27 Mart 2015 Cuma

Şaşır: Anlatılan Senin Hikayendir!

Ters yüz etmek. Sanırım aşağıdaki yazının yapmaya çalıştığı bu. Bilinen'e, meşhur'a ve makbul'e sataşmak. "Bir de böyle bak"tırmak istiyor saygı değer Murat Kapkıner. Yazılarını takip edenler fark etmişlerdir ki o, bunu sık sık yapar. Bu sıradaki niyetinin asla "kötü" olmadığı da anlaşılır. Sanırım bunun böyle olduğunu "karşıtları" da teslim ediyor ki kendisine yönelik -çoğu zaman gizli- bir saygı devam eder. Çünkü sesi çilelidir, içtendir, dürüsttür ve doludur. Tekrar yazıya dönersek yazı, bende de bazı sorular, sorgulamalar, okuma gereklilikleri oluşturdu. Sunuşu uzatmayayım da buyurun:







“BU AZİZ MİLLET” YA DA AYŞE ŞASA - MURAT KAPKINER- KAFDAĞI DERGİSİ


Elinizdeki yazıyı beş-altı ay kadar önce kaleme almıştım. Yazının içinde de göreceğiniz gibi içsel çatışmalarımın uzantısı olarak yayınlamaktan vazgeçmiştim.

Kafdağı, yazı (şiir-yazı bir şeyler) istiyordu. Hurdalarımı karıştırdım. Elinizdeki yazıyı okudum. Çelişkilerimden müsbet saatime denk gelmiş olacak ki yayınlamaya karar verdim.

Altı ay önce bu kararı veremeyişimin bir nedeni de yazının ‘çok gecikmiş’ bir eleştiri olacağı ayıbıydı: Kimbilir kaç yıl önce yayınlanmış olan Muhterem Ayşe Şasa Hanımefendi’nin ‘Yeşilçam Günlüğü’nü henüz okumuştum.

İleride ancağım, burukluk bir yana alınırsa (bir defada) hazla okudum. Özellikle ‘çağrışımlar’da bir denemeci olarak sadra şifa şeyler söylüyor. Yazar’ın üslubundaki hikmet, Kitabın tamamını zevkle okutuyor.

Her zaman söylüyorum ‘İyi Kitap değil, ‘İyi yazar’ sözkonusu. Dostoyevski, kötü bir roman da yazmış olsa (para kazanmak için yazdı da), ‘Dostoyevski Sayfaları’ kendini okutuyor. Bana göre Kazancakis iyi bir romancı değil ama ulaşabildiğim bütün eserlerini elimin altındaki bazı ‘iyi roman’lara (Meselâ Orhan Pamuk romanlarına) bu saate kadar tercih ettim. Birini mutlaka bulup okuyor; öteki elimin altında ama okuyamıyor, okumuyorum.

Aynen böyle, Ayşe Şasa sayfaları sözkonusu, ve bana kendisini okutuyor ama Kitabın tezi, söylemek istediği (anlayabildiğim kadarıyla) kötü. Şöyle de söyleyebilirim; yazar bir ciddi yanlışı, güzel bir biçimde söylüyor.

 

Şu satırları yazmaya başlamadan önce son defa itiraz etmemeyi, susmayı Şasa’ya hak vermek için kendimi zorlamayı düşündüm. Ama inanın buruklaştım:

“Hep mi böyle olacak!”, “ Hep mi kendinden başka herkesi haklı göreceksin?”, “Hep mi sineceksin” dedim: “Herkes, senden başka herkes ‘hidayette’ hep sen mi ‘dalalette’ kalacaksın”.

Çünkü Şasa’ya göre ben dalaletteyim. Hayır, Yazar’ın hiçbir yerde beni andığı yok. Öyle değil; şöyle: Yazar, ‘Huzur İslamda’yı bulmuş. Bundan çıkarıyorum benim dalalette olduğumu. Çünkü ben bulamadım.

Şöyle peşin bir yargıyla girmek (biliyorum gene ne ilmî ne de kaypak edebî üsluba yakışacak): Keşke İsmet Özel, Mustafa Kara, Mustafa Kutlu (ve Kitabında tek tek isimlerini verdiği müridân) tekkesinin kurbanı olmasaydı. İsmet Ağabey’in (şimdi dizini döven) eski müritleriyle de keşke karşılaşsaydı. Arkadan vurulan müritlerle…

Andığım tekkenin Batı düşmanlığı (ki bu bilindiği gibi epey gerilerden beri sürüp gelmede) kör-sağır cahil Türkiye’de bundan otuz sene öncesinde tutuyordu. İslamlıkla Batı düşmanlığı özdeşti. Öyle yutturulmuştu. Türkiye’de Batı’cılar vardı, bunlar karılarının anadan üryan dolaşmasını istiyorlar, ayık kafayla gezmemenin 'batıcılık' olduğunu söylüyorlardı. (Meselâ diyorum/ama kesinlikle abartmıyorum.) Böylece cahil Türkiye’de Batı’nın kocaman bir meyhaneyle, bitişik duvarına inşa edilmiş çok büyük bir genelev olarak düşlenmesi sağlanmış oluyordu.

Aynı yıllar Komünizm düşmanlığı da insaftan varesteydi: Komünizm gelirse din elden giderdi. Boynuzlu filan olurduk. Aynı yıllar Moskova’da Kızıl Meydan’da yaşlı bir bayan, şemsiyesiyle polise meydan dayağı atabilirken, Türkiye’de insanların tırnakları sökülüyordu. ‘Millet Batı’yı olduğu gibi tanıyacak olsa kendi haline acıyabilecek, belki başındaki diktaları, oligarşiyi fark edebilecek, (hadi komünizm demeyelim) Moskova’yı olduğu gibi tanıyacak olsa, bu komünist denen Moskof tohumları kadar bile özgür olmadığını (belki) fark edecekti. (Global denge ve konjonktür faktörleri beni bu yazıda fazla enterese etmediği için örtüşmelerin ihtişamından bahsetmeyeceğim.)

Şasa Hanımefendi’ye dönelim: Kitabından notlar almadım, belli diyalektiklerle çelişkilerini sergilemek istemedim. Bu, benim için artık yorgunluk veriyor.

Esas mesele şu: Şasa’nın çevresindeki ve henüz tanımadığı bütün ‘bu aziz millet’çilerin ortak iddiası: Bu millet Allah’ın bir mucizesi. Merhamet, şefkat mucizesi, güç-kuvvet mucizesi, fetanet ve firaset mucizesi. Bu milletin bütün bu mucizeleri hep ‘potansiyel mucize’, ‘derinlerde’, ‘gizli’, bir sihirli sopanın kendisine sıyırtma geçmesini bekleyen bir mucizedir.

Tekkenin Yeni Şafak’çı kötü kopya mukallit yamağına göre de “(aslında) muhteşem medeniyet kütüphanelerinde gün yüzüne çıkmayı bekliyor”.

Bütün ötekiler gibi, Ayşe Hanımefendi de ‘Muhteşem Millet’in tabiatıyla, tarihiyle birlikte ortada duran ‘Muhteşem sineması’(!)yla çelişkiyi doruktan yaşıyor. Başta söylediğim bu ‘aziz millet’çilerin kaderi bu. Ve ‘aziz millet’çi kaldıkları sürece de çözemeyecekleri kaderleri. (çelişki aslında asil kafaların bulaştıkları bir soyluluk: Biz hepsini sevdiğimiz bu insanlar başka şey dememek için çelişki dedik, yoksa andığımız durumun çelişkiyle filan alakası yok: Meselâ bir adam bir ahlaksızlığı ya yapmış ya da yapmamıştır. Konuşulan şey buna benziyor: Durum tesbiti.)

Bir yanda tüm iptizaliyle Türk Sineması, bir yanda ‘biz Batı’lılardan kesinlikle üstün yartılmışız veya zekiyiz, veya yetenekliyiz’ vs. Bir yanda tüm sefaletiyle Türk Edebiyatı, öte yanda ‘biz Batı’dan…’ Bir yanda hırsızlık, ahlaksızlık, haber-i mütevatir, öte yandan ‘Biz Batı’dan ahlaklıyız!’

Eğer başka dalavereler yoksa (bu Ülkede ben (babam dahil) herkesten her şeyi beklerim), tutalım ki anlayışla karşılanacak bir şefkat, kendi milletine karşı bir merhamet bu eğilimler. Ama kişi ailesine, onun bütün kötü durumunu muhafaza ederek, hatta kötülüklerini överek merhamet etmez ki! Ailesini seven ona önce hangi acıklı durumda olduğunu söyler, gösterir.

İsmet Özel ve emsalleri (eğer kendileri yanlış anlamıyorsam ‘rağmen Batı’ya tu kaka diyorlarsa) birer Aziz Françes’dirler. Haçlı seferlerinde Müslüman askerlerin yakaladığı bitli, etrafa fena kokular yayan Françes’i Kazancakis şöyle anlatıyor (Takriben):

Huzura getirilen Françes’e Müslüman komutan sorar:

- Necisin?
- Davetçiyim.
- Neye davet ediyorsun?
- Dünyadan el-etek çekmeye.
- Karşılığında ne vaad ediyorsun?
- Hiçbir şey.
- Sen deli misin? Benim peygamber’im insanlardan mallarını ve canlarını Tanrı yolunda vermelerini isterdi ama karşılığında cennet vaad ederdi. Hem sonra kim inanır: kokundan yanına yaklaşılmayan bir pasaklısın; benim Peygamber’im ayna-tarak taşırdı.”

Demem o ki, eğer bu kafayı sürdürürseniz Aziz Françes komikliğidir bazşınıza gelecek olan: Gülerler size. (Zaten gülüyorlar).

Şimdi bu durumdaki birileri kalkmışlar Batı’yı irşâd etmeye, Batılı’ya huzur ve mutluluk götürmeye.

Şasa’nın sık sık alıntıladığı Daryüs Şayeğan’ı  da hiç anlamadığını sanıyorum. Daryüs’ün Kitabı’nın tümü (benim gibi değil elbet) Doğu milletlerinin andığımız acıklı durumunun belgeli, bilimsel ve fevkalede bir yetkinlikle sergilenişidir. Bu anlamdaki en yetkin bir özeleştiri Kitabı böylesine bir ‘aziz millet’ tezine nasıl malzeme oldu, anlayabilmiş değilim.

Herkese değil ama Şasa Hanımefendi’ye sorayım: Heykelin haram, resmin haram, müziğin haram (telli-telsiz ayırımı var), şiirin (ne diyorum size, kâfirliği göze alarak şiir yazan Şeyhülislamlar çıkmış olsa da) haram olduğu bir gelenekten hangi ‘gizli’ ‘potansiyel’ sinemayı bulup çıkaracaksınız? (Andığımız şeylerin muhkem nasslarla, İslam’ın önünde haram olup olmadıklarını tartışmıyorum)

Ben bu yazıya bir duygusallıkla başladığımı söylemiştim. “Ayşe Hanım haklıysa ben dalaletteyim” demiştim. O, bir ‘tatlı huzur’dan bahsediyor: Trajik olmayan yaşamdan. Belli ki kendi trajedisinden kurtulmuş. İşte bana girân gelen O’nun bu satırları. Çünkü doğru. O’na ‘erken sevinme’ demeyeceğim. İlk dervişliğimizde bizim de yaşadığımız ‘huzur’unun ebediyen sürmesi için duacıyız. Şu kadar var: İş bu ‘huzur İslam’da’ hep küçük (büyük) burjuva otolarının arkasında yazılı. Bunu biraz düşünse diyorum. Bu bir. İkincisi Batı’lının intihar etmek için kuyruğa girdikleri külliyen yalan. Üçüncüsü Attila İlhan:

“Ölmek bir şey değil: karanlığın arkası görünmüyor
  Hem yaşamak için aynı şeyi söylemediler mi
  Aman ha dolduruşa getirirler adamı”

diyor.

Öyle birdenbire aklıma geldi: Ayet de şöyle söylüyor:

“Dünya hayatında çabaları kaybolan kimseler ‘güzel iş’ yaptıklarını sanan (huzurlu)lardır” (18/104)(*)  

 

(*) Şasa Hanımefendi, son günlerde ‘sihirli değnek’in değmesiyle bu aziz milletin ‘derin’lerde, ‘gizli’, ‘potansiyel’ olan kudretini, nelere kadir olabileceğini gerçekten gördü, bir ‘mucize’ olarak gördü. Eğer bu ülkede birdenbire ortaya çıkan bu kudretin yüzde biri, Batı’da bir evin bodrumunda ortaya çıksaydı (adına korku filmi dedikleri) muhteşem sinemalar yapılırdı. Hükümetler devrilir, yer yerinden oynardı: Yalnız bir evin bodrumunda bu hunharlıkla öldürülmüş birkaç ceset çıktı. Bu aziz milletin tükenmemecesine artık sinemasını yapabilirsiniz Şasa Hanımefendi: Sinemanız kutlu olsun.


Not-1: O yıl evlerin bodrumlarından domuz bağıyla bağlanmış Konca Kuriş’lerin cesetleri çıkarılıyordu.

Not-2: Bu yazının, yaklaşık olarak, 20 yıl önce yazıldığı unutulmasın lütfen. Bu vesileyle Ayşe Şasa Hanımefendi'ye Allah'tan rahmet diliyor, hayırlı emeklerinin zay'olmaması için dua ediyoruz. Vesselam.