30 Ekim 2013 Çarşamba

Yoksulluk Çirkindir/Yıldırım Türker



Bunu herkes bilir. Yoksul doğanlar sonradan ne kadar varsıl olsalar da arkalarında bıraktıkları izi ömür boyu nafile silmeye çalışırlar. Yoksulluk gözlerinin ferine, ciğerlerinin derinine, rüyalarına yerleşmiştir bir kere.

Yoksulluk insanın tüm benliğine öyle hızla ve güçlü siner ki, yılların refahıyla havalandırılsa da kâr etmez. Açlıkla boğuşmuşluğu olan insan ne kadar doysa da tokların masasında eğreti oturur. Yoksullukla dövmelenmiş ruhlar örtünüp gizlense de yakayı ele verir.
Yoksulluk işgalcidir. Varlıktan yokluğa düşmek, yoksulluğa yuvalanmak kolaydır. Bünye birkaç çırpınır. Yoksulluğu beyzadeliğin kibriyle yenir yutulur hale getirmek için akla karayı seçer. Alnını göğe yapıştırır. Gıdasının hanidir başkalarının kahkahaları olduğunu görmezden gelir. Beyaz giyer kış günü. Sonrası aşikâr. Ya bir dekadans hikâyesinin romantik sonunu fısıldayarak ölür gider. Ya da hayatta kalmak için kibrinden istifa eder.

Yoksulluk, öncelikle nefis terbiyesini gündeme getirir. Yoksulluğu zarafetle giyinip, utanılası bir şey olmadığına ikna olmak güçtür gerçi. Ama elzemdir. Yoksulluğun ruhu çürütmemesi için beslenmesi gerekir. Bu da paylaşmanın, şefkatin, vicdanın erdem olarak deftere yazılmasıyla başlar. Varsılların nefis mücadelesiyle işi olmaz. Onlar için bu konu olsa olsa bir hobidir. Meditasyona gidilir, yoga yapılır, havaalanlarından irade, iyilik ve sevgi üstüne hazır elkitaplarından alınır, hafta sonu programı feda edilip çocuk Tatilya’ya götürülür.
Yoksulluğun dibi, insanı gelecek duygusundan kurtarır. İnsanı, o günü çıkarmaya çalışan, her halükârda sağ kalmak için çırpınan bir memeliye dönüştürür. Gelecek duygusundan boşanmış insan, ürkütücüdür. Dünya yanından bir hışımla dönüp geçerken kendisinden alkış bile beklenmeyen bir seyirci olarak orada, boşlukta soluk alıp vermenin gerilimi insana her şeyi yaptırabilir. Görüntüler dünyası ona nispet etmek için gecenin kıyısından azametle geçen ışıl ışıl bir şehrayindir. Yoksul, sonsuza dek dışarıda, soğukta bırakılmış olduğunu hisseder.
Açlığın tezahürü iştah kaçırır. Yiyecek yardımı kuyruklarında birbirini paralayan açların görüntüsü her türlü tartışmayı, her türlü gündemi hoyratça anlamsız kılar. Açların orta yerde, tokların gözü önünde bir torba erzak için vahşileşmesinin yanında hiçbir sözün ağırlığı kalmaz. Yok saymak, görmezden gelmek, aymazlıktan öte hayatın affetmeyeceği bir suçtur. Görenleri yoksulluk edebiyatı yapmakla, dünyanın gerisinde kalmış olmakla suçlayanlar da bu aymazlardır işte. Sınıf ayrımcılığıyla, kini kışkırtmakla, yoksulları ayaklanmaya teşvikle suçlarlar, görenleri.
Oysa yoksulun kin üretebilmesi, isyan duygusuyla kavrulması için sınıf bilinci edinmesi, adalet duygusunun sarsılması, özgürlük heyecanına gem vuramaz hale gelmesi hiç gerekmez. Yoksul, gösteri ve nispet dünyasında er geç bir gün nefsine yenilecek, faul yapacaktır.

Hapishaneler, onlarla doludur. Hapishaneler, onlar içindir. Yoksullar birbirlerini ya da kendilerini öldürene dek; kaygılardan, hastalıktan, açlıktan kırılana dek, sıkı bir denetim altında tutulur. Yoksulluk en gizlenemeyen, en maskelenemeyen şey olduğu için denetlenmeleri hiç de zor değildir. Yoksullukla damgalı olanın coğrafyası sınırlıdır. Şehrin şık bulvarları, mutena semtlerine adım atmaları mümkün değildir. Vitrinlerin önünde, nezih kahvelerin berisinde yakışık almaz, sırıtırlar. Meğerki sorulduğunda boyunlarını büküp hizmetine gittikleri kapının adresini göstersinler. Geç de olsa kömürünü alabildiği, borçla da olsa çocuğunu okula yollayabildiği için kendini hiç değilse çukurun yamacında sanan üniformalı yoksullar tarafından nefretle tembih edilirler. Onların üstünden bir an gözü ayırmak olmaz. Yoksullar, doğuştan suçludur.
Bu dünya, varsılın seyredilmesi üstüne kuruludur. Sahip olmak, tek başına hiçbir anlam taşımaz. Varsıl, sahip olduğu ayrıcalıkları göstermek zorundadır. Toplumsal hayat, karşındakine sahip olduklarını gösterip onunkilerle karşılaştırdıktan sonra merdivenin hangi basamağında duracağına karar verme sürecidir. Sıfırdan üretilip sana yamanan ihtiyaçlar içinde kıvranıp vahşi bir tüketim fetişizmiyle besili varoluşunu parlatabilirsin. Yoksulun, dünya nimetleriyle arasındaki gergin mesafeyi mülkiyet tanrısının sopasıyla korumak da sana düşüyor. Sahip olduğunu göstermek zorundasın. Para da yoksulluğun ta kendisi gibidir. Asla saklanamaz.
Gece gündüz kalabalık caddelerde dilenen çocukların üstünden atlamak zorlaştı. Yaşlı kadınlar artık insanın koluna yapışıyor. Adamlar üç kuruşluk bir şeyi satmak için uzun uzun yanınızdan yürüyor. Tavırlarındaki farkı hissetmiyor musunuz? Artık yakarmıyor, hesap soruyorlar. Dilenmiyor, haklarını istiyorlar. Açların öfkesiyle tütsülenmiş dönüyorsunuz her akşam eve. Yoksulluğun çirkinliği sindi işte sizin de üstünüze. Bunlar nereden çıktı böyle? Ne kadar yapışkanlar? Hiç mi gururları yok? Oysa siz, ‘yoksul ve onurlu’ masallarıyla büyütülmüş Cumhuriyet çocuklarısınız. Ne o, nefesiniz mi kokuyor?
Yoksulluktan korkmayan, salaktır. Kendi paçasını kurtardığına ikna edilmiş orta sınıf terbiyesiyle büyütülen her çocuğa ilk öğretilen, yoksulluğun kokusunu alıp ondan uzak durmaktır. ‘Yabancılarla konuşma’ uyarısı da aslında çulsuzlardan uzak dur anlamı taşır. Yoksullar, yabancıdır. Adetleri farklı, uzak bir dünyanın sakinleridir onlar. Onlara dokunmadan yiyecek atabilirsiniz. Öyle mi?
Aç, muhtaç insanlara lütufta bulunur gibi orada burada yiyecek dağıtma üslubunun kendisinde, can çekişen yoksul bir insanlık kültürünün imzası okunuyor. Açları kapıştırıp seyretmekten zevk alan intihari bir kültürün. Polis copları altında itişen o kadınlarla adamlar, ana-babalarımız. Bugün değilse yarın.



5 Ekim 2013 Cumartesi

büyük ve güzel şeyler



uzağımızdadırlar.

çok uzağımızda.
küçük ve çirkin şeylermişiz de ondan mı?
bilmiyorum.
ama bizim için büyük ve güzel şeyler, 
en fazla tren camından;
içinde sekinet bulabilme inancıyla izlediğimiz, 
kuytu, yeşil, usul bir köy.
en çok bu kadar yakınız.
bizler kadim seyirciler.
gözlerimizin gücü değil bu rolün bize verilme sebebi.
ya ne?
elimizin körü! 
evet, ellerimizin hiçbir eli göremeyecek denli kör olduğuna inanılması bize bu rolü hakettiren.


'sana ne kadar uzaklar biliyor musun sana oldukça uzaklar' 
bülent sönmez - ortadoğu mektupları

büyük ve güzel şeyler de var” demişti bir gün. o sırada ben ne yapıyordum? hiçbir üzelliğin içime girmesine izin vermiyordum. öyle miydim? hatırlamıyorum. turgut sarhoş gibiydi; ne yaptığını bilmeden kayıp gidiyordu sokaklarda. anlatılmaz bir duyguydu bu. neye benziyorum acaba? beni kötü yetiştirdiler dostum! güzeli ifade gücünden yoksun bıraktılar beni. tıpkı filmlerdeki gibi diyebiliyorum ancak. ne acıklı değil mi? Sf. 107

masanın yanındaki aynaya takıldı gözü. orada zavallılığını gördü, “büyük ve güzel” şeylerin yokluğunu gördü yüzünde. yıllarca yanıbaşında yaşayan selim’in, bu yüzü güzelleştirmesine nasıl izin vermediğini, sunulan zenginlikleri nasıl kör bir inatla geri ittiğini gördü. “bir dostun varlığı güzel bir şeydir; fakat bir dosta ihtiyaç duymadan yaşayabilmektir önemli olan” sözünü söyleyen turgut’un fakir suratını gördü. aynalarla arası iyi değildi bugünlerde. yanımda dururken, ona elimi uzatmak mesele değilken... farkında olmadığım bir varlığı sadece elimden kaçırdım diye peşinden... Sf. 111

büyük ve güzel şeylere karşı ilgi duymuyorsunuz. yükselemiyorsunuz. Sf. 348

büyük ve güzel şeylerin dışarı çıkmasına izin vermiyor. korkuyoruz. düşünmekten ve sevmekten korkuyoruz. insan olmaktan korkuyoruz. insana benzetirsek, onlara acımaktan korkuyoruz. işin içine bir kere acıma girerse, ondan bir daha kurtulamamaktan korkuyoruz. Sf. 453

böyle bir düzen içinde insan düşünebilir mi? büyük ve güzel şeyleri demek istiyorum. önce eşya engel oluyor, sonra şartlar: kalorifer, hizmetçi, çocuk odası. düşünmek için kendime bir daire tutsam. içinde, düşünmeye engel olacak eşyalardan hiçbiri bulunmayan küçük bir daire. kapıdan girer girmez ayakkabılarımı çıkarıyorum ve düşünme terliklerimi giyiyorum. odalardan hiçbirinin özel bir adı yok; hepsi de sadece oda. bir odada, sandalyenin üstünde, düşünme elbiselerim duruyor. üstümdekileri çıkarıp hemen bir dolaba kaldırıyorum ve dolabın kapağını hemen kapatıyorum. ne dolabı olduğu belli değil; dolap işte, her şey konabilir içine. her şey, düşünmeyle ilgisine göre adlandırılıyor, her şey düşünmeye yaradığı oranda önemli. orada ne düşüneceğim? kim bilir? oraya gitmeden belli olmaz. ne düşüneceğimi düşünürüm. Sf. 557

büyük ve güzel şeyler yerine, aşağılık şeyler düşündüm. şimdi de durum düzelmiş değil: hiçbir şey düşünemiyorum. çok bayağı bir olay. neresinden tutulsa insanın elinde kalıyor: dağınık ve çürük bir örgü. evet, haklıydı akrabalar. ben, normal olmadığım için anormal olan bir çocuktum. allah beni kahretsin ve ediyor da. montaigne, kötü davranışlardan, istemediğiniz için kaçının, diyor: beceremediğiniz için değil. beni ne güzel açıklıyor. ben de diyorum ki: sayın montaigne ve sizin gibiler! canınız cehenneme! sizin haklı olmanız bana hiçbir şey kazandırmıyor. Sf. 612

bugün öğleden sonra saat ikiden itibaren eşyayı suçlamaya başladım. önce üzerinden kalkmadığım divan-yatak suçlandı. sonra tavan ve en sonunda banyo-tuvalet. bütün düşüncelerimi emip bitirmekle suçluyorum sizleri. bütün hayallerimi sömürdünüz, gene de doymadınız. büyük ve güzel şeyler yaratmama yardımcı olmadınız. büyük bir sağırlıkla, kahredici bir dilsizlikle sustunuz güzelliklere. geri istiyorum hapsettiğiniz duygularımı, düşüncelerimi. hepinizi mahkemeye veriyorum: tahliye davası açıyorum. ne diyorsunuz? bize bir şey vermedin mi diyorsunuz? ne yapmışım? duyulmuyor, hızlı söyleyin. gülerim saçmalarınıza. hiçbir güzellik vermemişim onlara. tavan diyor ki gözler ile benim köşelerimi birleştirdin sadece. köşegenlerimin kesim noktasının elektrik kordonuna uzaklığını hesapladın. banyodaki fayansları da, saymışım sadece. yarım fayansları çıkarmışım, ikiye bölmüşüm... hepiniz yalan söylüyorsunuz. ben... ben kant gibi düşünmek istiyordum. kelimelerle uğraşıyordum ayrıca. evet, diyorlar hep bir olup: kelimelerle uğraştın. kelimeleri bölüp durdun: eisen-stein, demir-taş; ein-stein, tek-taş; victor-mature, muzaffer-kâmil. bunlarla geçirdin vaktini. önsözler okudun hayalinde: bize yeni bir şey öğretmedin. kaybettin. mahkemeyi de mi kaybettim? mahkemeyi de kaybettin. mahkeme masrafları, ücreti vekâlet filan da bana mı yıkıldı? hepsi sana yıkıldı. ben mahkemede sevimli görüneceğimi sanıyordum, benim bu kadar kayıp içinde olmamdan utanırlar da beni daha çok severler sanıyordum. aldanıyorsun. burası mahkeme: düşkünler yurdu değil. sakın kıyameti koparmaya kalkma: mahkemenin manevi şahsiyetine hakaretten de mahkum olursun. bir insan eşyayı da suçlayamazsa, divana istediği gibi bir tekme atamazsa insanlığı nerede kalır? eşya da isyan eder mi insana? insan mahkemelerinde eşyalar davayı kazanır mı? Sf. 670-71
oğuz atay - tutunamayanlar

sussam sokağı





'Sen bize güzel bir masal anlatırsan, dedim ona, ben de senin sayende dünyaya belki yeni bir şeyler söylerim.' diyor oğuzatay. dünyaya güzel bir şey söyleyebilmemizin, söylememizin dünyanın umrunda olup olmadığı hususunda kuşkuluyuz. çok şükür ki halen kuşkuluyuz. belki yakın bir zamanda kuşkumuz, olumsuz bir netliğe, kesinliğe ulaşacak; dünyaya bir şey söylemenin anlamsızlığına kanaat getirecek, susacağız. yankısızlığımızın gelip dayandığı eşik, bizi dilsizliğe özendiriyor. her yolculuğunda kaybolan bir sesi kim yola çıkarmak isteyebilir ki? kim, ne kadar sürdürebilir dinleyecisi ve anlayıcısı bir tek kendi olduğu bir söylevi?

4 Ekim 2013 Cuma

Hakan Arslanbenzer'in Yayınlamadığı Şiirler-2

gözelim aşığınam sanma nezerden/cevher kara

canım yandı bir sigara yakayım,
duman ağzımdan çıkarken ben
dudağına bakayım

çok mu içtim başım döndü yamaca
dumanları üfledim o gökteki amaca

bulut musun terlersin rahmetile sen
kelime misin uç verirsin dile sen

bire bin verdirdin içimdeki payama
soğuk bir kabza koydun o gencecik ayama

rahle midir dizin başımı indiriyor
yeryüzünü post ettin ilmini bildiriyor

hoş olmadı serim aydım sevince
damarlarıma en verdin buradan geçince

ağlama bir çiçek
elbet ulaşılmaz olmalı
âşık ağzı açık karşısında durmalı

bize böyle buyurdu büyük buyurgan
yeryüzünü döşek yaptı üstümüzde yok yorgan

kıble ne taraf bir salat eyleyeyim
olmayacaktır ama amin diyeyim

dünyada vermedi yine ondandır medet
cennette yer ayırtalım sen de iman et.

Hakan Arslanbenzer'in Yayınlamadığı Şiirler-1

köze üflemek gibi bir nehir olursun/cevher kara

kıyıdan gel kağıt gemimim kıyıdan
sana kan çekiyorum dilsiz kuyudan
yelkenlerine ne olmuş senin ak bir teni
çizer gibi jiletle kelimeler çizmişler.
kağıt gemim kıyıdan gel
yatağımdan et beni annem örselensin
sermaye öfkelensin
solcular öbeklensin
sağcılar göbeklensin
biz örneklenelim
bütün müteşabihliğin
bütün sembolizminle gel
edindim merak etme dillerince çilingirler
kadınlara bir şey de reklamlara
çıkmasınlar seri katil karşıma
oyunu bozalım istanbul fatih görsün
ak şemsim atımın terkisinde yerin
gelmesi gereken zamanlarda kelimeleri
getirebilirim gelmesi gereken anlamlara


seni seviyorum bu gayet anlamlı kelimeler.

3 Ekim 2013 Perşembe

söz uçar sözcü ölür/cevher kara




Allah var
gam var
ama
gam zedeleniyor
Allah var


güneş bir harf boyu yükselince
kelimeleraltı’nda duran bu
şiirler
okur sana

kelimelerden fazla sığınağım yok
böyle
yıllar var
barksız
ileri gidersem bahtsızım

bark ki sert bir türkçe
ve o farsçasızlanınca
ve bundan bir keskinlik töreyince
buyrun: kelimeleraltındayım
tahrif oluyorum

bahtımda sen olsaydın
alsaydın sızısı
bölünerek töreyen
keskinliğini barksızlığımın

kimin elindense
kaçtım
turuncuna kıvrılmış
yorgunküçükuçurtma’yım
dile söv at beni
dilerim
gök yüzüne tut beni

kimin ilindense
göçtüm
tarıncına kovulmuş
algınkaçıkmülteci’yim
dile kov at beni
dilerim
gök ülkene kat beni

olmadı
açlıktan başka bir şey ver
seni hatırlayacağım
yoksa afrikalaşacağım
içim
suçum
afrika


kuytular bulandım
dibimi göremiyorum
uykular bunaldım
dilimi çizemiyorum
ve artık günaha girmek için
şeytanın koluna girmiyorum
damsız giriyorum
bir demlik şaraba
densizleşiyorum
kusura bakmıyorsun
çocuklara bakılmalı
kusurlarına değil
çün
çok sigara çekiyor
acı içiyorlar çok
ileri derecede annesizlikle
gece irdeleyen saatlerde
elleri papatyasız çocuklar


peşimdeyim
yakalayacağım
ona günümü göstereceğim

peşimdeyim
yakalanacağım
ona günümü göster diyeceğim

sensiz gün görmeyeceğim
sensiz gün görmeyeceğim
sana söylemeyeceğim
söyleyemeyeceğim

seni
geç bulup er yitirmek
az bilip çok şükretmek
ve bu medcezir neye yol açıyor
seni benliğime bir ik tir mek ten başka
dakka dakka bir iki yorsun


başlarımız aşka takoz
aşk başaşığı
şeytan boşaltıyor freni
gülümseyen yüzümüz asfalta
her şey bir tüfeğe bakıyor
yüzümüz bir tüfeğe
doldur şeytan
— yine mi sen
tetiklesene şeytan
gözlerimizin bağı çözülüyor
gözlerimiz
doluyor saçma sapan
dökülüyor ela misketler
dökülüyor kahve can
— şeytanın bacağına dokunmadan
ama allah’tan korkmalıyız
aşk bir gerçeklik değil
— bir şaka
olabilir
aşkı âşık olarak yaşamalıyız
— şeytan hiç aşık olmadı biliyor musun


bir dutun koyu
yeşil doruğuna
senle yanaşmak
bir üstgeçitle ya da uçarak
senle bakışmak
senle bakışmak
aşka kelimelerden başka
bir fırsat tanımak


yaşasınlar istanbulbeyfendileri
taşralılar ölsün
anlayışsıztaşralılar ölsün
saksılara gömsünler onları
paris kim oluyor
isfehan kim istanbul
ben sana bakıyorum
hayatım
ellerine
can atıyorum
eteklerine
istanbul
bana gülümsesene
günümü göstersene n’olacak


yağmuru yeganeölüsuyu görenler
ölmesin bir kuraklıkta
son dilekleri yerine getirilsin
hayatı çölağıt okuyanların
— bir duble yağmur lütfen ayık ölmek istemiyor
sözlerimin bağı çözülüyor

özür diliyorum.

ğ dergisi - sayı:3 - eylül 2009