mutlu oldum ve çok duygulandım'' dedi. 



CAMİDEN ÇIKINCA FENALAŞTI, YIĞILDI



Vedalaştık ve camiden çıktık, köprüyü geçtik. Birkaç adım attıktan sonra Nazım sendelemeye başladı. Eliyle göğsünü tuttu. ‘‘Kardeşim ben ölüyorum'' dedi. Yere doğru yığılırken, bir kolundan ben diğer kolundan ona eşlik eden hanım zorlukla doğrultup parktaki bir kanepeye yatırdık. Hayatımın en güç anlarını yaşıyordum. İçimden ‘‘Burada ölürse ben Komünist Partisi'ne ne derim'' diyordum. ‘‘Onu neden camiye götürdün'' diye sorduklarında ne cevap verecektim? Yanındaki kadın Nazım'ın başını dizlerine koydu. Çantasını karıştırıp bir ilaç verdi, taksi çağırmamı istedi. Nazım arabaya biner binmez nefes almakta zorluk çektiği için bütün camları açmamızı istedi. Şoföre bizi ormanlık Herastrav Parkı'na götür dedim. Nazım biraz açılır gibi oldu. Karnının aç olduğunu söyleyerek gittiğimiz yerde lokanta olup olmadığını sordu. Lokantada kendine geldi. 



Dört ay sonra Nazım Hikmet'le bir kez daha karşılaştım. Akrabalarımı ziyaret etmek için Bulgaristan'a gitmiştim. Eski bir gazeteci arkadaşımla Sofya'da buluştum. ‘‘Tam zamanında geldin. Sana bir sürprizim var'' dedi. Beni Sofya'nın en lüks lokantasına götürdü. Uzun bir masada Nazım Hikmet Bulgar yazarlarıyla dondurma yiyordu. Kollarını sıvamış dondurmayı kaşıklarken, göz göze geldik. Beni kucaklayıp, ‘‘Kardeşim, beni sen kurtardın'' dedi. Arkadaşımın Bükreş'teki olayları bilmesini istemediğim için, Nazım'ı Bükreş'te görmüştüm, kısa bir tanışıklılığımız olmuştu, diyerek vaziyeti geçiştirdim.






9 Temmuz 2014 Çarşamba

denize atılan bir şişe...








'ey karşısında vecitli saatler yaşadığım eski dostum kâğıt! ne zaman dertlerime kulak verecek, ne zaman kafamdakilere makes olacaksın? fikirler kelebekler gibi, onları hafızaya iğnelemeye kalkınca bir toz yığını haline geliyorlar... yazabilsem benim de hürriyetim olacak. belki yaşadığımı ve yaşamaya layık olduğumu hissedeceğim. bu zavallı satırların hiçbir okuyucusu olmasa bile. denize atılan bir şişe onlar. belki dalgalar asırlarca sonra aşina bir ele tevdi edecek onları... radyoda örümcek ağına benzeyen sesler... bunları senin için yazıyorum, meçhul dost. bu bir davet, sevgi daveti. isterdim ki kelimeler çiçek çiçek eşiğine yağsın; isterdim ki kelimeler yıldız yıldız aydınlatsın odanı. sönen gözlerimin bütün aydınlığı kıvılcımlaşsın onlarda. kelimeler bûseleşsin ve güvercinler gibi, kuğular gibi, kırlangıçlar gibi uçsun sana... güller, menekşeler, krizantemler bir mevsimlik, kelimeler paros mermerinden daha ebedi... ama ben ne onlarla bir türbe kurmak istiyorum, ne bir heykel yapmak. şöhretin en azametlisi bir dakika yasamaya değer mi diyeceksiniz. doğru. yalnız kelimeler o dakikayı ebedileştirdiği ölçüde mânâlıdırlar.' (c. meriç - jurnal-1 sf. 36)


'okyanusta bir sal, salda bir yolcu ve gece... bu kitap fırtınaya tutulan o yolcunun, içine kafasındaki bütün ışığı doldurup, dalgalara fırlattığı şişe! denize atılan şişe hangi sahilde, hangi bahtiyar tarafından bulunacak... kumsalda oynayan çocuklar içindeki tomarı uçurtma mı yapacaklar? düşüncelerine inatçı bir zıpkın gibi saplanan ıstıraplardan utanıyor, utanıyor. kanatları oklarla delik deşik düşüncelerinin. onlarda ne kartal ihtişamı var, ne albatros azameti... bir zamanlar bataklıklardan enginlere bir kırlangıç gibi süzülen düşünceler... şimdi enginler sis içinde. deha, dikenli bir taç.' (c. meriç - jurnal-1 sf. 40)


'denize atılan şişe, denize değil, kör kuyuya. kuyunun sahili yok ve şişedeki kalp ve şişedeki kafa, kıyamete kadar karanlıklarda taaffüne mahkûm. zavallı, zavallı çocuk!' (c. meriç - jurnal-1 sf. 366)

20 Haziran 2014 Cuma

Cemal SÜREYA'nın Ahmed ARİF yazısı

[Bold vurgular bana aittir.]

«Bir şair: Ahmed Arif
Toplar dağların rüzgârlarını
Dağıtır çocuklara erken»


«Hasretinden Prangalar Eskittim» kitabıyla Ahmed Arif’in şiiri de gün ışığına çıktı. Böylece Ahmed Arif’in Türk şiirinde zaten öteden beri sağlamış bulunduğu yer, okurun gözünde de matematik bir kesinlik kazandı. Sanırım, bu yer, bundan sonra en az tartışılır yerlerden biri olarak kalacaktır. Şu yaşadığımız günler sarsıntılı, karmaşalı günler. Çok hareketli günler. Ama bu arada fikir ve sanat hayatımızda yerleşik değerler ile yeni değerler arasında, yerleşik değerlerin kendi içinde, yeni bir trafik doğmuş bulunuyor. Şimdiye dek şu yönden bakılmış değerlere şimdi bir de bu yönden bakılmakta, dayanıksız değerler ufalanmakta, silinmekte, çok şeyin hesabı görülmektedir. Ayrıca sağlam değerler yerlerini bulmaktadır, ya da bulmaları için pek bir şey kalmamaktadır. Bunun için, iyidir diyorum, bu sarsıntı, bu karmaşa. Daha önce şairler arası bir «pazarı» olan Ahmed Arif de bu arada bu durumdan fırlayıp okura uzanmak olanağını buldu, ya da gereğini duydu.

Ahmed Arif Diyarbakır’lı. İlk şiirleri 1948-1951 yılları arasında bir iki dergide göründü. O günlerde kendisi Ankara Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinde, felsefe bölümünde öğrenciydi. Sonra tutuklandı. İlk şiirlerini ortaya çıkardığı sıralarda Orhan Veli ve arkadaşları şiire iyice hâkim görünüyorlardı. Garip dönemi bitmiş, Sabahattin Eyuboğlu'nun deyimiyle “halk olarak sanatın” dolaylarında dolaşılmaya başlamıştı. Bütün gençler, bütün yeni yetmeler Orhan Veli'ye, Oktay Rıfat'a, Melih Cevdet Anday'a öykünüyordu. Sanki şiir yalnız onların yazdığıydı; onların yazdığından başka şiir olamazdı sanki. Gençlerin bu bilinçsiz tutumu şiirimize zararlı olmuştur. Ama genç sanatçıların çoğu böyle olmakla birlikle, aralarında kendi çıkış noktalarını geliştirmeye çalışan, Orhan Veli ve arkadaşlarına pek kulak asmayan kimseler de yok değildi. Ahmed Arif’i de bunlardan biri olarak görüyoruz. İlk şiirinde bile. Gariple gelen şiirin içeriğine aldırmamıştır. Önerilmekte olan ve bir çeşit şiirsiz şiir diyebileceğimiz hareketi umursamadan kendi doğrultusunda çalışan birkaç şairden biri de odur.

Ahmed Arif’in şiiri bir bakıma Nâzım Hikmet çizgisinde, daha doğrusu Nâzım Hikmet'in de bulunduğu çizgide gelişmiştir. Ama iki şair arasında büyük ayrılıklar var. Nâzım Hikmet, şehirlerin şairidir. Ovadan seslenir insanlara, büyük düzlüklerden. Ovada akan «büyük ve bereketli bir ırmak» gibidir. Uygardır. Ahmed Arif ise dağları söylüyor. Uyrukluk tanımayan, yaşsız dağları «âsi» dağları. Uzun ve tek bir ağıt gibidir onun şiiri. «Daha deniz görmemiş» çocuklara adanmıştır. Kurdun kuşun arasında, yaban çiçekleri arasında söylenmiştir, bir hançer kabzasına işlenmiştir. Ama o ağıtta, bir yerde, birdenbire bir zafer şarkısına dönülecekmiş gibi bir umut (bir sanrı, daha doğrusu bir hırs), keskin bir parıltı vardır. Türkü söyleyerek çarpışan, yaralıyken de, arkadaşları için tarih özeti çıkaran, buna felsefe ve inanç katmayı ihmal etmeyen bir gerillanın şiiridir. Karşı koymaktan çok, boyun eğmeyen bir doğa içinde. Büyük zenginliği ilkel bir katkısızlık olan atıcı, avcı bir doğa içinde.

1959-1962 yılları arasında Ankara'daydım, Muzaffer Erdost tanıştırmıştı bizi. Hemen dost olmuştuk. O sıra, Muzaffer Erdost Ulus gazetesinin basımevi müdürüydü. Ahmed Arif de Medeniyet gazetesinde çalışıyordu. Haftanın üç-dört günü beraberdik. Daha doğrusu üç-dört gecesi. Ben, geceye doğru, saat 11-12 sıralarında Ulus gazetesine giderdim. O ara, kendi gazetesini erkenden bağlamış bulunan Ahmed Arif de oraya gelmiş olurdu. Muzaffer'in odasında oturur, sabaha kadar konuşurduk. Nelerden konuşurduk? Her şeyden. Sabahleyin, yürüye yürüye Kızılay'a kadar gidilir, orada ayrılınırdı. Yaz, kış, hep böyle. Bu sıkı ilişki birbirimizi iyice tanımamıza yardım etti. Her şairin konuşma tarzıyla (hattâ yüzüyle) şiiri arasında bir yakınlık, bir benzerlik vardır muhakkak; ama konuşmasıyla şiiri arasında bu kadar bir özdeşlik bulunan bir şaire ilk kez Ahmed Arif’te raslıyordum. Onun şiiri, konuşmasından alınmış herhangi bir parça gibidir; konuşması ise, şiirin her yöne doğru bir devamı gibi. Bir bakıma «Oral» (ağza ilişkin) bir şiirdir onunki. Bizde oral şiirin tuhaf bir kaderi vardır: bu şiirde, genellikle, ya kuru bir söylevciliğe düşülür, ya da harcıâlem duyguların tekdüze evrenine. Daha doğrusu, nedense şimdiye kadar genellikle böyle olmuştur. Bu, sözün yakışığı uğruna, şiirin elden çıkarılması, harcanmasıdır. Ahmed Arif’in şiirinde böyle bir sakınca yok. Hiç bir zaman söyleve düşmez. Bir duygu sağnağı, imgeler halinde, sıra sıra mısralar kurar. Ana düşünce, dipte, her zaman belirli, ama sakin durur; çoğalır, büyür belki, ama kalın bir damar halinde hep dipte durur. Ahmed Arif, kendi şiirine en uygun yapıyı ve mısra düzenini bulmuş bir şairdir. Anlatımıyla, şiirin özü arasında özdeşlik vardır. Türkçe destan türünün en ilginç deneylerini yapmıştır. En ilginç çıkışını desek daha yerinde olacak Bir yalçınlığı koyuyor şiirine Ahmed Arif, bir graniti. O yalçınlıktan, birden, sınır köylerine iniyor; «tavukları birbirine karışan» insanları anlatıyor. Bu birdenbirelik onu kekre diyebileceğimiz bir lirizme ulaştırıyor. Ya da tersi oluyor. Eksiksiz bir silah koleksiyonunun arasından görüşmecisinin yolladığı taze soğan demetini görüyorsunuz. Ahmed Arif, Doğu Anadolu'nun, sınır boylarının yersel görüntüleri içinde oraların türkülerini kalkındırıyor, bütün Anadolu türkülerine ulaştırıyor onları, büyütüyor, besliyor; ama boğulmuyor onların arasında. Doğu Anadolu insanının müthiş malzemesini korkusuz bir lirizm içinde önümüze yığıyor. Sonra bütün Anadolu insanına doğru yayıyor onu. Pir Sultan Abdal'ı, Urfa'lı Nazif'i, Köroğlu'na, Bedrettin'e götürüyor. Büyük bir sevgiye, bir umuda çağırıyor Anadolu insanını; gözlerinden öperek, çıldırasıya severek. Evet, halk türkülerinden yararlanıyor Ahmed Arif. Yalnız, halk kaynağının, edebiyat için, şiir için, türkülerden öte daha bir sürü olanak taşıdığını, hatta öbür halk kaynakları içinde türkülerin o kadar da büyük bir ağırlık taşımadığını iyi biliyor. Bu yanıyla halk kaynağına eğildiklerini sanan başka şairlerden ayrılıyor. Onlar gibi sadece türkülere yaslanmıyor. Özellikle destan türü için vazgeçilmez olan tavrı tâ temelden takınıyor. Çalışmalarını ona göre yapıyor.

Ahmed Arif kendi şiirine en uygun yapıyı ve mısra düzenini getirmiştir, dedik. Bir de, Paul Eluard için söylenmiş bir sözün onun şiirine de uyduğunu söyleyelim: Paul Eluard’ın şiiri imgenin tutsağı değildir; gerçeküstücü döneminde de, ondan sonraki dönemde de, şiirin temelinde yatan ana öğe, mısraların kısalığı, kuruluş tarzı ve bunların birbirleriyle bağlama biçimi sayesinde ipuçlarını hiç bir zaman saklamamıştır. Ahmed Arif’te de öyle. İmge, çıplaklığın çarpıcılığını taşır; düşünce, vurucu özelliğini ilk anda kullanır. «Hasretinden Prangalar Eskittim»de bunun birçok örneğini görüyoruz. Sonra imge onda sınırlı bir öğe değil. Bir bakıma şiirin kendisi, bütünü. Öyle ki bütünüyle vardır onun şiiri. Kelimeler ilişkin oldukları kavramları aşan ve daha geniş durumları kavrayan bir nitelik gösteriyor. Şiirin bütünü içinde kullanılmış bazı düz sözler inanılmaz bir çarpıcılık, bir imge yeteneği kazanmaktadır Ahmed Arif’te. Öte yandan, şiirin içinde birer ikişer kelimelik mısralar halinde akan bu sözler biçim yönünden de önem kazanmaktadır. Öyle ki, kendiliğinden doğan ve yalnız Ahmed Arif’e özgü gizli bir aruz gibi bu sözlerden bütün şiire bir müzik yayılmakta, ya da bütün şiir çekidüzenini onlarda bulmaktadır.

Sözgelimi, Otuzüç Kurşun'da:

Yakışıklı
Hafif
İyi süvari

mısralarının;

yine aynı şiirde:

ve karaca sürüsü 
Keklik takımı...

mısralarının böyle bir işlevi vardır.

Bu, Mayakovski'nin ritm elde etmek için yaptığı biçim çalışmalarını akla getiriyorsa da, aslında bu noktada iki şairin tutumlarını birbirine karıştırmamak gerekir. Mayakovski için, ritm, bir yerde, her şeydir; «şiirin temel gücünü» ritmde bulur o; bir endüstriye benzettiği şiir için ritm manyetik gücü ya da elektriklenmeyi temsil eder. Ahmed Arif için ise ritm sadece bir olanak olarak önemlidir. Ama aralarındaki asıl ayrım surda sanırım: Mayakovski'de ritm, bir bakıma, şiirin dışında bir yerdedir, anonim bir tekniktir. Bunun için sık sık düşey ya da yatay ses benzerliklerine, bağdaşımlarına başvurur. Daha özetlersek: Mayakovski ritmi ses'te aramaktadır. Ahmed Arif ise söz'de arar. Bunun için onun şiiri bir noktada «oral» niteliğini bırakır, çok ötelere gider. Bu yanıyla çağdaş şiirin en yeni yönsemelerine karışır. Özellikle imge konusunda yaptığı sıçrama onu bugünkü şiiri hazırlayanlardan biri yapmıştır. Zaten birçok şairin onun etkisinden geçmesi de bunu gösteriyor. Sadece bu bakımdan bile «Hasretinden Prangalar Eskittim», geç kalmış bir kitap değildir. Bir de şu bakımdan geç kalmış bir yapıt değildir «Hasretinden Prangalar Eskittim»: Yaşsız bir şiirdir Ahmed Arif’in şiiri. Günün değil, çağın değil, çağların «aktüalite»siyle doludur. «Künyesi çizileli» kimbilir kaç yıldız uçmuştur. Dirsek teması içinde bulunduğu köylülerin, yürüyerek gezdiği kasabaların arasından tarihi kalın çizgilerle görmeyi sever. Tarihi ve uygarlığı. Yalnız, «Diyarbekir Kalesinden Notlar ve Adiloş Bebenin Ninnisi»nde daha güncül bir tavrı var.Otuzüç Kurşun'da da biraz öyle. Bir yerde tarihten önce yaşamış bir ozan konuşuyor sanırsınız, başka bir yerde en genç kuşağın bir verimi karşısında gibisinizdir. Bu bakımdan elli yıl sonra da yayımlansaydı aynı ilgiyi görecek, sevilecekti bence.

Hollanda'ya gittiğimde orada Van Gogh'un sarılarının kaynağını bulmuş ve daha çok sevmeye başlamıştım. Van Gogh'un resimlerindeki sarıları. Çünkü Hollanda’daki coğrafya’nın yeryüzü şekillerinin, bitkisel örtünün sarıları Van Gogh'u içimde somutlamış ve bir yere oturtmuştu. Onun çalışmasını gözümde daha da büyütmüştü. Doğal verilerle yaratıcı çalışma arasındaki böyle bir ilişki sanat yapıtının değerini artırıyor. Sanat yapıtı gerçeğin asalağı olmamalıdır, ama bütün bütüne de ondan kopmamalıdır, ondan kopmayışın kanıtlarını taşımalıdır.

Aynı şekilde, Erzurum toprağını gördükten, Doğu Anadolu'daki yeryüzü şekillerini, iyice dolaşıp, içime sindirdikten sonra, Aşık Veysel'in sesine daha çok tutuldum. Van Gogh'un sarıları Hollanda toprağının baskın renklerini taşıyor, bir yerde onlara katkıda bulunuyordu, onların arasında açılmış çılgın, sanrılı çiçekler gibiydi. Aşık Veysel’in sesinde de Doğu Anadolu toprağının rengi, kıvamı, taşıl niteliği, köy evlerinin içinden geçen arklar, yüzükoyun yatarak su içen delikanlılar, genç kızlar vardı. Ahmed Arif’in şiirinde de, şiirini yaparken kullandığı araçlarda da, anlattığı yerlerin, yapıtına koyduğu hayatın çok tutarlı bir bileşkesini görüyorum. Özellikle destan timinde bunun nice önemli olduğunu anlıyorum Ahmed Arifi okurken.
Cesareti söylüyor Ahmed Arif. Yiğitliği.
Bir pınar gibi, bir yeraltı suyu gibi, bir tipi gibi.

«Dostuna yarasını gösterir gibi».

Yücelerde yıllanmış katar katar karın içinde yürüyor yalnayak ve ayakları yanarak.



Papirüs — Ocak 1969

İnternet alıntısı: www.siir.gen.tr