bu
yazıyı dileyenler toplumsal, dileyenler bireysel, dileyenlerse ikili bir
okumaya tabi tutabilirler. derttir.
bügücük kuşu/dücane cündioğlu
iç anadolu'da (kastamonu civarında) bügücük kuşu
denilir bir kuş varmış... diğer kuşların aksine o, ağaçların dallarına
altlarından tutunur; dalları, ayakları yukarıya, başı aşağıya gelecek bir
biçimde kavrarmış... sebebini soranlara da şöyle demiş: "ben böyle
durmakla, semânın üzerimize çökmesini önlüyorum, ayaklarımı bir çekersem bütün
semâ başımıza yıkılır."
ne ilginç
değil mi, şimdi semâ üzerimize yıkılıyor ve bizler hiçbirşey yapamıyoruz;
üzerimize çökmesini engellemek için içimizde semâyı elleriyle tutacak kimseler
yok artık... ne olduğunu, ne olacağını hiçbirimiz bilmiyoruz... diğer taraftan,
arz altımızda sallanıyor ve bizler yine çaresiziz... yardımına başvuracağımız,
kendisinden istimdad edebileceğimiz kimseler olmadığı gibi, tek başımıza âlemi
kurtaracağımıza/kurtarabileceğimize de inanmıyoruz; ellerimizi bir makas gibi
iki yana açamıyoruz çünkü...
hakikatimizi
kaybettik... hurafelerimizden vazgeçtik... lâ süpürgesi'ni elimizden
bıraktık... kovalanıyoruz... bir yerle doğru kovalanıyoruz... farkında olmadan,
bilmeden, istemeden kovalanıyoruz... sonra... evet sonra, kovalandığımız o
yerleri kendimize mesken ediniyor ve oraları bizim yerimizmiş gibi savunmaya
kalkışıyoruz...
bir azerî
mütefekkirin dediği gibi, mâzilerine tabancayla ateş edenlerin üstüne,
istikballeri topla ateş edermiş... bizim istikbalimiz de bizi topa tutmuş...
karınca sürüleri gibiyiz... kimin ne zaman üzerimize basacağını bilmiyoruz,
bilsek bile karşı koyamıyoruz...
bize
toplum için bir tehdid olduğumuz söyleniyor ve bizim bile bu masala inanasımız
geliyor. oysa bizim, başkalarına sunduğumuz bir teklifimiz yok... teklifimiz
yok ama nedense bir tehdid teşkil etmekten kurtulamıyoruz. teklifimiz yok,
çağrımız yok, başkalarına kendisine çağıracak bir yerimiz yok... öyle ya, adına
herşeyi göze alabileceğimiz haysiyetimiz, şahsiyetimiz, hüviyetimiz nerede?
nerede o bizi biz kılan şey?
öteki ile
barıştık... öteki ile birlikte yaşıyoruz... çünkü artık öteki gibi düşünüyor,
öteki gibi yaşıyoruz.. ortak değerlerden, asgarî müştereklerden söz ediyoruz...
evrensel'lik şiârımız oldu... içinde bizim olmadığımız bir evren ve bizi biz
olmaktan çıkaran bir evrensel'lik... onlar söylüyor, biz onların sözlerinin
altını ayet ve hâdislerle süslüyoruz.. onlar yapıyor; biz onların yaptıklarının
gerekçelerini kitabımızdan bulup çıkarıyoruz... sonra? sonra bunun adına islâmî
tefekkür diyoruz. hikmet'i (!) kaybettiğimize inanıyoruz ve onu nerede bulursak
oradan alabiliriz sanıyoruz... dünya işlerini peygamberimizden daha iyi
bildiğimiz iddiasında bulunuyoruz... üstelik bir de utanmadan
el-hılf'ul-fudul'u, "erdemliler birliği" şeklinde türkçeleştirip bu
gibi saptırmacalar aracılığıyla işgüzarlıklarımıza ucuz bahaneler temin
ediyoruz...
hal
böyleyken, hangimiz semânın üzerimize düşmesini önleyebilir, arzın yarıkları
arasında can vermekte olan bî-çâre gönülleri tedavi edebilir? bügücük kuşları
asılı değil artık dallarımıza... kimse bügücük kuşları gibi hurafeperest
değil... kimse harîk'ul-âdeler peşinde de değil... çünkü kimse gölgesinin
dışına sıçrayabileceğine inanmıyor. sınırlı, köşeli, sathî, dümdüz bir dünya...
bügücük kuşlarının ancak komedi malzemesi olmak koşuluyla yaşayabileceği bir
dünya... bu nedenledir ki bügücük kuşlarının ayaklarını başkalarına gerek
kalmadan biz kırıyoruz... onların orada ısrarla, inatla başaşağı asılı olarak
kalmalarından rahatsız olan biziz... semânın çökmesine mânî olmak hayaliyle
çırpınmaları asabımızı bozuyor ve hâlâ orada olmaları canımızı sıkıyor...
akbabaların
kanatları altında leş kırıntılarıyla eğlenmek/oyalanmak varken, niçin başkalarının
aksine başaşağı durmayı marifet bilelim ve bir de bütün bu lüzûmsuz
gayretkeşlikler yetmiyormuşcasına, kendimizi "semânın çökmesine mâni
olmak" gibi bir dâvânın küstah müddeileri haline getirelim?
oyunun
kurallarına uymak hiç kuşkusuz ki bir beceridir; hatta beceri ne kelime bir
"erdem"dir; fakat oyun bizim oyunumuz olmak koşuluyla... ben bu
nedenle bügücük kuşlarını saygıyla anıyorum; zira onlar başkalarının yönettiği
büyük bir oyunun figüranları olmak yerine, kurallarını kendilerinin koyduğu küçük
bir oyunun aktörleri olmayı tercih etmişlerdi.