'aramakla bulunmaz ama
bulanlar arayanlardır' diye bir söz var. bu söz arayanlarla iligliydi. aşağıdaki
yazı hem arayanlar hem de arananlar/bulunanlarla ilgili. aranan? bulunan?
arayanlar ararlarken arandıklarını bilmezlermiş/dücane cündioğlu
- "ne yapmalıyım?" veya
"kurtulmak için ne yapmak gerekir?" gibi suâller garip suâllerdir,
çünkü sadece araçlarla değil, amaçlarla ilgilidirler. "ne istediğini kesin
olarak söyle bana, ona nasıl erişeceğini sana söyleyeyim" gibi hiçbir
teknik cevap yeterli değildir.
bütün mesele şudur: ben ne
istediğimi bilmiyorum. belki bütün istediğim mutlu olmaktır.
ama "mutlu olmak için neye
ihtiyacın olduğunu söyle, o zaman sana ne yapman gerektiğini
söyleyebilirim" cevabı (bu mükerrer cevap), yetmiyor; çünkü ben mutlu
olmak için neye ihtiyaç duyduğumu bilmiyorum.
belki biri diyebilir ki:
- "mutluluk için hikmete
ihtiyacın var!"
iyi ama hikmet nedir?
- "mutluluk için seni hür
kılacak hakikate ihtiyacın var!"
peki, bizi hür kılacak hakikat
nedir?
onu nerede bulabileceğimi bana
kim söyleyecek? ona gitmek için kim bana rehberlik edecek veya en azından
ilerlemek zorunda olduğum yönü kim gösterecek? (e.f. schumacher, aklı
karışıklar için kılavuz, s. 20, istanbul, 1990)
"niçin mutlu olmak ister
insan?" sorusu son tahlilde saçma bir sorudur; çünkü bu sorunun bir tek
cevabı vardır: ... mutlu olmak için... evet, insan mutlu olmak için mutlu olmak
ister. mutluluk (saadet), nev'i ne olursa olsun, insanoğlunun bu dünyada iken
başka birşey için (li-gayrihi) değil, kendisi için (li-zâtihi) isteyebileceği
yegâne şeydir.
bu 'şey' (!) salt umûr-i
zihniyyeden olsaydı, hiç kuşku yok ki o takdirde onu bütün açıklığıyla tarif
edebilir, düşünebildiğimizi başkalarına düşündürebilir, tasavvurumuzu
başkalarınca da tasavvur edilebilecek şekilde dile getirebilirdik. bunu
yapamayacağımız aşikâr. üstelik o, dışarıda kendisine işaret edebileceğimiz,
doğrudan gösterebileceğimiz bir nesne de değil ki "bak işte mutluluk o
değil, şudur!" diyebilelim. dolayısıyla mutluluğu efradını cami, ağyarını
mâni bir surette tarif edemeyeceğimiz gibi, onu gösteremeyiz de. tasavvur
edebildiğimiz sûretleri başkalarına tasvir edebileceğimiz gibi, görebildiğimiz
nesneleri de pekâlâ gösterebiliriz. oysa biz mutluluğu ne tasavvur
edebiliyoruz, ne de ona doğru işaret parmağımızı uzatabiliyoruz. ne garip değil
mi, varolduğunu kabul ediyoruz (!), üstelik onu elde etmek de istiyoruz ama
mahiyeti üzerine, konunun gerektirdiği açıklıkta konuşamıyoruz.
mutluluk üzerine konuşanlar,
kendilerini mutlu kıldığına inandıkları şeyler hakkında konuşurlar; onları
mutlu kılan her ne ise hakkında konuştukları, konuşabildikleri de odur ve fakat
kesinlikle mutluluğun kendisi değil!
"mutluluk nedir?"
sualine verilen cevapların en ikna edici olanlarından biri, kişinin kendi
kendisiyle uyum içinde olmasıymış... çünkü kişi, çevresiyle uyum içinde olmasa
dahi, sadece kendi kendisiyle uyum halinde olduğu takdirde mutlu olabilirmiş...
biliyorum şimdi haklı olarak
soracaksınız: uyum nedir? uyumun arandığı şu "kendilik" de nedir?
uyum (en az) iki şey arasında olduğuna, olacağına göre, benim kendisiyle uyum
içinde olacağım diğer "ben" ne ola ki 'ben'den (kendimden), bu 'ben'e
(kendime) uyum sağlamam isteniyor?!?
anlamış gibi yapsak ve mutlu
olabilmemiz için bize önerilen bu yolun, talep ettiğimiz o mutluluğu bize
kazandıracağını kabul etsek bile; bir diğer deyişle, mutluluğun "kişinin
kendi kendisiyle uyum içinde olması" şeklindeki tarifini anlıyor görünsek,
bu takdirde sözü edilen hâlin mutluluğun tarifi değil imkânı olduğunu, en
nihayet bir benzetme ile karşı karşıyla olduğumuzu teslim etmemiz gerekmez mi?
(itirazcının dediği şu: "mutluluk şudur" demek başka, "şöyle
şöyle yaparsan mutlu olursun" demek başka!)
haksız sayılmaz; çünkü burada
'olmak' için, olmadan önce 'yapmak' gerekiyor (=yaparsan olursun). fakat bir
diğer üstadımız da diyor ki: 'yapman' için evvelâ 'olman' gerekir.
ardından da ekliyor: daha en
baştan niçin mutluluğu kazanılması, elde edilmesi gereken bir şey (!) olarak
kabul ediyorsunuz; ne biliyorsunuz, belki de o size sunulan, ikram edilen bir
şey! öyle ya, belki de siz onu değil, o sizi bulacak ve işte o an geldiğinde
siz 'arayan-bulan' değil, bilakis 'aranan-bulunan' olacaksınız!
ona göre, arayanlar ararlarken
arandıklarını bilmezlermiş.