—sabah ezanı okundu. kalk yavrum, işe geç kalacaksın.
ali
nihayet iş bulmuştu. bir haftadır fabrikaya gidiyordu. anası memnundu. namazını
kılmış, duasını yapmıştı, içindeki cenab-ı hak'la beraber oğlunun odasına
girince uzun boyu, geniş vücudu ve çok genç çehresi ile rüyasında makineler,
elektrik pilleri, ampuller gören, makine yağları sürünen ve bir dizel motoru
homurtusu işiten oğlunu evvela uyandırmaya kıyamadı. ali işten çıkmış gibi
terli ve pembe idi.
halıcıoğlu'ndaki
fabrikanın bacası kafasını kaldırmış, bir horoz vekarıyla sabaha, kâğıthane
sırtlarında beliren fecri-kâzibe bakıyordu. neredeyse ötecekti.
ali
nihayet uyandı. anasını kucakladı. her sabah yaptığı gibi yorganı kafasına
büsbütün çekti. anası yorgandan dışarıda kalan ayaklarını gıdıkladı. yataktan
bir hamlede fırlayan oğluyla beraber tekrar yatağa düştükleri zaman bir genç
kız kahkahasıyla gülen kadın mesut sayılabilirdi. mesutları çok az bir
mahallenin çocukları değil miydiler? anasının çocuğundan, çocuğun anasından
başka gelirleri var mıydı? yemek odasına kucak kucağa geçtiler. odanın içini
kızarmış bir ekmek kokusu doldurmuştu. semaver, ne güzel
kaynardı. ali semaveri, içinde ne ıstırap, ne grev, ne de kaza olan bir
fabrikaya benzetirdi. ondan yalnız koku, buhar ve sabahın saadeti istihsal
edilirdi.
sabahleyin
ali'nin bir semaver, bir de fabrikanın önünde bekleyen salep güğümü hoşuna
giderdi. sonra sesler. halıcıoğlu’ndaki askeri mektebin borazanı, fabrikanın
uzun ve bütün haliçti çınlatan düdüğü, onda arzular uyandırır; arzular söndürüldü.
demek ki alimiz biraz şairce idi. büyük değirmende bir elektrik amelesi için
hassasiyet, haliç'e büyük transatlantikler sokmaya benzerse de, biz, ali,
mehmet, haşan biraz böyle- yizdir. hepimizin gönlünde bir aslan yatar.
ali
annesinin elini öptü. sonra şekerli bir şey yemiş gibi dudaklarım yaladı.
annesi gülüyordu. o annesini her öpüşte, böyle bir defa yalanmayı âdet etmişti.
evin küçük bahçesindeki saksıların içinde fesleğenler vardı. ali birkaç
fesleğen yaprağım parmaklarıyla ezerek avuçlarını koklaya koklaya uzaklaştı.
sabah
serin, haliç sisli idi. arkadaşlarını sandal iskelesinde buldu; hepsi de dinç
delikanlılardı. beş kişi halıcıoğlu'na geçtiler.
ali
bütün gün zevkle, hırsla, iştiyakla çalışacak. fakat arkadaşlarından üstün
görünmek istemeden. onun için dürüst, gösterişsiz işliyecek. yoksa işinin
fiyakasını da öğrenmiştir. onun ustası istanbul'da bir tek elektrikçi idi. bir
alman’dı. ali'yi çok severdi, işinin dalaveresini, numarasını da öğretmişti.
kendi kadar usta ve becerikli olanlardan daha üstün görünmenin esrarı
çeviklikte, acelede, aşağı yukarı sporda, yani gençlikte idi.
akşama,
arkadaşlarına yeni bir dost, yeni bir kafadar, ustalarına sağlam bir işçi
kazandırdığına emin ve memnun evine döndü.
anasını
kucakladıktan sonra karşı kahveye, arkadaşlarının yanına koştu. bir pastra
oynadılar. bir heyecanlı tavla partisi seyretti. sonra evinin yolunu tuttu.
anası yatsı namazını kılıyordu. her zaman yaptığı gibi anacığının önüne
çömeldi. seccadenin üzerinde taklalar attı. dilini çıkardı. nihayet kadını güldürmeye
muvaffak olduğu zaman, kadıncağız selam vermek üzere idi.
anası:
— ali be, günah be
yavrum, dedi. günah yavrucuğum, yapma!
ali:
— allah affeder ana, dedi.
sonra
saf, masum sordu:
— allah hiç gülmez, mi?
yemekten
sonra ali, bir natpinkerton romanı okumaya daldı. anası ona bir kazak örüyordu.
sonra yükün içinden lavanta çiçeği kokan şilteler serip yattılar.
anası
sabah namazı okunurken ali'yi uyandırdı.
kızarmış
ekmek kokan odada semaver ne güzel kaynardı. ali semaveri, içinde ne ıstırap,
ne grev, ne de patron olan bir fabrikaya benzetirdi. onda yalnız koku, bulur ve
sabahın saadeti istihsal edilirdi.
• • •
ali'nin
annesine ölüm, bir misafir, bir başörtülü, namazında niyazında bir komşu hanım
gelir gibi geldi. sabahları oğlunun çayını, akşamları iki kap yemeğini
hazırlaya hazırlaya akşamı ediyordu. fakat yüreğinin kenarında bir sızı
hissediyor; buruşuk ve tülbent kokan vücudunda akşamüstleri merdivenleri hızlı
hızlı çıktığı zaman bir kesiklik, bir ter, bir yumuşaklık duyuyordu.
bir
sabah, daha ali uyanmadan, semaverin başında üzerine bir fenalık gelmiş; yakın
sandalyeye çöküvermişti. çöküş, o çöküş.
ali
annesinin kendisini bu sabah niçin uyandırmadığına hayret etmekle beraber uzun
zaman vaktin geciktiğini anlayamamıştı. fabrikanın düdüğü, camların içinden
tizliğini, can koparıcılığını terk etmiş ve bir sünger içinden geçmiş gibi yumuşak,
kulaklarına geldi. fırladı. yemek odasının kapısında durdu. masaya elleri
dayalı uyuklar gibi vaziyetteki ölüyü seyretti. onu uyuyor sanıyordu. ağır ağır
yürüdü. omuzlarından tuttu. dudaklarını soğumaya başlamış yanaklara sürdüğü
zaman ürperdi.
ölümün
karşısında, ne yapsak, muvaffak olmuş bir aktörden farkımız olmayacak. o
kadar, muvaffak olmuş bir aktör.
sarıldı.
onu kendi yatağına götürdü. yorganı üstlerine çekti; soğumaya başlayan vücudu
ısıtmaya çalıştı. vücudunu, hayatiyetini bu soğuk insana aşılamaya uğraştı.
sonra, aciz, onu köşe minderinin üzerine attı. bütün arzusuna rağmen o gün
ağlayamadı. gözleri yandı, yandı, bir damla yaş çıkarmadı. aynaya baktı. en
büyük kederin karşısında, bir gece uykusuz kalmış insan çehresinden başka bir
çehre almak kabil olmayacak mıydı?
ali
birdenbire zayıflamak, birdenbire saçlarını ağarmış görmek, birdenbire belinde
müthiş bir ağrı ile iki kat oluvermek, hemen yüz yaşına girmiş kadar
ihtiyarlamak istiyordu. sonra ölüye bir daha baktı. hiç de korkunç değildi.
bilakis
çehre eskisi kadar müşfik, eskisi kadar mülayimdi. ölünün yan kapalı gözlerini
metin bir elle kapadı. sokağa fırladı. komşu ihtiyar hanıma haber verdi. komşular
koşa koşa eve geldiler. o fabrikaya yollandı. yolda kayıkla giderken, ölüme
alışmış gibi idi.
yan
yana, kucak kucağa, aynı yorganın içinde yatmışlardı. olum munis, anasına
girdiği gibi onun bütün hassasiyetini, şefkatini, yumuşaklığını almıştı. yalnız
biraz soğuktu. ölüm bildiğimiz kadar korkunç bir şey değildi. yalnız biraz
soğuktu o kadar...
ali,
günlerce evin boş odalarında gezindi. gece ışık yakmadan oturdu. geceyi
dinledi. anasını düşündü. fakat ağlayamadı.
bir
sabah yemek odasında karşı karşıya geldiler. o, yemek masasının muşambası
üzerinde sakin ve parlaktı. güneş sarı pirinç maddenin üzerinde donakalmıştı.
onu kulplarından tutarak, gözlerinin göremeyeceği bir yere koydu. kendisi bir
sandalyeye çöktü. bol bol, sessiz bir yağmur gibi ağladı. ve o evde o, bir
daha kaynamadı.
bundan
sonra ali'nin hayatına bir salep güğümü girer.
kış
haliç etrafında istanbul'dakinden daha sert, daha sisli olur. bozuk
kaldırımların üzerinde buz tutmuş çamur parçalarını kırarak erkenden işe
gidenler; mektep hoca lan, celepler ve kasaplar fabrikanın önünde bir müddet
dinlenirler, kocaman bir duvara sırtlarını vererek üstüne zencefil ve tarçın
serpilmiş salep içerlerdi.
yün
eldivenlerin içinde saklı kıymettar elleri salep fincanını kucaklayan
burunları nezleli, kafaları grevli, ıstıraplı pirinç bir semaver gibi tüten
sarışın ameleler, mektep hocaları, celepler, kasaplar ve bazan fakir mektep
talebeleri kocaman fabrika duvarına sırtlarım verirler; üstüne rüyalarının mabadi serpilmiş salepten yudum yudum içerlerdi.
Varlık, (37), 15
Ocak 1935